İslam’ın Dünyeviliği
Bilindiği üzere İslam dünyevi bir dindir. Ve insan, ebedi olan ahiret hayatını işte bu geçici dünya hayatında inşa eder. “Dünya ahiretin tarlasıdır” sözünde anlatılmak istenen de bu olsa gerek. Buna göre Müslüman, dünyevi hayatının her alanında gücü nispetinde bu ilgiyi hassasiyetle korumak durumundadır. Ebu Hanife’ye nispet edilen Fıkıh tanımında; “kişinin lehte ve aleyhte olanı bilmesi” şeklinde ifade edilir. Bu özlü ifadeye göre Fıkıh/ilmihal; “Bir kimsenin kendisine neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu” bir başka deyişle “yapması gereken ile yapmaması gerekeni bilmesi” şeklinde tarif edilmesi anlamlıdır.
Kur’an’da imanla ilgili ayetlerin hemen tamamında imanla birlikte yararlı işlerden söz edilmesi ise dinin dünyevi yüzü olsa gerek. Yararlı ve güzel davranışların ardından bir Müslümanın temel özelliği tabii ki adil ve güvenilir olmasıdır. Ancak bu anlayışla yürüdüğümüz takdirde Allah’ın bize emrettiklerini gerçekleştirmiş olabiliriz. Ve elbette bir Müslümanın olmazsa olmazı merhametli olmasıdır. Sevgili Peygamberimiz’ in veciz ifadesiyle; “merhamet etmeyene merhamet edilmez…”
Şüphesiz İslam tarihi bu merhamet anlayışının fiiliyata yansıdığı sayısız olaylarla doludur. İşte o örneklerden biri: Peygamberimiz; kendisine büyük zahmetler çektiren ve taraftarlarına işkenceler uygulayan Mekke’nin inançsız halkına yaptığı insani uygulama gönülleri fethetmişti. O, doğduğu kente muzaffer olarak döndüğünde, beklentinin aksine Mekke’yi kendisine dar edenlere büyük bir anlayışla yaklaşmış, öz amcasının katilini bile af ederek her kesi şaşırtmıştı. İslam’ın bütün Arabistan’da kısa zamanda gelişip yayılmasında dinin hayata ve insana bakışı olan bu tavrın önemi inkâr edilemez.
DİNİN GÖRÜNEN YÜZÜ
İslam’ın dışa yansıyan ve görünen yüzü tabii ki erdemli davranışlardır, bir bütün olarak güzel ahlaktır İslam… Müslüman ise hayatının tamamını ve bütün davranışlarını ibadet gibi gören bir anlayışa sahip olan kimsedir. Ancak günümüzde dinin hükümlerinden çokça söz edildiği halde, ahlakının unutulduğu bir vakıadır. Hatta din ve dinle ilgili konuların yoğun olarak gündemde olmasına rağmen ahlakın deyim yerindeyse dibe vurduğu anlaşılır gibi değildir.
Görünen o ki günümüzde güzel davranışlar edinmek ve kaliteli işler yapması gereken Müslüman, oturduğu yerden yüzlerce binlerce salavat çekme kolaycılığını tercih etmekte ve ahlaki değerleri alabildiğine öteleyebilmektedir. Davranışlara yansımayan din ise hayat ile bağı büsbütün koparılmış ve tanınmaz haldedir. Sanki dindar ama ilkesiz, dindar fakat ahlaki değerlerden yoksun… Peki, salavatın anlamı nedir? Şimdi gelin birlikte salat-ü selamın anlamına yeniden bakalım;
SALAT-Ü SELAM NE DEMEKTİR?
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salat ederler(destek verirler, şanını ve davasını yüceltirler). Ey inananlar! Siz de ona çokça salat edin(onun davasına destek verin, onun şanını yüceltin) ve tam bir teslimiyetle ona selam verin!” (Ahzab,33/56)
Bilindiği gibi ayetteki salat-ü selam “Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali Muhammed” olarak söylenir, anlam ise, “Allah’ım Muhammed’e salatü selam eyle” şeklinde ifade edilir. Oysa bu ayetin de içerisinde yer aldığı yedi ayetten oluşan bölüme bütün olarak bakıldığında bu anlayışın, ayetin maksadından ne kadar uzak olduğu açıkça görülecektir. Zira ayetler içerik ve üslup olarak bir birinden ayrılamayacak bir anlam birliği teşkil eder. Kısaca Hz. Peygamber’i üzüp incitecek tavır ve davranışlardan uzak durmak diye özetlemek mümkündür.
Aksi takdirde Allah, melekler ve insanların Peygambere salâvat getirmeleri, “Salli alâ Muhammed” demeleri düşünülemez. Ancak ‘ortak bir eylem’ olarak Allah’ın, meleklerin ve Müminlerin beraber Peygamber’i ‘desteklemeleri’ manası tercih edilmelidir. “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden ve melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah müminlere çok merhamet edendir” (Ahzab,33/43-Hadid,57/9) ayetleri de bu görüşü desteklemektedir.
Buna göre “Allah ve melekleri onun izzet-onurunu koruyup kolluyorlar, onu destekliyorlar; siz de onu destekleyip onun örnekliğine tam bir bağlılıkla teslim olun” anlamı çok daha isabetlidir. Aksi takdirde Allah bize, “Peygamberinizi destekleyin” diyor, biz ise “Allah’ım sen destekle” diyoruz.
Tarihi Arka Plan:
Tarihi kayıtlara bakıldığında resmi yazışmalarda önceleri yalnızca besmele yazıldığı halde Emevi hükümdarı Harun Reşid zamanında ilk defa besmelenin yanına salât-ü selam’ın da yazılmaya başlandığı görülmektedir. Aynı uygulama H.3. asırdan itibaren edebiyat ürünlerinde ve kitap başlarında da görülmeye başlar. Konuyla ilgili hadislerin Buhari ve Müslim gibi kaynaklarda değil de adap türü konuları işleyen kitaplarda yer almasının nedeni de bu olsa gerek.
Nitekim sahabeler ellerinde tesbih ile Peygamberimize salâvat getirmeyip bu desteği fiili olarak göstermişlerdir. Adeta, “Ey Allah’ın elçisi! Sen atını denize sürsen, biz hiç tereddüt etmeksizin peşinden geliriz” diyerek, ona kol-kanat gerermişlerdir. Yoksa İsrailoğulları’nın durumuna düşerlerdi. Onlar Hz. Musa’ya: “…Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturuyoruz” demişlerdi (Maide,5/24).
Özetlersek; Resul-i Ekrem için getirilen salavatlar manevi destek olup bizzat sözden eyleme geçilmesi gerekmektedir. Ona yapılacak fiili destek, onunla aynı çağda yaşayan sahabe için zaten bellidir. Bizim için ise, onun davasını desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelmektedir.
Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata uygulama biçimine verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir salat-ü selam olacaktır.