Ezeli ve Ebedi Hitap – VAHY
Allah’ın beşer ile kelam etmesi
Yaradan Allah’ın (c.c.), yarattığı kullarına hitap etmesi evrendeki en değerli ve en müstesna olaylardan biridir.
Mukaddes Tuva vadisinde Hz. Musa’ya “Ben Allah’ım Ben! Benden gayrı bir ilah yok!” diye seslenen Allah (c.c.) orada Hz. Musa (a.s.) ile kelam etmişti. Beşer dediğimiz varlığın diğer varlıklardan farkı, Yaradan ile olan bu münasebetine dayanır. Nitekim o, yaratıcısını tanıyabilecek, O’nu sevebilecek ve O’na saygı duyabilecek bir potansiyelde yaratılmıştır.
Kulun iletişim arayışı sevgidendir
Yaradan’ı tanıyıp meftun olan her kul O’nunla bir iletişim kurabilmenin özlemi içerisine girer. O’ndan bir şeyler duymak; O’nu memnun edebilmenin yolunu yordamını öğrenmek ve O’na kavuşacağı güne (vuslata) dair bir muştuya ermek için çırpınır durur. İşte vahiy, böyle bir beklentiyle kavrulan yüreklere Cenab-ı Hakk’ın sevgiyle karşılık vermesi ve onlara değer verip iletişimi başlatmasıdır. Nitekim vahyin çağrısı sevgiyi esas alan bir hitapla gelmiştir: “De ki şayet Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin!” (Âl-i İmran, 3/31.) Bu açıdan bakılınca denilebilir ki dine adım atmak, Allah’a duyulan sevgi ile başlar. Yine denilebilir ki Cenab-ı Hakk’ın kullarına seslenişi onların sevgisine karşılık gelen ilahi bir rahmetin ta kendisidir. Nitekim Allah (c.c.) Hz. Muhammed’i (s.a.s.) âlemlere rahmet olarak göndermiştir. (Enbiya, 21/107.) Ayrıca diğer peygamberlerine gönderdiği vahyi de rahmet olarak nitelendirmiştir. (Hud, 11/17, 28, 63; Araf, 7/154; Neml, 27/77; Kasas, 28/86.)
Kul, dine sevgi ile adım atar; neticesinde Rabbinin sevgisine mazhar olur. Bu süreçteki iletişim köprüsüne vahiy denir ve çift yönlüdür. Nitekim Yaradan, kuluna vahiy ile hitap eder; kul da yaratıcısına vahiy ile niyaz eder. Bakınız kutsi bir hadis-i şerifte Cenab-ı Hak ne buyurmuştur: “‘Namazı kulumla aramda ikiye taksim ettim; kuluma istediğini vereceğim. Nitekim kul; ‘Elhamdülillahi rabbil alemin!’ dediğinde Allah Teâlâ der ki: ‘Kulum bana hamdetti.’ ‘Errahmanirrahim.’ dediğinde Allah Teâlâ der ki: ‘Kulum bana övgüde bulundu.’, ‘Maliki yevmiddin.’ dediğinde Allah Teâlâ der ki: ‘Kulum beni yüceltti.’ Sonra ‘İyyake na’büdü ve iyyake nestain.’ dediğinde Allah Teâlâ der ki: ‘Bu, benimle kulum arasındadır; kuluma ayrıca istedikleri vardır.’ ‘İhdinessıratal müstakim sıratallezine en’amte aleyhim ğayril mağdubi aleyhim veleddallin.’ dediğinde Allah Teâlâ der ki: ‘İşte bu kulum içindir ve kulum için istedikleri vardır.’” (Müslim, 395.)
Görüldüğü üzere bu ayetler Cenab-ı Hakk’ın bize bir vahyi olduğu gibi bizim de her namazda Mevlamıza niyazımızdır. Yaradan ile aramızdaki münasebetin ayet ayet taksim edilmiş hâli gibidir. Elbette ki bu münasebetin mahiyeti kulluk ilişkisidir. Nitekim kul, eşsiz ve benzersiz yaratıcısına sevgisini, taparak yaşar. Çünkü tapmak sevginin en üstün hâlidir; mutlak olarak tekildir ve ancak âlemlerin Rabbi olan Allah Zülcelâl’e (c.c.) yaraşır. Görünen o ki Yüce Yaratıcı kullarına sevginin dilini de vahiy ile öğretmiş bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbine hamdolsun!
Allah vahiy ile din öğretir
Kul, Allah’a nasıl tapacağını/kulluk edeceğini vahiy sayesinde yine Allah’tan öğrenir. Bu sebeple taabbudî (ibadetle ilgili) konularda vahiy elzemdir. Çünkü kulun Allah’ı nasıl bir ibadetle memnun edebileceğine dair kendince vesile edinmesi söz konusu değildir. Yegâne mabut olan Allah (c.c.) ibadeti tayin ve takdir hakkına elbette sahiptir. Kul kendince ihdas ettiği bir şeyi ibadet olarak Mevlaya takdim edemez. Bu açıdan bakıldığında vahiy olmaksızın Cenab-ı Hak ile sağlıklı bir kulluk ilişkisi içerisine girmek mümkün görünmemektedir. Nitekim Resulüllah’a (s.a.s.) gelen Kur’an vahyinin son ayetleri “Bugün size dininizi mükemmel eyledim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve böylece sizin için din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide, 5/3.) şeklinde son bulmuştur. Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk’ın rızasına götüren meşru vesilelerin tamamı bu süre zarfında Resulüllah üzerinden hem söylem hem eylem olarak tüm insanlığa öğretilmiş bulunmaktadır.
Vahiy özgün bir öğretidir
Dinin öğretilmesi, hayatı bütünüyle kapsadığından sadece teorik değil aynı zamanda pratik etmenleri de içermektedir. Öğretinin uygulamalı boyutu da Cenab-ı Hakk’a dayanması icap eder ki böylece öğretilen din Allah’ın dini olabilsin. Aksi takdirde eyleme bakan yüzünü herkesin keyfince oluşturduğu bir dinin, tutarlı bir zeminden ve yeknesak bir görünümden yoksun kalacağı izahtan varestedir. Dolayısıyla dinin hem teorik hem pratik yanı dini öğreten Allah’a (c.c.) dayanmalıdır. Yoksa din, kulların şekillendirdiği insan ürünü bir şey hâline gelir. Bu anlamda din, ilahi ve özgündür; insan eliyle artırma ve eksiltme kabul etmez.
Allah bir peygamberle üç türlü konuşur
Söylemden eyleme uzanan ve onu da içine alan bütüncül manada bir din eğitimi ve öğretimi için Yüce Yaradan gönderdiği beşer peygamberler ile üç türlü konuşmuştur. Bunlar aynı zamanda vahyin çeşitleri olarak da karşımıza çıkar. Nitekim Yüce Mevla buyuruyor ki: “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura, 42/51.)
İlham yoluyla vahiy
Bir peygamberin içine doğan Cenab-ı Hakk’ın kendisine ilham ettiği vahiy türüdür. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin vahiy aldıkları sahnelerden bazılarında onların ilham yoluyla vahiy aldıkları anlaşılmaktadır. Söz gelimi Hz. Musa (a.s.) kalabalıkların ortasında sihirbazların karşısında onların sergiledikleri sihirleri görünce korkuya kapılmış ve hemen o anda Cenab-ı Hak tarafından teskin edici ve yönlendirici bir vahiy almıştır: “Musa, içinde bir korku sezdi de biz ona korkma dedik! Sen üstün olansın! Sağ elindekini bırak onların sergilediklerini yutuversin; zaten onların yaptıkları sihirbaz numarasıdır; sihirbaz nereye varsa iflah olmaz!” (Taha, 20/67-69.) Görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, Hz. Musa’nın (a.s.) içinde (nefsinde) yaşadıklarını bize anlatmaktadır. Bunların içerisinde Yüce Yaradan’ın kendisine içten seslenerek vahyetmesi de yer almaktadır.
Aynı şekilde Hz. Yusuf’u (a.s.) kardeşleri götürüp kuyuya atmak için toplanmışken Cenab-ı Hak kendisini teselli ederek şöyle vahyetmiştir: “Kardeşleri onu götürüp kuyuya atmayı kararlaştırınca biz de ona vahyettik ki ‘Sen onlara bu yaptıklarını kesinlikle haber vereceksin de onlar farkında olmayacaklar!’” (Yusuf, 12/15.) Akut gelişen ve ortam içinde yaşanan başkaca benzer vahiy örneklerini Kur’an-ı Kerim’de peygamber kıssalarında bulmak mümkündür.
Perde/engel ardından vahiy
Bir perde yahut engel ardından Yüce Yaradan’ın kuluna seslenmesi olarak tarif edilen ve en çarpıcı örneğini mukaddes Tuva vadisinde Cenab-ı Hakk’ın Hz. Musa’ya nidasında gördüğümüz vahiy çeşididir. Nitekim ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle haber vermektedir: “Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, oradaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa, muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi Allah’ım!’” (Kasas, 28/30.) Konu ile ilgili ayet-i kerimelerde Allah’ın Hz. Musa ile karşılıklı konuştuğunu ve bu konuşmaların mahiyetini teferruatlı bir şekilde görürüz.
Allah, rüya perdesi üzerinden de peygamberlerine vahyetmektedir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) gördüğü rüyayı oğlu İsmail’e (a.s.) anlatıp görüşünü sorduğunda Hz. İsmail babasının gördüğü rüyayı Allah’ın bir emri olarak değerlendirip şöyle demiştir: “Ey babacığım, emrolunduğun şeyi yap! Beni sabredenlerden bulacaksın inşallah.” (Saffat, 37/102.)
Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.) rüyanın gereğini yerine getirmeye teşebbüs ettiğinde Cenab-ı Hak kendisine seslenmiş ve “Ey İbrahim, artık rüyayı kesinlikle doğruladın!” buyurmuştur. (Saffat, 37/105.) Böylece Hz. İbrahim’in (a.s.) gördüğü rüyanın bir vahiy olduğu Cenab-ı Hak tarafından da tescil edilmiş olmaktadır.
Bir örnek de Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) üzerinden verelim. Rüyada Mekke’ye korkusuzca girdiklerini, ibadetlerini yapıp ashabından kimilerinin başlarını tıraş ettiğini, kimilerinin de kısalttığını gördüğünü anlatması üzerine; peygamber rüyasının vahiy olduğu gerçeğinden hareketle Müslümanlar umre yapmak üzere düşman yurdu olan Mekke’ye hareket etmişler ancak ne var ki Hudeybiye’de Kureyş müşrikleri tarafından önleri kesilmiştir. Rüyayı duyan münafıklar Mekkeli müşriklerin Müslümanları oracıkta katledeceklerini düşünüp bu işin artık sonunun geldiğini sanmışlardır. Müslümanların bu denli tehlikeli bir sürece girmelerinin tek sebebi Resulüllah’ın rüyasını vahiy olarak kabul etmeleridir. Mekke’ye giremeyince de bundan son derece rahatsız olup rüyanın gerçekleşmeyişinden mustarip olmuşlardır. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Fetih suresini indirmiş ve orada konuyu şöyle açıklığa kavuşturmuştur: “Allah, resulüne rüyayı kesinlikle hak üzere doğrulamıştır. Sizler Mescid-i Haram’a inşallah kesinlikle güvenli bir şekilde gireceksiniz; kimileriniz başlarını tıraş etmiş kimileriniz de kısaltmış olarak ama korkusuzca!” (Fetih, 48/27.) Böylece Yüce Mevla’nın bu ayetleriyle de anlaşılmış oldu ki peygamberler rüya perdesi ardından vahiy almaktadır.
Cibril-i Emin (a.s.) ile gelen vahiy
Son olarak ayette geçen üçüncü çeşit vahiy Cenab-ı Hakk’ın elçi göndermek suretiyle peygamberlerine vahyetmesidir.
Nitekim Kur’an vahyi bu yolla Resulüllah’a (s.a.s.) indirilmiştir. Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Uyaranlardan olasın diye onu Arap lisanıyla senin kalbine Ruhu’l-Emin indirdi.” (Şuara, 26/193.) Bir başka ayette ise Hz. Cibril (a.s.) bu kez Ruhu’l-Kudüs olarak anılmıştır: “De ki onu Ruhu’l-Kudüs Rabbinden hak ile indirdi.” (Nahl, 16/102.) Diğer bir ayette de Cenab-ı Hak, Cibril-i Emin’i doğrudan adıyla anmıştır: “De ki kim Cibril’e düşman ise bilsin ki onu senin kalbine Allah’ın izniyle indiren odur.” (Bakara, 2/97.) Bu ayet-i kerimelerden anlaşılıyor ki Kuran-ı Kerim Resulüllah’ın kalbine üçüncü türden vahiy yoluyla, yani melek elçi (Hz. Cibril) tarafından indirilmiştir.
Dinin uygulamalı boyutunu öğretmek üzere Hz. Cibril-i Emin (a.s.) Peygamber Efendimizin (s.a.s.) yanına bazen de beşer suretinde gelirdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Cibril’in, Hz. Meryem’in yanına beşer suretinde temessül ederek gelebildiğini ve onunla konuşabildiğini görmekteyiz. (Meryem, 19/17.) Benzer şekilde Resulüllah’ın yanına gelir ve ona öğretmenlik yapardı. Bilindiği üzere Sevgili Peygamberimiz, Hz. Cibril geldiğinde kokusundan rahatsız olur endişesiyle ömrü boyunca soğan ve sarımsak yemekten uzak durmuştur. Binaenaleyh, bu vahiy süreci neticesinde Yüce Allah indirdiği İslam dininin pratik boyutunu beşer suretine bürünebilen Hz. Cibril üzerinden Resulüllah’a uygulamalı olarak öğretmiş bulunmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği namazdır; nitekim bu ibadeti ve vakitlerini Resulüllah’a (s.a.s.) Cibril (a.s.) bizatihi öğretmiştir. (Nesai, 1/255.)
Netice itibarıyla yarattıkları üzerinden Allah’ı tanıyıp seven kulların, vahiy üzerinden O’nunla iletişime geçip sevgisini kulluk düzeyinde yaşadığı ve sonra adım adım vuslata doğru yol aldığı, adına din dediğimiz sürecin eğitim ve öğretimi tüm boyutlarıyla bu üç vahiy çeşidi sayesinde tamamlanmış olur.
İnsanın muallimi olan âlemlerin Rabbine hamdolsun!