Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
İnsan ve Hayat / Dinimizin Bizden İstediği Hayat
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 09:02:39 ÖÖ »


Dinimizin Bizden İstediği Hayat

Yeryüzünde Müslümanın imanına uygun olan hayatına “İslâmî Hayat” denilir. İslâmî hayat herkesin kendi düşünce ve kanaatine, ‘bence’lerine ve ‘zannımca’larına göre şekillenen soyut, anlaşılması ve uygulanması uzmanlık isteyen karışık ve karmakarışık bir hayat tarzı değildir. Aksine son derece net, açık ve kolayıdır. Çünkü İslâm, din-i mübindir. Yani apaçık, gizlisi saklısı olmayan, herkesin kolayca yaşayabileceği bir hayattır. Dini hayat, hayatı da din kılma mesuliyetimiz vardır. İslâm, dinlerin en iyisi değil, kendisinden başka iyi, kendisinden başka hak din olmayandır. Nasıl ki ‘cahiliye’ dediğimiz şeyin tarihte bir dönem yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak diye anlaşılması yanlış ise, aynı şekilde ‘Asr-ı Saadet’in de tarihin bir döneminde yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak/yaşanamayacak bir durum olarak görülmesi yanlıştır. O asrın saadetine maya olan unsur, bu asrın ve inşâallah bundan sonraki asırların da saadetine pekâlâ maya olabilir. Bu incelik doğru yakalanır ve ihya edilebilirse, her asrın yeni saadetlere gebe olduğu teslim edilecektir. 
 
HAYATIN ihyası, dinin ihyası ile kaimdir. Allah’ın diniyle ihya olmayanlar, Allah’tan başka Rabler için yaşayanlardır. Dinimizin bizden istediği hayatın evveli de ahiri de Allah için kılınmış olan hayattır.

“Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman; ‘muhakkak ki biz Allah içiniz ve muhakkak ki yine O’na döneceğiz.”(1)

Hayatı Allah için kılmak, dinimizin bizden istediği hayata kavuşmaktır. Din hayattır, hayatta dindir. Hayatı dinin dışında görmek ve düşünmek, din düşmanlarının safına ve sınıfına geçmektir.

Yeryüzünde Müslümanın imanına uygun olan hayatına “İslâmî Hayat” denilir. İslâmî hayat herkesin kendi düşünce ve kanaatine, ‘bence’lerine ve ‘zannımca’larına göre şekillenen soyut, anlaşılması ve uygulanması uzmanlık isteyen karışık ve karmakarışık bir hayat tarzı değildir. Aksine son derece net, açık ve kolayıdır. Çünkü İslâm, din-i mübindir. Yani apaçık, gizlisi saklısı olmayan, herkesin kolayca yaşayabileceği bir hayattır. Dini hayat, hayatı da din kılma mesuliyetimiz vardır.

İslâm, dinlerin en iyisi değil, kendisinden başka iyi, kendisinden başka hak din olmayandır. Nasıl ki ‘cahiliye’ dediğimiz şeyin tarihte bir dönem yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak diye anlaşılması yanlış ise, aynı şekilde ‘Asr-ı Saadet’in de tarihin bir döneminde yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak/yaşanamayacak bir durum olarak görülmesi yanlıştır. O asrın saadetine maya olan unsur, bu asrın ve inşâallah bundan sonraki asırların da saadetine pekâlâ maya olabilir. Bu incelik doğru yakalanır ve ihya edilebilirse, her asrın yeni saadetlere gebe olduğu teslim edilecektir. 

İslâmî hayat; vahiy ile ihya olunma hareketi ve bereketidir. Vahiysiz kalmış veya bıraktırılmış hayatların hareket ve bereketi olmaz. Günler bizim günlerimiz, ömür bizim ömrümüz ve ihya edilecek olan da bizim hayatımız. . .

“Hayat” aslında “dirilik” demek. Ama biz “ihya” edilecek bir hayattan söz ediyoruz. Eğer Necip Fazıl’ın “Hayat mayat diyorlar - Benim gözüm mayatta- Hayatın eksiği var - Hayat eksik hayatta” dediği gibi bir durum söz konusu ise, hayatı ihya etmek gerekiyor. Ya da durum,  Yine Necip Fazıl’ın kırbaç şaklamasını andıran “Ey hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?” mısraındaki gibi ise, cesedleri ihya edecek bir tılsıma ihtiyaç var. Rabbimiz uyarıyor:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulüne itaat edin; işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin. İşitmediği halde ‘işittik’ diyenler gibi de olmayın. Çünkü yaratıkların Allah katında en kötüsü, akıl edemeyen o sağır ve dilsizlerdir.”(2)

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeye çağırdığı zaman Allah’a da Rasulüne de icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbinin arasına girer ve siz O’nun huzurunda toplanacaksınız.”(3)

Bu âyetlerden de biz, insanın bazan Allah ve Rasulü’nden gelen bir çağrıyı “işittiği” halde “yüz çevirdiği”ni, bazan gerçek anlamda işitmediği - kulak vermediği halde “işitmiş gibi” davrandığını, oysa bu tarz davranışların gerçekte insanı “akıl erdiremeyen sağır ve dilsizler” hâline getireceğini anlıyoruz. Ve daha önemlisi, ilerde huzurunda toplanacağımız, kalplerimizin en derinlerine hükmeden bir Kudret bulunduğunu...

Bu Kudret’in ve O’nun elçisinin çağrısının - davetinin “insanı ihya edecek, diriltecek” bir davet olduğunu ve gerçek anlamda diri olabilmek için o çağrıya cevap vermenin, uymanın gerekliliğini anlıyoruz. İnsan seçecek demek ki: Bir yanda tüm uzuvların misyon kaybına uğrayıp, insanın insanlık alanından çıktığı bir durum. . . ”Allah elçisi” tarafından getirilen ilahi mesajın “karşılık bulamadığı”, “cevapsız, belki boşlukta kaldığı”, yerleşecek bir kalp bulamadığı, kalblerin “gaflet deryasında yüzdüğü”, kulakların ilahi çağrıya tıkalı olduğu, akılların temel bakış çerçevesini kaybettiği bir durum... Öte yanda tüm uzuvları diri kılacak bir Rabbani çağrıya cevap vermek. . . Şimdi ellerimize bakalım: Diri mi?

Gözlerimiz diri mi?

Kulaklarımız diri mi?

Dimağlarımız diri mi?

Kalblerimiz diri mi?

Kelamullah’ın zikrettiği “Sağırlar, dilsizler, körler, akıl etmezler, fıkh etmezler, hissetmezler” kategorileri içinde biz var mıyız, yok muyuz?

Yani, Allah Rasulünün “bizi diriltecek” çağrısı ile buluşmuş muyuz, buluşmamış mıyız?

Bu çağrı ile buluşup Allah’a ve Rasulüne “Lebbeyk, Huzurundayım Rabbim, buyruğuna amadeyim” diyebilmiş miyiz, diyememiş miyiz?

Dinimiz vahiy ile dirilmiş diri gözler, diri kulaklar, diri dimağlar, diri kalpler istiyor. Dinimizin bizden istediği diri bir hayattır. Dirilişini direnişine sermaye yapmış bir hayattır. Vahiy ile dirilmeyenler, Firavunlar karşısında direnemezler.

Şüphesiz Peygamber (sav) onları ancak hayat bahşedecek şeye çağırmaktadır. Her şekliyle ve tüm anlamlarıyla bir hayat çağrısıdır bu. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları kalplere ve akıllara can veren, onları cehalet ve hurafenin kementinden, asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından, görünen sebeplere ve karşı konulmaz dogmalara boyun eğmenin aşağılayıcılığından, Allah’tan başkasına kul olmaktan, kulların ya da ihtirasların esiri olmaktan kurtaran bir inanç sistemine çağırmaktadır. Onları Allah tarafından gönderilmiş şeriata çağırmaktadır. Bu şeriat sadece Allah tarafından konulmuş olmasından ötürü “insanın” hürriyetini ve saygınlığını ilan etmektedir. Şeriat karşısında tüm insanlık eşit bir şekilde tek bir saf oluşturmaktadır. Bu şeriatın egemen olduğu yerde bir fert halka hükmedemez, ümmet içinde bir sınıfın egemenliği söz konusu değildir. Bir ırkın başka bir ırka, bir ulusun başka bir ulusa hükmetmesi mümkün değildir. Bütün insanlar, kulların Rabbi olan yüce Allah tarafından belirlenmiş şeriatın gölgesinde hür ve eşit bir şekilde hayatlarını sürdürürler. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları bir hayat sistemine, bir tasavvur minhacına çağırmaktadır. Bu sistem, insanların yaratıcısı, yarattıklarını en ince ayrıntısına kadar bilen yüce Allah’ın koyduğu bağlarda somutlaşan fıtri bağların dışında, her türlü kayıttan kurtarır insanları. Bu bağlar, bünyesel enerjiyi dağılıp gitmekten korur. Bu enerjiyi baskı altına almazlar, işlevsiz hale getirmezler, yok etmezler, yapıcı ve aktif gelişmesine engel olmazlar. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları inançları ve hayat sistemleri sayesinde güç kazanmaya, onurlu ve üstün bir hayat sürdürmeye çağırmaktadır. Dinlerine ve Rabblerine güvenmeye, tüm `yeryüzünde’ bütün `insanları’ kurtarmaya, insanlığı kullara kul olmaktan kurtarıp, tek başına Allah’a kul yapmaya ve Allah’ın bahşettiği ancak, tağutların ayaklar altına aldığı üstün insanlığı yaşatmaya çağırmaktadır.

Yeryüzüne ve insanlığın hayatına yüce Allah’ın hükmünü ve hâkimiyetini egemen kılmak, kulların sahte ilahlığını yerlebir etmek, bu sahte ilahları Allah’ın egemenliğini tanıyana kadar kovalamak için Allah yolunda cihad etmeye çağırmaktadır. Çünkü ancak bu durumda din bütünüyle Allah’a has kılınmış olur. Öyle ki, bu cihad esnasında ölecek olurlarsa, bu şehitlikte de onlar için hayat vardır. İşte Peygamber’in -salât ve selâm üzerine olsun- onları çağırdığı inanç sistemi ve hayat biçimi özet olarak bundan ibarettir.

Bu ise, her anlamda hayat çağrısıdır. Bu din, eksiksiz bir hayat sistemidir, sırf vicdanlarda tutulan bir inanç sistemi değildir. Pratik bir hayat sistemidir. Onun gölgesinde hayat gelişir ve ilerler. Bu yüzden her şekliyle ve her çeşidiyle bir hayat çağrısıdır bu: Tüm kapsamları ve anlamlarıyla hayata çağrıdır.(4)

Dinimiz hayatımızdır. Çünkü dinimiz her yerde ve her zaman bizi hayata çağırır. Dinimizin bizden istediği hayat, imanımıza uygunluk arz eden tutarlı bir hayattır. Dinimiz bizden bütüncül bir hayat istiyor.

Dinimizin bizden istediği hayat ile bizim yaşadığımız hayat birbiriyle çelişiyor ve çatışıyorsa, bizim kıyametimiz kopmuş demektir.

İslâm bir bütündür; her yerde ve zamanda bütünlük ister. İman ile hayatın çelişmesini ve çatışmasını İslâm asla kabul etmez. Allahû Teâla, âlemi bir bütünlük içerisinde yaratmıştır. Âlemdeki her bir unsur diğerine bağlıdır. İyi veya kötü haliyle diğerini etkiler.

İnsan da Müslüman olarak yaratılarak ilâhi düzendeki yerini almıştır. Yaratılışından uzaklaşması, içinde bulunduğu âleme yabancılaşması demektir. Bu hal zarar görmesine yol açar. Çevresine de zarar vermeye başlar. İslâm bu yabancılaşmanın, hakikatten uzaklaşmanın önüne geçmek için kurallar koyar. Yapılacakları ve yapılmayacakları belirler. Böylece hayat için güvenli bir alan oluşturur. Bu nedenle dünyanın müslümanın varlığına ihtiyacı vardır. Müslüman, İslâm’ın emrettiği gibi yaşayarak bütün mahlukatın haklarını gözetir. Onların yok olmasını, bozulmasını engeller. Müslüman, eğer “Allah ve Rasûlü’nün çağrısı” nın “ihya edici” mahiyetinin farkına varır, onunla kendi bünyesinde bir ihya süresi başlatabilirse, buradan yola çıkıp, evin, sokağını, yurdunu ve dünyayı ihya gibi bir misyonu da başlatabilir.

Dinimizin bizden istediği hayat, bir hayat-ı tayyibe’dır. Hayat-ı Tayyibe; şirke, zülme, haramlara ve günahlara bulaşmamış tertemiz hayattır. Rabbimiz buyuruyor:

 “Erkek veya kadından her kim iman etmiş olarak salih amel işlerse, onu dünyada tertemiz bir hayatla yaşatırız ve böylelerinin ücretlerini, işleyip ürettiklerinin en güzelleriyle karşılarız.”(5)

Dikkat edilirse, hayat-ı tayyibe Allahû Teâla tarafından sahih iman ve salih amel sahiplerine hibe edilmektedir. İmanları, itikadları sahih olmayanlar, hayat-ı tayyibe sahibi olamazlar. Bundan ötürüdür ki, İmam- Rabbanî (rh. a. ) şöyle diyor: “İnsanın öncelikle itikadını düzeltmesi gerekir. Bu düzeltme de, fırka-ı naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat inancına muhalif olan kötü itikad, öldürücü zehir durumundadır.”(6)

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadı üzere olmayanlar, kendi hayatlarını ve başkalarının hayatlarını zehirlemekten asla geri durmazlar. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını hor ve hakir görüp reddedenler, zehirli yılanlardan daha tehlikelidirler.

Kur’ân-ı Kerim, öldürücü zehir hükmündeki kötü itikadlardan bizi alıkoyan bir kitaptır.

Kur’ân, temiz hayatın kitabıdır. Kirlenmiş ve kirletilmiş bir hayat yaşayanlar, Kur’ân’ın dışına çıkanlardır. Kur’an’ın bir çok hedefi vardır ve bunlardan birisi de fert ve toplumu ıslah etmektir. Kur’an’da pek çok kavramın yanında doğrudan fert ve toplumun düzeltilmesini ifade eden “salah” kelimesi de geçmektedir. Ayetlerde geçen “salah” kelimesi beş hususu vurgulamaktadır:

1. Salih amel,

2. Salih ve muslih insan,

3. Başkalarının arasını bulup barıştırmak (sulh),

4. Ferdin hem kendini ve hem de başkasını düzeltmesi ve böylece toplumda faydalı insan olması,

5. Yeryüzünün ıslah edilmesi.

Kur’an-i Kerim’de amel kelimesi denince aklımıza insanların yaptıkları bilinçli davranışlar, aksiyonlar gelmelidir. Zira amel kelimesi fiil kelimesinden daha özel bir anlam taşımaktadır. Fiil denince, bilinçli ve bilinçsiz hareket ve davranış kastedilmektedir. Hatta canlı cansız tüm varlıkların hareketlerine fiil denir, ama, amel sadece insanların bilinçli davranışlarını içerir. (7)

Dolayısıyla Kur’an açısından meseleye bakacak olursak, mü’min ve kâfir tiplerin bütün davranışları amel kelimesi ile vurgulanmaktadır. Elbette burada davranışlar iyi, güzel, yararlı ve kötü, çirkin diye kısımlara ayrılmaktadır. Mü’minin davranışları Kur’an açısından salih amel diye ifade edilirken, kâfirin davranışları da kötü amel diye nitelenmektedir.

 Hiç kuşkusuz, doğru dinin sonucu, Allahû Teâla’nın hikmetine göre dinden ve muhatap ümmetten muradı olacak biçimde, kendisine muhatap olan kavmi ıslah etmek ve ister seçkin, ister sıradan olsun bu insanları düşüklüğün bataklarından yüceliğin doruklarına çıkarmaktır.(8)

Dinimizin bizden istediği hayat, Rasûlüllah (sav)’in örnek ve önderliğinde Allah’ın âyetleriyle tezkiye edilmiş bir hayattır. Bu hayat; iman merkezli olup ‘Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehyi Ani’l Münker” ile devam eden bir hayattır. Hidâyete tabi olan, iyilikleri emreden ve kötülüklerden de alıkoymaya çalışanların hayatı, dinimizin istediği hayattır.

Dinimiz bizden sadece ibadet istemiyor. Dinimiz ibadet ile birlikte bizden hayatımızı da, ölümümüzü de istiyor. “De ki:  Benim Namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm  yalnız alemlerin Rabbi Allah içindir.” (9)

Hayatlarından velev ki miskali zerre kadar olsun bilerek ve inanarak Firavunlara, Tağutlara, Karunlara, Azmanlara pay ayıranlar, Allah ile birlikte başka Rabler edinenlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’in bu âyetine göre hayat; namazı, ibadeti, hayatı ve ölümü Allah için kılmaktır. Yani dinimizin bizden istediği hayat; Müslüman’ca yaşamak ve Müslüman’ca ölmektir.

----------------------------------------------------------------------------

(1)   Bakara Sûresi/ 156

(2)   Enfal Sûresi/ 20 - 22

(3)   Enfal Sûresi/ 24

(4)   Fizilal’il Kur’ân (Seyyid Kutub) C:3, Sh: 1494-1495, Beyrut/ 1982

(5)   Nahl Sûresi/ 97

(6)   Mektubat-ı Rabbanî (İmam-ı Rabbanî/Ter: Abdülkadir Akçiçek) C: 2, Sh: 1159, İst/ 1978

(7)   Ragip el-İsfehani, el-Müfredat, s. 519; İbn Manzur, Lisanu’1-Arap, XI, 475

8   Usûlu’n- Nizami’l İçtimai Fi’l İslâm ( Muhammed Tahir İbn-i Âşûr) Sh: 24, Ürdün/2001

(9)   En’am Sûresi/ 162

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Serbest Kürsü / Hidâyetten Sonra Kalblerin Kayması
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 08:54:05 ÖÖ »


Hidâyetten Sonra Kalblerin Kayması

Hesap gününe hazırlanan her mükellefin; imanını muhafaza için bütün imkânlarını seferber etmesi ve bunun için Allahü Teâlâ’dan (cc) yardım istemesi gerekir. Hz. Ümmü Seleme (Radıyallahu anha) validemizden nakledildiğine göre Peygamberimiz Efendimiz’in (Sallallahu aleyhi ve sellem ) şöyle dua ederdi:“Ey kalpleri halden hâle değiştiren (Allahım), benim kalbimi dinin üzere sabit kıl.” Hidâyetten sonra kalplerin kayması, kıyâmetin kopması şiddetinde olan bir tehlikedir. Hz.Şehr b. Havşeb (r.a)’in rivâyetinde “Ya Rasûlallah, kalbin muhafazası ile ilgili bu duayı her fırsatta yapıyorsunuz?” sorusuna Peygamber Efendimiz (sav)  “Kalbi Allahû Teâlâ’nın kudret ve tasarrufu altında olmayan hiç kimse yoktur. O, dilerse doğruda sabit kılar, isterse kaydırır,” cevabını vermiştir. Kalbin hak din üzere sabit olması, mü’minin imanını muhafaza etmesinin yegâne şartı ve imkânıdır.

Kalbimiz, imanımızın mekânıdır. Kalbimizin kayması, imanımızın kayması anlamına gelir. Bu nedenle imanı muhafaza ve müdafaa etmek, Müslüman insanın bütün mekânlarda ve zamanlarda en önemli görevidir. Müslüman insan kendi istikâmetini, salâhını ve imanını muhafaza ve müdafaa etmek istiyorsa daima Rabbine sığınmalı; şuur ve iradesini bu yolla uyanık tutmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de kalb kaymasından Allah’a sığınmamızın zarureti haber verilmektedir: “Rabbimiz, bizi hidâyete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.”(1)

Kalbi onu Yaratan’a sunmak... Onu Yaratan’dan koparmamak. Hep O’na yönelmek, O’na bağlanmak, O’na sarılmak, kaymasının önüne geçmektir. Allah Rasûlü’nün “Fiten” uyarıları içinde yer alan “Akşam ile sabah arasında inanç değişimlerine sürüklenen insan tipi” siluetler hâlinde resm-i geçit yapıyorlar. Mürted ve harbî müstevliler tarafından İslâm ülkelerinde kimi kurumlara özel bir misyon verilmek isteniyor ve onun yansımaları ile karşılaşıyoruz. Aslında müstakim insanların, bu yapıda kendilerini aşan işlere monte olabilecekleri endişesi gün yüzüne çıkmış bulunuyor. Nihâî plânda “Allah’ın dini”ne karşı yanlış işler yapamayacak olanların, sürece adım adım monte olabilecekleri kaygısını taşımamak elden değildir. Eskiler şöyle söylerlerdi, “Bu çocuğa mukayyet ol!” Yani “Başına bir iş gelmesine müsâade etme” demek isterlerdi. Dolayısıyla “Kalbe mukayyet olma zamanındayız, yani kalplerimizin başına bir şey gelmesine müsâade etmemeliyiz.”

Kalbin sahibi ile ilişkisinde bir kırılma, yamulma yaşanırsa, İslâmî hayat son bulur.

 Allah’ın ve Rasûlü’nün maksatlarına mukârin olmak şartıyla İslâm’ı yeniden öğrenmek, kalplerimizi modern hurafelerin istilâsına karşı sağlam bir kalkan olabilir. Allah’tan ve Rasûlünden koparılmış bir din. Hani, insanın moral ihtiyacını karşılasın diye üretilen bir yığın dünyevi terapi yöntemi var, biri de din olsun.... Böyle değil. Hıristiyanlık buna dönüştürüldü, Yahudilik kavmî bir asabiyyetin yükleme unsuru hâline getirildi. İslâm Rabbani muhtevasını koruyor, modern çağın Prometeci insanı, şimdi ona musallat olmak istiyor ve bütün gücüyle kalplerimize yükleniyor. Kalblerimizi çalmaya çalışan çağdaş hırsızlarla karşı karşıyayız. Müsteşriklerin işareti üzere yeniden İslâm, Kur’ân Müslümanlığı diyerek kalplerimizi imanımızdan, imanımızı da kalplerimizden çalmaya çalışıyorlar. İşte böyle zamanlarda “kalbe mukayyet olmak” Kur’ân-ı Kerîm’in ikazlarına uymaktır.

İslâm âlimleri, “elfâz-ı küfr” diye bir paragraf açmışlar inanca ilişkin eserlerde... “Hangi sözler insanı inanç alanının dışına çıkarır?” Hassasiyet bu noktada. Onları okuduğunuzda “Zülf-i yare dokunan”, “Leylayı inciten” sözler olduğunu görüyorsunuz genellikle. Allah’ın kudretini sorguladınız, Rasûlü gücendirdiniz, Kur’ân’ı incittiniz... Hattâ İslâm’ın âlem niteliğindeki müesseselerini (şeâir-i İslâm) yaraladınız... Yapmayın bunları, büyük tehlike var inançlarınız için bunlarda...  Oysa hoyratça geziliyor bu alanlarda, sanki hiçbir hudut tanımaksızın.  Hz. Ümmü Seleme Radıyallahu anha validemizden nakledildiğine göre Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle dua ederdi:“Ey kalpleri halden hâle değiştiren (Allahım), benim kalbimi dinin üzere sabit kıl”(2)

Hidâyetten sonra kalplerin kayması, kıyâmet şiddetinde bir tehlikedir. Hazreti Peygamberin en çok yaptığı bir dua olarak hadisimiz, en temel meselede hem bilgi, hem de Allahû Teâlâ’dan ne isteneceğine dair misal vermektedir. Şehr b. Havşeb (r.a)’in rivâyetinde “Ya Rasûlallah, ne çok bu duayı yapıyorsunuz?” sorusuna Peygamber Efendimiz “Kalbi Allahû Teâlâ’nın kudret ve tasarrufunda olmayan hiç kimse yoktur. O, dilerse doğruda sabit kılar, isterse kaydırır” cevabını vermiştir.(3)

Allahû Teâlâ’nın irade ve hükmüne karşı çıkacak hiç bir varlık söz konusu olamaz. İman ise, insan kalbinin en temel ameli ve sahibinin bütün hareketlerini etkileyen gücüdür.

Böyle olunca kalbin hak din üzere sabit olması, mü’minin iman çizgisinde devamının yegâne şartı ve imkânıdır. Her türlü olumsuzluk, kalpteki yanlış kabuller ya da inkârın sonucudur. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, kalb kaymasına ya da yamukluğuna zeyğ tâbir edilmektedir. Haktan, gerçekten, dinden başka yöne meyletmek, yönelmek, bozukluk anlamlarına gelen zeyğ’in insanı sevk edeceği bazı tavırlara da işaret edilmektedir. “Kalblerinde yamukluk bulunanlar, (manası kolay anlaşılmayan) müteşâbih âyetlerin peşine takılırlar...” (4)

“Ümmü’l-kitab” niteliğindeki muhkem, anlamı açık âyetleri bırakıp, anlaşılması, yorumu güç âyetler üzerinde ısrarla durmayı belli bir haktan yan çizme duygusunun göstergesi sayılmıştır.  Kur’ân-ı Kerîm, bizlerden kalbin fıkhını istemektedir. “Kalbin fıkhı” tâbiri, fazla yaygın olmamakla beraber, Kur’ân’ın ifadesine uygundur. Bir âyette, cehennemlik olanların özelliklerinden söz edilirken meâlen şu ifadelere yer verilmiştir:

“... onların kalpleri vardır, ama onlarla idrak etmezler; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır onlarla işitmezler.”(5)

“İdrak etmezler” şeklinde mana verdiğimiz kelimenin aslı “fıkıh” kökünden gelen bir fiille ifade edilmiştir. Kalp kelimesi, geniş anlamıyla aklı da içine alır. Buna göre, kalp ve aklın fıkhı, onların gerçeği kavramaları anlamına gelir.

Allah’a yaklaşmanın tek yolu, İslâm dininin emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat çizgisini takip etmektir. Bu çizgiyi takip etmek için, akıl ve kalbi vahyin ışığı altında eğitip, fakih/anlayışlı kılmak gerekir. Bunun -birinin diğerini tamamlayıcısı olan- iki yolu vardır: Birincisi ilim, ikincisi ameldir.

Kalbî hassasiyet, düşünce ve hayat çerçevemizi çizerken yakınlıkları ve uzaklıkları doğru tayin etmeyi gerekli kılıyor. Şu demek bu:

-Allah’a daha yakın, Resulullah’a daha yakın, sahabe-i kirama, Allah dostlarına, kalbe daha yakın olmak.

-Nefse daha uzak, Şeytana daha uzak, nefsî, kavmî asabiyyetlere daha uzak, hatta kimi geleneklere daha uzak...  Bunun çaresi, “Allah’ın huzurunda bulunduğu hissiyle hareket etmek”te odaklanıyor. Rabbimiz bizden dini kendisine has kılmamızı istiyor.

“Ey iman edenler! Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na çağırın.”(6)

Kalb, duygu dünyasıdır, kişilik merkezidir, ruhaniyet iklimidir, inkılâblar mekânıdır. Kalbi Allah’ın dinine sabitlemeden Müslüman’ca bir hayat yaşamak mümkün değildir. Kalblerini dinlerine sabitlemeyenler, Müslüman olduklarını iddia etseler bile dinleriyle kavgalı olmaktan kurtulamazlar. Kalb kaymasına uğrayanlar, dini Allah’a has kılmazlar. Kalb kayması, Dini Allah’a has kılmaktan çıkarıp, insanın kendi nefsi için çıkar malzemesi hâline getirmesi demektir. Kur’ân’da, kalbi, Allahû Telâya bağlılık noktasında yoğunlaştırma demek olan “İhlas”a bu kadar vurgu yapılması, aslında insanın içinde din ile ilişkide böyle bir savrulma potansiyeli bulunması sebebiyledir. İhlas nasıl bir kalb ameli, kalb yoğunlaşması ise, dini nefsi hesaplar için kullanmak da, kalbi bir sapma, savrulmadır. Bir kalb kaymasıdır, pörsümesidir. Din aslında, tâbii ki insanın dünyadaki tüm ilişkilerini tanzim eden mahiyetiyle davranışlar boyutu da bulunan bir müessese olmasına rağmen, asıl olarak kalbdeki kıvamı ile gerçek değerini bulur. Üsve-i hasenemiz/güzel örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav)’in en çok yaptığı duanın ve “kalblerimizi kaydırma” âyetinin ümmete, kalbî istikamet ve tatminin müslümanlığın esası ve vazgeçilmez rüknü olduğunu öğretmektedir. Çok karmaşık dünyamızda müslümanlığımız ve tâbii âhirette mutluluğumuz buna bağlıdır. O halde duamız da hep aynı olmalıdır:

“Ey kalbleri halden hâle (renkten renge, şekilden şekile) çeviren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere sabit kıl.”

Kalp kayması, bazân gayr-i meşrû bir bakışla, bazân haram olan bir lokmayla, bazân batıl bir söz dinlemekle, bazân batıl bir iş yapmakla ve bazân zalimleri alkışlamakla meydana gelir. Tevbe ile kalpte meydana gelen günah lekesi silinmezse, kalp kayması meydana gelir.

Kalp kayması, başlı başına bir hüsrandır. Kalplerini günahlara uğratanlar, hayatlarını hüsrana uğratanlardır. İman ettikleri Kur’ân’a gurbet yaşatanlar, kalbleri kaymış olanlardır. Onlar Kur’ân yerine Kur’ân karşıtı şeylerle kendilerini meşgul ettirenlerdir.

Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Buhârî ve Müslim’in Hz. Ömer (r.a.)’den rivâyet etmiş oldukları ve “niyet hadisi” diye meşhur olmuş olan hadis-i şerifte Allah Rasulü şöyle buyurmaktadır:

“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (7)

Dikkat edilirse, bu hadis-i şerif; her şeyin kalite standardını bir kalb ameli olan “niyete – maksada – gayeye” bağlamaktadır. Yani o işi neden yaptın? Amacın ne idi?

Niyetin sorgulandığı alan ise çok nettir.

-Allah rızası mı başka bir hesap mı?

Allah rızası dinin özü, öteki hesapların tamamı ise dinin kullanılmasıdır.

Hiç şüphesiz davranışlar hâlinde ortaya koyduğumuz her amelin de bir “kalb karşılığı” vardır.

Mü’min hiçbir amelin “Din istismarı -Dini kendi çıkarı için kullanma” diye nitelenebilecek bir mahiyet kazanmasına imkân vermez. Bile bile “Din istismarı”na yönelen insanın, öncelikle bir “İman testi”nden geçmesi lâzım. Belki o, “Hevasını ilah edinenler” sınıfına dâhildir. İnsanların Allah inancını bile kendi çıkarı için sömüren varlıktır o. Onu ayrı bir kategoride değerlendirmek gerekiyor.

Biz kendimize bakıyoruz. Mü’min iken, âhiret kaygısı taşıyor iken, Rabbimizin huzurunda amellerimizin “Defolu çıkma” riskini çok çok önemsiyor iken, kalbi kaymalarla kaybedenler zümresi içine girmemeyi konuşuyoruz.

Cihadın olmadı, çünkü riya karıştı, ilmin olmadı, infakın olmadı, namazın olmadı, gibi ebedi hayat hükümlerine maruz kalmamayı konuşuyoruz.

Bu ümmetten önceki ümmetler, kendi dinlerinden olmayanlarla cihad ettiler ama kendileri de dinlerini zevklerine uyarlamakta sakınca bulmadılar. Sıkıştıklarını gördüklerinde ellerindeki kitabın âyetlerini ya tevil ettiler ya da silip imha ettiler. Hoşlandıklarını da din önderlerinin ağzından ‘olur’ almış ilkeler hâline getirdiler. Din adamı olarak başlarında bulunanlar onlara çalıştı, onlar da din adamlarına çalıştı. Birbirlerini memnun edip Allah’ın rızasını kazandıklarını hayal ettiler. Birbirlerine verdikleri rüşveti adeta Allah’a verilmiş sadaka gibi tuttular. Bu yaptıkları ile de mutlu oldular, cennet kazandıklarını vehmettiler. Kitleler din adamlarını rab edindi. Din adamları da onlara garantili cennet tapuları dağıttı.

Alanın da verenin de razı olduğu bir pazar oluşturdular. Neticede de din ellerinden gitti, ebedî hüsrana uğradılar.

Bütün bu vahim sonuç, Allah’ın dinine bir tek hükümde bile olsa müdahâle etmekte sakınca görmemekle başladı. Dine teslim olmaları gerekirken dini kendilerine teslim etme cüreti gösterdiler. Yaptılar, yaptıklarını beğendiler. Birbirlerini alkışladılar. Gidişata ayak uydurmayanı da linç ettiler. Bir hüküm, iki hüküm diyerek bireysel de olsa dinden tavizi, tavizin başladığı yerde kalacağını zannederek basit ya da zararı sirâyet etmez zannettiler. Sonuç ise öyle olmadı. Bir hahamın ya da papazın küçük bir tebessümü, din üzerinden kahkahaya dönüştü. Kudüs’teki bir ‘küçük görülmüş bid’at’ İstanbul’da şirke dönüştü. Biz ise bu iki dinin kaldırılış sürecini Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenmiş ümmetiz. Allah’ın dinine müdahâlenin, iyi niyetlerle bile olsa akıbetini görmüş bulunuyoruz. Hiç şüphe yok elbette, böyle bir süreç işlese dahi İslâm için, kaldırılıp başka bir din getirilme tehlikesi yoktur. Elhamdülillah, yoktur. İnsanlar müdahâle etti diye din kaldırılıp yenisi getirilmeyecek ama müdahâleciler kaldırılacaktır. Dine şekil vermek isteyenler ancak kendi çevrelerine ve onlara aldananlara etki edebilirler. Din köklerinden zarar görmez. Bu hakikat dinimiz açısından sevindiricidir. Fertler olarak ise bu sürece düşülmesinin bedelini ödemeye mecburuz. Bilmemiz ve kollamamız gereken parolamız şudur: İslâm kendisine Müslüman arıyor. İlm-i sahih ve ameli salih, kalp kaymasına karşı savunma kalkanlarımızdır. İmam-ı Evzâi (rh.a) derdi ki; “Mü’min az konuşur, çok amel işler. Münafık ise çok konuşur az amel işler.”(8) Konuşması çoğalıp amelleri azalanlar, kalp kaymasına uğrayanlardır. Yani kalbleri Hakk’ın ve hakikatin dışındaki şeylerle meşgul olanlardır.

Kalplerimizi, dillerimizi ve ellerimizi kötülüklerle mücâdele eden birer silah hâline getirmemiz, kalp kaymasının önüne geçmemiz anlamına gelir. Çünkü bu durumda mü’min kişi kötülüklere karşı teyakkuz hâlindedir. İmanla uyanmış ve imana uymuş bir kimsenin kötülere ve kötülüklere teslim olması mümkün değildir. Ancak kendileriyle kötülükler, günahlar, haramlar arasına mesafe koyamayanlar, onlara karşı terk-i mücâdele edenler, kalplerini kaybetmiş olanlardır. Huzeyfetü’l Yeman (r.a.)’a yaşayan ölülerden sual edildiğinde cevaben dedi ki: “Yaşayan ölü; eliyle, diliyle ve kalbiyle münkeri/kötülükleri değiştirmeyendir.” (9)

Kötülüklere karşı terk-i mücâdele, kalp kaymasının bir alâmetidir. Kalpleri kötülüklerden taraf olanlardan kötülüklerle mücâdele beklenemez. Kendi kalplerine sahip çıkmayanlar, kime ve neye sahip çıkabilirler?

Kalp kaymasına karşı bizleri uyaran Kur’ân âyetleri, sürekli uyanık bulunmayı, daima sakınmayı, her zaman tetikte olmayı zorunluluk hâline getiriyorlar. Kalbin heyecanlarına, korkularına ve paniğe kapılmasına karşı uyanık bulunma... Kalbi etkileyen vesveselerden ve parçalanmaya neden olabileceğinden korkulan eğilimlerden sakınmak... Kalbi saptıran, kötülüğü telkin eden, duygu ve vesveselere karşı hazırlıklı olma... Bunun yanında, herhangi bir yanılgı ya da gaflet veya dehşet anında bu kalbin başka taraflara yönelmemesi için Allah’la sürekli bir ilişki gerekmektedir.

Allah’ın peygamberi, masum olduğu halde sık sık yüce Allah’a şöyle dua ederdi:

“Allah’ım, ey kalpleri yönlendiren, kalbimi dinin üzerinde sabit kıl.” Ya insanlar ne yapmalıdırlar? Üstelik onlar peygamber ve de masum değiller.

Gerçekten bu, kalbi derinden sarsan bir tablodur. Bir süre bu tabloyu seyreden, kendi içinde taşıdığı kalbe bakan, onun karşı konulmaz güce sahip yüce Allah’ın kontrolünde olduğunu, içinde taşıdığı halde bu kalp üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığını gören mü’min, bedeninde derin bir ürperti hissedecektir.(10)

Kalbler için sürur ve lezzet muhabetullah ve marifetullah olmadan tamamlanamaz.

Allah’tan razı olmadan, Allah’ı sevmeden Allah’a takarrüb hasıl olmaz. Allah’ı tanımadan ve Allah’ın dışındaki mahbublardan yüz çevirmeden muhabbet-i kâmile hasıl olmaz.(11)

Kalplerimiz Allah’ın elindedir. Allah “Mukallib”dir. Kalpleri evirip çevirendir. Kalben Allah’ın indirdiklerinden razı olanların Allah’ın indirdiklerini hayata hâkim kılmak için mücâdele etmeleri, bir “Kalb-i Selim” ile Allah’ın huzuruna çıkma derdine düşenlerdir. Allah’a iman ile mutmain olmuş kalplerimizin kaymaması için daima imanımızın atmosferinde kalmalıyız. Çirkin fiillerin ve şüphelerin her tarafı kasıp kavurduğu bir zamanda imanın atmosferinde kalarak salih amel işleyenler, kalplerini kurtaranlardır. Onlar bir “Kalb-i Selim” ile Allah’ın huzuruna çıkmaya çalışanlardır. Hidâyetten sonra kalp kaymasına uğramak, şeytan ve şeytanın zürriyeti tarafından yağmalanmaktır. Hayatlarından şeytana ve şeytanın zürriyetine pay ayıranlar, kalp kaymasına uğrayanlardır. Kısacası kalp kayması, hayatın karanlıkta kalmasıdır.

---------------------------------------------------------------------

(1)   Âl-i İmran Sûresi/8

(2)   Tirmizi, deavât, 89, 124; kader, 7; İbn Mace, mukaddime, 13; Ahmed b. Hanbel, II, 4, 8; III, 112, 257; V, 182, VI, 251, 294, 302, 315; İbn Ebi Şeybe, Musannef, XI, 37

(3)   bk. Sünen-i Tirmizi, deavât: 89

(4)   Âl-i İmran Sûresi/ 7

(5)   Araf Sûresi/179

(6)   Mü ’min Sûresi/14

(7)   Sahih-i Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, Eyman, 23; Sahih-i Müslim, İmaret, 155; Ebu Davud, Talak, 11; Sünen-i Tirmizî, Fedailu’l-Cihad, 16

8   Siyeru A’lami’n-Nübela (İmam Zehebi) C:7, Sh: 125, Beyrut/ 1428

(9)   İhyau Ulumi’d Din (İmam-ı Gazali) 2/ 311; A’zaru’l Mütekaisîn (Yahya b. İbrahim Yahya) Sh: 9, Riyad/ 1420

(10)   Fizilâl’il Kur’ân (Seyyid Kutub) C:3, Sh:1495, Beyrut/ 1982

(11)   Fıkhu’l Kulûb (Muhammed b. İbrahim b. Abdullah et-Tevcîrî) Sh:4-5, Ürdün/ 2006

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Mutlulık Yolu İslam / Kalbin Temizliği
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 08:45:49 ÖÖ »


Kalbin Temizliği

Bugün İslâm fıkhı’nın uygulanmadığı coğrafyalarda; can, mal, akıl ve  nesil emniyeti olmadığı gibi, din emniyeti de yoktur. Din adına her türlü sapık fikirleri ortaya atan bir insan, arkasına binlerce insanı toplayabilmekte ve ateş çukuruna doğru götürmektedir. 

Gerekli ilmi donanıma sahip olmayan Müslümanlar ise, bu kargaşada söz ve fiillerinde tereddüde  düşmektedirler. Maalesef herkes  kendi hocasının, üstadının, şeyhinin doğru olduğunu, hatta kalb gözünün açık olduğunu ileri sürmektedir. Birilerinin kalb gözünün açık olduğunu görmek için, önce mükellefin kendi  kalb gözünün açık olması gerekir. Hz. Ali ‘nin (r.a) “Hak adamla bilinmez, önce hakkı tanı dolayısıyla ehlini tanırsın” diyerek önemli bir ölçüyü hatırlatmıştır. Dolayısıyla yoğun bir şekilde devam eden sapık fikir trafiğinin kurbanı olmak istemiyorsak, şer’i delilleri  dikkate alalım ve temiz biz kalb ile yolumuza devam edelim.

İNSANI yaratan Allah (c.c.) onu hem beden olarak, hem de ruh olarak yaratmıştır. Bedenimizi, fiziğimizi farklı farklı özelliklerde yaratan rabbimiz, ruhlarımızı da aynı şekilde farklı yaratmıştır. İnsanların görünüş itibarı ile şişmanı zayıfı, uzunu kısası, güçlüsü ve cılızı, hızlı koşanı, daha çok zıplayanı olduğu gibi, ruhlarımızda da aynı farklılıkları görebiliriz. Öfkeli, sabırlı, kibirli, merhametli, tez canlı, ağırkanlı, kıskanç, kendini beğenmiş, bencil olma gibi hasletler ruha ait özelliklerdir. İnsan hem ruhundan, hem de bedeninden sorumludur. Allah(c.c.) ruhumuzu da, bedenimizi de terbiye etmemizi ister.

Fakat insanda asıl olan, önemli olan cismani yönü değil ruhani yönüdür. Bu yüzden Peygamber Efendimiz  (sav) şöyle buyurmuştur.  “Allah sizin suretlerinize, değil kalblerinize bakar” İmanın mekanı, barınağı kalbtir. Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de imanın dâhil olacağı yerin kalb olduğunu beyan etmiştir: “ Araplar(bedeviler) iman ettik dediler.

De ki  siz iman etmediniz, fakat islâm olduk deyin. Fakat henüz iman kalblerinize girmedi”(Hucurat,14) Burada kastedilen İslâm devletine tâbii olmak ile tahkiki imana sahip olmak arasındaki farktır. İnsan için hayati öneme haiz olan unsur, imanın mekanı olan kalbin sağlıklı ve temiz  olmasıdır. Âhiret’e tertemiz bir kalple intikal etmek, imtihanı kazanmanın  formülüdür. Ahiretle ilgili olan muhkem bir nassda şöyle buyurulmuştur. ” O gün, ne mal fayda verir; ne de oğullar! Meğer ki insan, Allah’a tertemiz bir kalble gelmiş olsun”(Şuara,88-89) Bu âyetin tefsirinde İmam Kurtubi temiz kalbi açıklarken şöyle der ;”Temiz kalb, yerilmesi gereken kötü vasıflardan arınmış, buna karşılık güzel vasıflar ile  bezenmiş kalp demektir.” Said b. Müseyyeb’den gelen rivâyet şöyledir: “Selim kalb, sağlam, sağlıklı kalp demektir ki, o da mü’minin kalbidir. Çünkü kâfir ile münafıkın kalbi hastadır. Nitekim yüce Allah: “Onların kalplerinde hastalık vardır” (el-Bakara. 2/10) diye buyurmaktadır.

KALBLER NASIL KİRLENİR?

Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur; “ Fitneler kalblere hasır çubukları gibi tekrar tekrar arz olunur. Kalb bunları kabul ederse o kalbde siyah bir nokta hasıl olur. Kötülükler arttıkça siyah noktalarda artar ve kalb sonunda simsiyah olur.

İyilik oraya girmeye bir yol bulamaz.  İnsan bir iyilik yapınca da kalbinde beyaz bir nokta hasıl olur, iyilikler arttıkça beyaz noktalar artar ve sonunda kalb bembeyaz olur. Cilalanır ve artık hiçbir kötülük ona zarar veremez.”(1)

Hadiste belirtildiği üzere insanın kalbini kirleten şey günâhlarıdır. Allah’a itaat edilerek üzeri temizlenen ve parlatılan kalb ise üzerinde kötülüğün barınmasına müsaade etmez.

Günahlar için kaygan bir zemin oluşturur ve zulüm orada kendisi için uygun bir ortam bulamaz. Tam tersi günahlarla meşgul olan bir kalb ise kötülüğün tesiri ile paslanır, kilitlenir ve hatta belki de mühürlenir. Bunun sonucunda da akıl edebilmesi için gerekli olan Allah’tan gelen âyetler, iyi nasihatler, güzel sözler kalbinin derinliklerindeki akıla ulaşamaz. Ulaşamayınca da İman ve salih amel olarak ortaya hiçbir şey çıkmaz. Nasıl ki kendisi için gerekli gıdayı, proteinleri, vitaminleri almayan vücut hasta oluyor ve işlevini tam olarak yerine getiremiyorsa, Ruh’ta aynı şekilde aç kaldığı, eksik gıdalandığı zaman yeteneklerini kaybeder. Hasta olur ve hatta ölür. Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de kâfirleri ruhsuz kerestelere benzeterek şöyle der;” Bu, onların iman edip, sonra da inkâr etmiş olmalarındandır. Onların kalpleri paslanmıştır. Onun için anlamazlar; Onları gördüğünde dıştan hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar elbise giydirilmiş keresteler gibidir” (Munafikun, 63/3-4) Bu âyetin tefsirinde İmam Kurtubi, Müslim’in Sahihinden naklen; Yüce Allah onları işitmeyen, akletmeyen, ruhsuz bedenler, akılsız cisimler gibi duvara dayandırılmış kerestelere benzetmektedir. İçi boş oduna elbise de giydirsen, kıravat da taksan odun odunluktan çıkmaz. Ruhsuzdur ve ateş için bir kütük olmaktan öteye gidemez. Böyle insanlar diri değildir. Onlar yürüyen ölülerdir. İslâm’ın hâkim olmadığı topluluklarda caddelerde, mağazalarda, her yerde “ölülerin yürüyüşü” filmini devamlı olarak seyredebilirsiniz. Aynı zamanda böyle toplumlarda ruh hastalığı alabildiğine yaygındır. Çünkü, İnsanların ruhları tatminsizlik içindedir. Allah’ın zikrinden uzak bir yaşantı hayatlara hâkim olmuş ve kanıksanmıştır. Kalbimizin özelliklerini en iyi bilen yüce yaratıcı kalb hakkında şöyle buyurmuştur; “Kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.(Rad 28) Ruhları değil, bedenleri doyurmaya öncelik veren bir toplum felâh bulamaz. Psikolojik sorunlar, ruhsal çöküntüler, kargaşa ve kaos asla bitmez. İnsanlar madde plânında zirveye de ulaşsa mutluluğu yakalamaktan çok uzaktırlar. Onlar ancak hayvan gibi yaşarlar. Allah(c.c.)’a itaatten uzak, inkârcı, nankör insanlar için Kur’an’ı Kerim’de Bakara suresi 171. âyette şöyle buyurmaktadır. “İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.” Gerçek körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür. Kalbleri kör olanlar, kendilerine ve idare ettikleri insanlara baş gözleri kör olanlarla kıyaslanamayacak derecede zarar verirler. Bu hususta İmam Gazali, Akıl, ruh ve beden arasındaki münasebeti açıklarken bir ata onu yöneten ruhu bir süvariye benzeterek süvarinin körlüğünün, atın körlüğünden daha çok süvariye zarar verdiğini belirtir.(2) İslâm topraklarındaki zalim, fasık ve kâfir idareciler hastalıklı ruhları ile insanları bölük bölük cehenneme doğru sürüklemekte, günâhları yüzünden kör olan halk ise yürümekte oldukları uçurumu göremeyerek toplu bir intiharın içindedirler. Öylesine bir intihar ki bedenleri değil, ruhları öldüren, ebedi bir azâbı beraberinde getiren korkunç bir aldanma.

Günâhlarla kirlenmiş olan kalb doğruyu yanlıştan ayıramaz. “Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünebilirler.” Rad (19) Nasıl ki bir şoför sürmüş olduğu aracın camlarını temiz tutup görüş alanını açık tutuyorsa, aklın da görebilmesi için temiz bir kalbe ihtiyaç vardır ki, yoğun trafikte arabayı, yani bedeni bir çukura yuvarlamasın. Hele bu çukur cehennem çukuru olursa. Bugün islâm topraklarında her türlü sapık fikirler son sürat ve alabildiğine yoğundur. Böylesi tehlikeli bir trafikte çok iyi görüş alanına ve iyi şoförlüğe ihtiyaç vardır.

Yoldaki çukurları görmek ve sahte tabelâları gerçeğinden ayırmak ancak özel bir kabiliyet gerektirir. Bu hususta rabbimiz şöyle buyurur” Ey îman edenler! Eğer Allah’tan İttika ederseniz (haramlardan kaçarsanız). O, size (hak ile bâtılı) ayırt edici

bir anlayış (Furkan) verir.” (Enfal,8/29) Sapıklığı, doğrudan seçebilmek ancak Allah’tan korkmak, yani haramlardan kaçmak ile olur. Haramlardan kaçanın da kalbi temiz, cilâlı ve görüş açısı geniştir...

Devamlı olarak Allah’a âsi gelen, farzları yapmayan insanın kalbi ise nasıl temiz kalsın?

En azından günde beş kere namaz kılmayarak Allah’a isyân eden kalb nasıl temiz olabilir? Kalbi temizleyen en büyük unsur Farzların yapılması ve haramlardan kaçmaktır.

Bir de “Tevbe” vardır ki, günâhlar ancak onunla yıkanır, temizlenir. İmam Gazali “Tevbe” konusunu açıklarken şu ifâdeleri kullanır “ Nasıl ki pislikte kullanmak elbiseyi kirletiyor, sabun ve sıcak su ile yıkaması elbiseyi temizliyorsa onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmakta kalbi kirletiyor. O kiri, gözyaşlarının suyu, pişmanlığın yakıcılığı ile yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz ve tahir kalb de makbuldur. Senin vazifen sadece tezkiye ve temizlemedir.”(3)

Kalb kirli olunca, bütün vücudun bozulmasına sebep olur. Vücut bozulunca da Allah’a kulluk hasıl olmaz. Fısk ve küfür gündeme girer ki bu da ebedi hüsran demektir. Yemiş olduğumuz yiyeceklerden, yapmış olduğumuz hareketlere, konuşmalarımız ve gözlerimizin gördüğü haramlara, kulaklarımızın duyduğu gayri İslâmi nağmelere kadar her şey kalbi fesada uğratan unsurlardandır. Hattâ ve hatta şüpheli olan şeylerden bile kaçarak Allah’ın yasak sınırlarına yaklaşmaktan imtina etmeliyiz. Bir Hadisi şerifte peygamberimiz (s.a.v.); ”Helal olan açıkça beyan edilmiştir, haram olanda açıkça beyan edilmiştir. İkisi arasında ise helâle de, harama da benzer durumu olan ve insanların çoğunun hükmünü bilmediği işler vardır. Kim bu şüpheli olanlardan sakınırsa dinini ve namusunu muhafaza etmiş olur. Kim de şüpheli olanlara dalarsa neticede harama dalar.

Sürüsünü koruluğun etrafında otlatan çoban gibi ki, (koyunların) koruluğa dalması pek uzak değildir. Dikkat edin her sultanın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haram kıldıklarıdır. Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur. O bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkat edin o kalb’dir.”(4)

Burada bozulması ile bütün vücudumuzun bozulacağı kast edilen kalb, maddi kalbimizin içinde yer tutmuş olan manevi kalb’dir. Bizim maddi kalb ile işimiz yoktur, O doktorların işidir. Aynı zamanda o kalb hayvanlarda da vardır. Biz şer’i kalb ile ve onun sağlığı ile ilgileniyoruz.

AKIL NEREDEDİR?

İslâm âlimlerinin ittifakı ile akıl kalb’de bir “nûr”dur. Aynı zamanda akıl doğruyu, yanlıştan ayıran en büyük unsurdur. İnsan onunla iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırır. Akıl olmazsa insan Allah indinde sorumlu olmaz. Rasulullah(s.a.v.)” Allah akıldan daha üstün bir mahluk yaratmamıştır”(5) buyurarak yaratılmışların içinde en üstün varlık olarak aklın kıymetine işaret etmiştir.

Akıl melekemiz bizi “Eşref-i mahlûkât” derecesine çıkaran en büyük sermayemizdir.  Kendilerine akıl verilen insan meleklerden farklı olarak, Nefis ve şeytanın aldatmalarına ve bütün olumsuz hasletlerine rağmen aklına tâbi olarak aydınlığı ve şerefi yakalar.

Şeytan’ın askerî olmaktansa, Allah’a asker olur. Akıl ise ancak ilim vasıtası ile gerçek doğruyu bulur. Allah (c.c.)’ın Kur’an ve peygamber göndermesindeki hikmet de budur. İmam Gazali “ Akıl göz ise, ilim ışıktır” sözü ile nasıl ki ışık olmadan gözlerimiz göremez ise, akılda Vahiy olmadan, âyet ve hadislere tâbi olmadan doğruyu bulamaz, diyerek aklın tek başına doğruyu bulamayacağını, ancak ilim ile beraber hareket ederse işe yarayacağını ifade eder.

Bir de insan kafatasının içinde bulunan beyin (Dimağ) vardır. Günümüzde insanlar aklı hep kafataslarının içinde, beyinlerinde telaffuz ederler. Akıl ile beyin birbirine karıştırılmamalıdır. İkisi farklı şey olmakla birlikte beraber çalışırlar. Hz.Ali’nin dediği üzere “Akıl kalbde bir nurdur, ziyâsı dimağdadır.” Beyin verileri, bilgileri toplar kalbe sunar. Kalb onları akıl süzgecinden geçirir. Akıl ise sevgi, merhamet, nefret, öfke, beğenilme arzusu gibi duyguların tesiri altında olduğu halde bir hükme varır veya varamaz. Kalbin üzeri ne kadar kötü haslet ile donanmışsa akıl o kadar olumsuz etkilenir.

Gelen bilgiler kirlenmiş olarak kendisine ulaşır. Verilen karar da o kadar kirli olur ve insanı o derece bozuk amellere sevk eder. Beyin kiler gibidir. Yemek yapmak için her türlü malzeme oradan gelir. Ancak doğru malzemeyi, doğru şekilde kullanmak ortaya mükemmel ve lezzetli bir yemek ortaya çıkarır. Doğru malzemeler uygun sıcaklıklarda ve usule uygun yapılmadığı taktirde ortaya lezzetli bir yemek çıkmadığı gibi, protein ve vitamin bakımından da eksik olur ve hatta o yemek  zehir olur. İslâm kültüründen uzak olan, dünya sevgisi kendilerine baskın gelen insanlar, âhiret ile ilgili ilimleri öğrenmemişler, öğrenememişlerdir. Beyin faktörü gerçekten dikkate alınması gereken çok önemli bir etkendir. O tek başına bir güç değildir. Bugünkü bilim zekâyı, beyni putlaştırmış, kalbin üzerine çıkarmıştır. Duygularımızın merkezi kalb’dir. İnsan duyguları ile insandır ve değer bulur. Yaratılış olarak çok güzel, ya da yakışıklı olan, bunun yanında bir takım özel marifetleri olarak iyi şarkı söyleyen bir şarkıcı, iyi rol yapan bir artist, bir müzik aletini çok iyi çalabilen bir müzisyen, bulunduğu dalda dünya şampiyonu olmuş bir sporcu ya da bulunduğu alanda uzman olmuş çok zeki bir profesör vs. bütün bunlar eğer karakter olarak kibirli, ahlâksız ve bencil olma gibi çirkin hasletlerden birini veya birkaçını taşıyorlarsa toplum nazarında sevilmezler, en azından insan olarak takdir görmezler.

Kötü ahlâkları kabiliyetlerini bastırır. Tam tersi çok zeki olmasa da, hatta fizik olarak çirkin bile gözükse iyi niyetli, güler yüzlü, insanlara değer veren, yardım eden, temiz ahlak sahibi insanlar ise el üstünde tutulur ve değer verilirler. Toplum nazarında sevilir ve saygı gösterilirler. Allah(c.c.) “ Biz insanların sûretlerine değil, kalblerine bakarız” buyurarak ruh ve akıl güzelliğinin diğer güzelliklerden önce geldiğine işaret etmiştir.

“Biz Kur’an’ı bir dağa indirseydik onun Allah korkusundan baş eğerek parça parça olduğunu görürdün”(Haşr,59/21) Kur’ân-ı Kerim heybet timsali bir dağı bile parça parça olacak derecede etkiliyor ise biz insanlarda acaba neden böyle bir etki uyandırmıyor?

Bizleri titretmiyor? korkutmuyor? Çünkü, insanoğlunun kalblerinin üzerinde onun idrakını yok eden, ya da azaltan öyle duygular vardır ki aklın hassasiyetini zayıflatmış, görüşünü daraltmış, kirlenmiş. Gurur, kibir, ucub, riya, hased, öfke, kavmiyetçilik vs. gibi görünmeyen duvarlar kalbimizin önünü kapamış iken nasıl akledelim? Doğru bilgi nasıl bu kadar engel arasından geçerek aklımıza ulaşsın? Bir de bunun üzerine şeytanlar kalbizin üzerinde cirit atarken nasıl idrak edelim? Bir Hadisi şerifte peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; ”- Eğer şeytanlar Ademoğullarının kalblerinin etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki, Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı”(6)

Şeytanların kalbimize atmış olduğu vesvese tohumları ve diğer olumsuz duygular bizim melekler âlemini görmemize engeldir. İdrak olmayınca kalbe etki de olmaz. Etki olmayınca da o akıl hapis kalır, işe yaramaz. Dolayısıyla o kalbin desteklediği ruh ölür. Geriye kalan ise sadece ruhsuz bir odundur.

Bugün İslâm fıkhı’nın uygulanmadığı coğrafyalarda; can, mal, akıl ve  nesil emniyeti olmadığı gibi, din emniyeti de yoktur. Din adına her türlü sapık fikirleri ortaya atan bir insan, arkasına binlerce insanı toplayabilmekte ve ateş çukuruna doğru götürmektedir.

Gerekli ilmi donanıma sahip olmayan Müslümanlar ise, bu kargaşada söz ve fiillerinde tereddüde  düşmektedirler. Maalesef herkes  kendi hocasının, üstadının, şeyhinin doğru olduğunu, hatta kalb gözünün açık olduğunu ileri sürmektedir. Birilerinin kalb gözünün açık olduğunu görmek için, önce mükellefin kendi  kalb gözünün açık olması gerekir. Hz. Ali ‘nin (r.a), “Hak adamla bilinmez, önce hakkı tanı dolayısıyla ehlini tanırsın” diyerek önemli bir ölçüyü hatırlatmıştır. Kendi coğrafyamızda yoğun bir şekilde devam eden sapık fikir trafiğinin kurbanı olmak istemiyorsak, haramlardan kaçarak, farzlara azâmi riâyet ederek temiz biz kalb ile yolumuza devam edelim. Bu ise ilimle yani üzerimize farz olan ilmihal bilgisini öğrenmek ile mümkündür. Hakkı batıldan ayırma nimeti (furkan) sahih ilme göre amel eden ve muhlis  olan kullara verilen bir nimettir. Allah bize onu nasip etsin. Âmin

--------------------------------------------------------------------

(1)   Müslim terc. K.iman1/191 sofuoğlu

(2)   İhyâu Ulûmi’d-din, İmam Gazali, Cilt.3, Sh.35

(3)   İhyaû Ulûmid’din Cilt.4. sh.24

(4)   Buhari, Kitabul iman,1/19; Müslim, Kitabul büyu, 3/1219; İbnu Mace, Kitabu’l fiten, 2/1318

(5)   Tirmizi, Nevadirde, İhyâu Ulûmi’d-din, İmam Gazali, Cilt.3, Sh.34

(6)   İhyaû Ulûmid’din Cilt.3; sh.19. (Ahmed)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Kadınlarla İlgili Diğer Konular. / Peygamberimizin Kadınlara Karşı Muamelesi
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 08:36:03 ÖÖ »


Peygamberimizin Kadınlara Karşı Muamelesi

İslâm gelmeden önce yaşanan döneme “câhiliye devri” denir. Câhiliye devri tabiri, sadece okuma-yazma, kültür ve medeniyetin geriliğini anlatmak için kullanılmaz. Bu tabir, insanlığın gerilediği, ahlâkın sefalet içinde olduğunu, Allâh’ın unutulduğunu, Allâh’ın indirdiği dine bağlılık ve sadakatin bittiğini gösterir.

Câhiliye devirlerinde, güçlüler her zaman haklı, zayıflar her zaman haksızdır. Kadınlar, fakirler, çocuklar, yaşlılar; kısacası sahipsiz ve himâyesiz olanlar, devamlı sûrette hor ve hakir görülür, ezilir.

Peygamber Efendimiz gelmeden önce, gerek Arabistan Yarımadası’nda, gerekse o günün süper güçleri olan İran ve Bizans’ta durum farklı değildi.

Kadın ve kızlar, onur kırıcı bir şekilde aşağılanıyordu. Kızların ilerleyen yaşlarda gördüğü kötü ve yüz kızartıcı muâmele yüzünden anne-babalar, daha çocuk yaşlarında çocuklarından kurtulmak istiyorlardı. Bazı ebeveynler, geçim sıkıntısı ve rızık endişesiyle çocuklarını öldürüyor, bir kısmı da kız çocuğu sahibi olma utancıyla yaşamaya dayanamadığı için yavrularını diri diri toprağa gömüyordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kız çocuklarına karşı olan bu bakış tarzını değiştirdi. Kendisine kız çocuğunun olduğu müjdelendiğinde o dönemdeki erkeklerden farklı olarak samimi bir şekilde mutlu oldu, zevcesini tebrik etti, kızına “Zeyneb: babasının süsü” adını verdi, kendisi için Akîka kurbanı kesti.

Peygamber Efendimiz, pek çok hadîs-i şerîflerinde kız çocuklarını, erkek çocuklardan ayırmayı yasakladı. Evlatlara verilen ikramlarda eşitliği gözetmeyi emretti. Kız çocuğu sahibi olan, onlara gözü gibi bakıp büyüten ve evlendirdikten sonra da onlarla ilgilyi kesmeyen ebeveyni, “cennetle” müjdeledi.

Anneyi, hürmet, muhabbet ve hizmet hususunda babanın önüne geçirdi. Annelerin ayaklarının altına cenneti serdi. Peygamber Efendimizin bu tavsiye ve uygulamalarıyla annelik şeref buldu. Kızlar ve kadınlar, kendilerini “değerli” hissettiler.

Kadın, hakarete, küçümsemeye, buğza layık bir varlık değildir. O, hürmete, muhabbete, merhamet ve vefaya layık olan insanlığın mürebbiyesi ve hizmetkârıdır.

Peygamber Efendimiz, toplumun iki zayıf kesimi olan “yetimler” ve “kadınlar” hakkında ashâbını uyarmış, kimsenin onlara haksızlık ve zulüm yapmamasını istemiştir.

Peygamber Efendimiz, eşler arasında merhamet ve muhabbeti artıracak yollar öğretmiş; kendisi de bizzat “En faziletli baba ve en sevgili kocanın nasıl olacağını” yaşayarak göstermiştir.

Hadîs-i şerifte, “Bana dünyanızda üç şey sevdirildi. Bunlar, kadın ve güzel koku, bir de gözümün nûru olan namaz!” buyrulmuştur.

Demek ki kadın, öbür din ve toplumlarda uygulandığı gibi nefret edilen, türlü hakaretlere mâruz bırakılan “belalı” bir varlık değil, Allâh’ın Peygamberine sevdirdiği, sevilesi bir varlıktır. Yine Peygamber Efendimiz, dünyanın “geçici bir metâ” olduğunu ifade buyurduktan sonra onun içinde en hayırlı şeyin, “sâliha bir hanım” olduğunu haber vermiştir.

Hayırlı ve sâliha hanım, toplumun gerçek mimarı, Fâtihleri büyütüp yetiştiren hakiki bir okuldur. Toplumlar, kadınlara değer verdiği kadar yücelmiş, onları hiçe saydığı, küçümsediği nisbette gözden ve insanlık seviyesinden düşmüştür. Rabbimiz, kendisinin kıymet verdiğine bizim de kıymet vermemizi nasip etsin. Bizi, bugün sürüklenmeye çalışıldığımız her türlü kötülük ve bataklıktan muhafaza buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
HZ MUHAMMED S.A.V / Allah Rasülü’ne Muhabbetimiz
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 08:33:38 ÖÖ »


Allah Rasülü’ne Muhabbetimiz

Sevgi ve nefret, kalbin amellerindendir. İnsan kalbiyle sever, bağlanır, sonra vücudu ve organları, o sevginin gereğini yapar. Sevgi, fedakârlıktır, itaattir, sadakattir. İnsan, en büyük bedeli, sevdiği uğruna öder. Sevdiğini aziz tutar, onun için her türlü fedakârlığı seve seve yapar. Sevgisine samimiyetle bağlı olduğu müddetçe, o sevgiye halel getirecek her türlü düşmandan ve düşmanlıktan uzak durur.

Seven, sevdiği kimseyle bir an olsun fazla vakit geçirmek için elindeki bütün imkânları sonuna kadar kullanır. Ondan ayrı kaldığı zaman ona hasret duyar. Hattâ bu sevgi ileri boyutlara ulaştığı zaman, onun yanındayken bile bu hasret ateşi sönmez. Ona ait olan her şey, ayrı bir hâtıra ve değere sahiptir.

Ashâb-ı kiramın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerinde sevginin bütün bu özelliklerini ve müşahhas misallerini görmek mümkündür.

Onlar, önce Peygamber Efendimizi tanımışlar, sevmişler, ahlâkına hayran kalmışlar ve sözlerine sadakatle bağlanmışlardı. Önce O’na, sonra Allah Teâlâ’ya inanmışlardı. Zaten O’nun peygamberliğini tasdik etmeden, Allâh’a ve âhiret gününe inanmak da mümkün değildir, O’nun söylediklerine inanmak da…

Onlar, Peygamber Efendimiz’le bir ömür dostluk, arkadaşlık yapmışlar; O’nun her türlü mahrem hâllerine vâkıf oldukları gibi, savaşta ve barışta, fakirlik ve zenginlikte, çocuklukta ve gençlikte, zaaf ve kudret zamanlarında; kısacası hayatın her ânında O’nu tanıma imkânına kavuşmuşlardır. Bu bilgi ve tanıma, onların Peygamber Efendimize olan sevgisini azaltmamış, aksine ziyadeleştirmiştir. Sırf bu durum bile, Peygamber Efendimizin ne kadar büyük bir ahlâk ve fazilete sahip olduğunu gösterir. Zira dost-düşman, binlerce meraklı göz, her an onun her söz ve davranışını takip etmiş; ancak bu takip neticesinde sadece takdir, muhabbet ve hayranlık ortaya çıkmıştır.

Bu sevgi o dereceye varmıştır ki, bir insanın en çok sevmeye meyilli olduğu, malı-mülkü, memleketi, evi-barkı, evlâdı, anne-babası, hatta kendi öz canını bile Allah Rasûlü’ne duyulan sevgi mukabilinde gönülden feda etmeye râzı olmuşlardır. “Anam-babam Sana fedâ olsun!” cümlesi, sıradan, basit bir tekerleme değildir. Yine, “Seni kendi canımdan bile çok seviyorum!” ifadesi, onların bağlılık ve teslimiyet dolu dudaklarından, bir kereye mahsus dökülmüş basit bir cümle değildir. Onlar, bu gönülden dökülen cümlelerin hakkını, mallarından, canlarından ve sevdiklerinden, gerekirse bir ömür boyu vazgeçerek ispat etmişlerdir.

Onlar, Allâh’a ve Rasûlü’ne teslimiyet, bağlılık ve itaat hususunda da bütün asırlara canlı birer örnek olmuşlardır. Peygamber Efendimizin mübârek lisânından işittikleri bir sözü, evirip çevirmeden, tâviz yolları aramadan, pazarlığa dökmeden tam bir teslimiyetle kabul etmişler ve gönülden, “Duyduk ve uyduk!” demişlerdir. Bazen kendi aleyhlerine olsa da, bazen ömürleri boyunca alıştıkları örf ve âdetlere ters düşse de, bazen akıl ve mantık ölçülerine uymasa da, “Değil mi ki Muhammedü’l-Emîn söylemiştir, muhakkak doğru söylemiştir!” diyerek tam bir sadakat ve itaat göstermişlerdir.

Onlar, Peygamber Efendimizin cennet meclisine can atmışlar, O’nunla bir dakika daha fazla geçirmek için kendi işlerini vekâletle yürütmüşler; O’nun civarında bulunabilmek için yarı aç-yarı tok sabahlamışlardır.

Onlar, Peygamber Efendimizi canlarından aziz bildiklerinden, kelimenin tam mânâsıyla O’nu “candan sevdiklerinden” kendileri de aziz olmuş, yeryüzünün rehber yıldızları hâline gelmişlerdir. Bugün kim, gönlünü ve elini Allah Rasûlü’ne teslim ederse, O’nu gerçekten çok sever ve her şeyden çok O’na bağlanmaya çalışırsa, ashâb-ı kiramın yolundan gidiyor demektir. Onlar, bu yolla Allâh’ın rızasına kavuşmuşlar, o yolu takip edecek bugünkü bahtiyarların ulaşacağı makam da orası olacaktır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
İslamda Aile / Kendimize ve Ailemize Sahip Çıkalım
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:12:49 ÖÖ »


Kendimize ve Ailemize Sahip Çıkalım

Bütün insanlık bir ana ile bir babadan meydana geldi.

Farklı kabilelere ve milletlere ayrılmaları tanışıp kaynaşmaları içindi.

Bu farklılık bir nimetti; birbirlerine karşı üstünlük taslamaları, düşmanlık etmeleri için değildi.

Üstünlüğü, Allah’a karşı takvada (yasaklarından kaçınarak, helallerine sarılarak) bulacaklardı.

“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır...” (Hucurât 13)

Ne hazindir ki zaman geçtikçe insanlık, yaratılış amacından koptu, Rabbinden uzaklaştı.

Yüce Allah onları kendilerine gelmeleri, hakka dönmeleri için kendi içlerinden elçiler/peygamberler gönderdi.

Çok azı hariç peygamberleri de dinleyen olmadı.

Bundan sebep tek bir kavme, bir günde birden fazla peygamber gönderildiği oldu.

Yine de peygamberleri yalanlamakta ısrar ettiler, birçoğunu taşa tuttular, memleketinden çıkardılar, kimisini de şehit ettiler.

Oysa o seçilmiş peygamberler hiçbir karşılık beklemeden insanlığa hayat nizamını taşıyorlardı.

Onlar, dünya ve ahiret saadetine çağırıp, şeytan ve azgın nefsin aldatmacasından insanları kurtarmakla görevliydiler.

“Onlar, “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.” (Yâsîn 14)

“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyen o kimselere tâbi olun; onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsîn 20-21)

Evet, onların tek amaçları ve çağrıları Allah’a kulluktu.

“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiya 25)

Ama ne yazık ki insan, var oluş tarihinden beri sürekli ateşe doğru koştu.

Efendimiz (s.a.s.)’in deyimiyle: “Benimle ümmetimin durumu ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.”

İnsanlığın hali bu!

KENDİMİZİ VE AİLEMİZİ ATEŞTEN NASIL KORUMALIYIZ?

Allah’ın gönderdiği tüm elçiler Allah’a kulluğa evvela kendi öz ailesinden başladılar.

“İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kūb da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).” (Bakara 132)

Efendimize (s.a.s.) de: “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şu’arâ 214) denildi.

Hz. Peygamber’e ilk iman eden eşi Hatice’dir.  Sonra evinde kalan yeğeni Ali, azatlı kölesi Zeyd, en sadık dostu Ebu Bekir (r.anhüm ecmaîn) peşi sıra geldiler…

Peygamberimize iman edenlerin öncelikleri hep en yakın akrabaları, anne-baba ve çocukları oldu.

Müslüman olduktan sonra da dinde, kullukta sebat için birbirlerine hep sahip çıktılar.

Efendimiz, evinde büyüttüğü kızı Fatıma’yı ve damadı Ali’yi evlendirdi. Düğünlerinin ilk sabahında kapılarına vardı, “Namaza kalktınız mı, haydi namaza!” diye seslendi.

Onların, “Ben Müslüman oldum, ibadetlerimi yaparım, başkası beni ilgilendirmez!” diye bir lüksleri olmadı, bizim de olamaz. Biz yakınlarımızı sevdiğimiz, benimsediğimiz doğru yola ve onun neticesi cennete çağırmıyorsak umduğumuz cennet de zor!

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” (Tahrîm 6)

Bu ayet üzerinde tekrar düşünelim.

En sevdiklerimizin, eşimiz ve çocuklarımızın bizim tabi olduğumuz inanç esaslarımızdan uzak kalmasına izin veremeyiz.

Biz secdeye kapanırken, ibadete dururken onlar oyun eğlencede, namaz/niyazdan bihaberse, bizden farklı düşüncelere sapmışsa; inançta, düşüncede ve yaşayışta farklı yönlere kayıyorsa (kusura bakmayalım) bizde de hayır yoktur demektir.

“El bebek gül bebek” yetiştirdiğimiz, kem gözlerden koruduğumuz çocuklarımız başkalarının yolunda ve düşüncesinde yol alıyorlarsa, Allah muhafaza onlar bizim ehlimiz olmaktan çıkmıştır, haberimiz yok!

Anne-babaların ayrı, çocukların ayrı telden çaldığı bir toplumdan hayır gelmez, unutmayalım.

Bu toplumda karşılaştığımız, kimin evlatları olduğu bilinmeyen genç nesiller bizim çocuklarımızdır, başka bir ülkeden buraya gelmediler!

Toplumun çarkını iyiye doğru çevirmek için, hepimiz ihmal ettiğimiz çocuklarımıza, özlerine dönmeleri, özlerinde yürümeleri için emek harcamalıyız.

Gönderdiğimiz okul, cami, meslek yerleri her neyse onlarla yetinirsek, başkalarının dayattığı teknoloji ürünü telefon ve tabletlere terk edersek, kontrol etmezsek yarın çok geç olur bugün de olduğu gibi.

Hâlâ sevdiğimiz bir ailemiz varsa, çocuklarımıza ulaşmada elimizden bütün imkânlar alınmış değilse, “bismillah” diyelim, bir yerlerden başlayalım.

Başta kendi nefsim olmak üzere benim gibi düşünen herkese naçizane çağrımdır.

Ailemizi kurtarırsak kendimizi kurtarmış oluruz, kendimizi kurtarırsak toplumu kurtarmış oluruz. Aksi takdirde ne bu dünyada ne de hesap gününde yakamızı kurtaramayız!

Nusret Reşber.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Abdülaziz Kıranşal / Müslümanlar Kazanımlarını Ne Zaman Kaybederler
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:05:29 ÖÖ »


Müslümanlar Kazanımlarını Ne Zaman Kaybederler

Eğer Müslümanlar faizi yaygınlaştırırlarsa ekonomik refahlarını kaybederler, rüşveti ve torpili yaygınlaştırırlarsa kamu düzenlerini ve bürokrasiyi kaybederler, kul hakkını ve haksız kazancı yaygınlaştırırlarsa ruhlarını ve kimliklerini kaybederler, haksızlık ve adaletsizliği yaygınlaştırırlarsa eminliklerini ve güvenilirliklerini kaybederler, ırkçılığı yaygınlaştırırlarsa toplumsal birlik ve beraberliği kaybederler, zinayı yaygınlaştırırlarsa evlerini ve ailelerini kaybedeler, içki ve kumarı yaygınlaştırırlarsa nesillerini kaybederler, mazlumun ahını duymamazlıktan gelirlerse merhametlerini kaybederler, kendilerini uyaranlara kulak asmazlarsa kardeşlerini kaybedeler. En sonunda da kaybetmekten korktukları ne varsa hepsini kaybederler.

Müslümanlar lüks, israf, kibir ve şımarıklığın pençesine düşerlerse: Eğer Müslümanlar Allah’ın kendilerine verdiği siyasi gücü, ekonomik gücü, medya gücünü, bürokrasi gücünü, hukuk gücünü, sayısal üstünlük gücünü Allah’ın dininin hâkimiyeti için değil de şahsi menfaatleri ve konforları için kullanmaya başlarlarsa, lüks ve israfa düşerlerse, kibre kapılıp tüm bu nimetleri kendi elleriyle kazandıklarını zannederlerse, asıl hedef ve ideallerini unutup, yola niçin çıktıklarını hatırlamazlarsa Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmiş olurlar ve işte o zaman tüm kazanımlarını kaybederler. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl, 112)

Müslümanlar dünyevileşir ve ahlâki yozlaşma başlarsa: Eğer Müslümanlar vehn hastalığına kapılıp dünyevileşirlerse, değerleri için tüm dünyalık kazanımlarını feda etmeyi göze almaları gerekirken, dünyalık kazanımları için değerlerini feda etmeye başlarlarsa, makamlarına, koltuklarına, elbiselerine, yaşam standartlarına verdikleri önemi, dinleri için vermezlerse, tüm kaygıları mideleri, cepleri ve menfaatleri olursa, bütün dertleri daha iyi bir ev, daha iyi bir araba, daha iyi bir maaş ve makam olursa işte o zaman Müslümanlar tüm kazanımlarını kaybederler. Çünkü Efendimiz (S.A.S.) buyuruyor ki: “Sizden öncekileri mal/dünya sevgisi helak etti. Bu sevgi onlara akrabalarıyla ve dostlarıyla ilişkiyi kesmeyi emretti kestiler. Cimriliği emretti cimrileştiler. Günahı emretti girdiler. Zulmü emretti yaptılar. En sonunda da helak oldular.” (Camiu’s-sağir)

Müslümanların âlimleri ve din adamları uyarı görevlerini terk ederlerse: Eğer Müslümanların âlimleri yanlışa yanlış demekten kaçınırlarsa, Allah rızasından daha çok otoriteye hoş görünmeyi tercih ederlerse, insanlara iyiliği değil de susmayı öğütlerlerse, fetvalarını gücün emrine tahsis ederlerse, uyarmaları, yol göstermeleri ve hayra yönlendirmeleri gereken kardeşlerini uyarmayarak onlara en büyük kötülüğü yaparlarsa işte o zaman Müslümanlar ellerindeki tüm kazanımları kaybederler. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki:

“Onlardan birçoğunu görürsün ki, günaha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.

Onların din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! Yaptıkları bu iş ne kötüdür!” (Maide, 62, 63)

Müslümanlar kardeşliklerini kaybederlerse: Eğer Müslümanlar “bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” ölçüsünü aşarlarsa, siyasi muhalefet duygusunu İslam kardeşliğinin önüne geçirirlerse, birbirlerine karşı hikmetli nasihatler yerine itici ve incitici tavırlar takınırlarsa, değerlerine düşmanlık edenlere karşı gösterdikleri müsamaha ahlâkını aynı camide saf tuttukları kardeşlerine göstermezlerse, onları elinden tutup kaldırmak, hatalarından döndürmek yerine onlardan umutlarını kesip bir tekme de onlar vururlarsa, işte o zaman Müslümanlar toptan ve hep birlikte bütün kazanımlarını kaybederler. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinize düşüp, çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz/devletiniz elden gider.” (Enfal, 46)

Dr. Abdülaziz Kıranşal.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Mahmut Tobtaş / Savrulsak Da Beraberiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:57:41 ÖÖ »


Savrulsak Da Beraberiz

İnsanı, küçük bir mikrop yatağa yıkıyor. Hayatta küçüklük önemli değildir.

Hayatta var olan gücünü karşı tarafa etkili şekilde gösterebilmek önemlidir.

Bir virüsü örnek verirsek, insan veya hayvana girip onu hasta yapıp ölümüne sebep olabiliyor.

Aşılar da öyle; küçücük, gözle görülemeyen şey, insanı tir tir titreten, sarartıp solduran zararlı mikropları yok ediyor.

Bütün bunları yaratan da Allah celle celalühtür

Rabbimiz buyurur:

“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.” (Al-i Imran süresi ayet 3/109)

Onun için bize göre kü­çüklük önemli değildir.

Kadınlarımız 5 litrelik sütün içine bir avuç yoğurt koyuyorlar, normalde hangisinin hangisini yık­ması lazım diye düşünürsek sütün bir avuç yoğurdu kendine benzetmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Ama öyle olmuyor. Yo­ğurt, kazanın dibine varıyor. Orada şahsiyetini koruyor. Geleni, kendisine benzetiyor. Topyekûn sütü kendisine bağlayıveriyor. Eğer yoğurt kendi karakterinden taviz ve­recek olursa, taviz vermeye başlarsa, yoğurt yoğurt olarak kalmayacak, sütte süt karakterini taşıyamayacaktır.

Kral Dakyanus, Firavun gibi kendi kurallarını Hazreti Musa, Hazreti İsa aracılığıyla indirdiği Kelamının önüne geçirip kendi kurallarına göre insanlardan boyun eğmelerini istediğinde, yedi tane Müslüman yiğit başkaldırırlar ve şehri terk ederler.

Kur’an-ı Kerim’de onlar için “Ashab-ı Kehf” denmiş, dünya dilinde de “Yedi Uyurlar” olarak biliniyor.

Yani yedi tane yiğit adam, “Biz, bizim gibi bir insana kulluk yapmayız, ancak Allah’a kulluk yaparız” demişler ve o günden bugüne kadar rahmetle anılmaya devam ettikleri gibi kıyamete kadar da örnek olacaklar ve rahmetle anılacaklar.

Abdullah İbni Mes’ud’un boyu çok kısaydı. Ama Hz. Ömer’in (r.a.) tabiriyle ilim dağarcığıydı.

Dağarcık, deri­den yapılan, içerisine yiyecekler konulan torbadır.

 Allah celle celalüh, Rahman süresinde:

Birçok nimeti sayar ve her nimetin adı söylendikten sonra “Allah’ın bu nimetlerini nasıl inkâr edersiniz” diye soruyor.

Güneş ni­metini, ay nimetini, mercanları, atları, ağaçları haliyle dünya nimetlerini nasıl inkâr edersiniz şeklinde devam etmektedir.

Abdullah İbni Mes’ud, bu süreyi ezberliyor ve Harem-i Şerif’teki Mekkeli müşriklerin Daru’n-Nedve/Parlamentosunun önüne gidip Rahman süresini ilan edeceğini söylüyor.

Sahabe, bunu eylemi yapmamasını söylemişler.

“Kabilesi büyük olanın sözü Harem-i Şerif’te dinlenmekte. Sen küçüksün, kabilen de yok” demişler.

Neticede Abdullah İbni Mes’ud, müsaade etmemelerine rağmen gidip sureyi okumuş.

Bunun üzerine müşrikler hep beraber üzerine çullanıp dövüyorlar.

Kan revan içinde gelip diyor ki: “Vallahi hayatımda Mekkeli müşrikleri hiç bu kadar zayıf görme­dim.”

“Peki nereden anladın?” diye arkadaşları soruyor.

O da diyor ki: “Aslında herhangi biri beni dövebilirdi. Ama hepsi birden geldiler ve dövdüler. Bunu, korkularından yaptılar” diyor.

 Abdullah İbni Mes’ud (r.a.), Hz. Ömer (r.a.)’ın Küfe’de kurduğu üs­sün eğitimcisidir.

Hâlâ bizim üzerimizde etkisi vardır. Bizim mezhebimizin kurucusu İmam-ı Ebu Hanife üzerinde et­kisi vardır.

Şu anda toplumun bozulmasına sebep hem toplum hem de Müslümanlar olarak, biziz.

Biz, bizliğimizi yapmıyoruz.

Atalarımız, “Biz, biz olsaydık, biz geçmezdi bize” demişler

Pey­gamberimiz bir tek kişiydi. Peygamberimiz (s.a.v.), şeytan üçgeninin ortasında idi.

Bir tarafta Bizans bir tarafta Persler bir tarafta Habeşistan vardı.

Şu anda dünya üzerinde iki milyar Müslüman vardır.

İlk Müslüman Hazreti Muhammed aleyhisselam bir tek iken şu anda iki milyar Müslüman olmuş.

Dağınığız, tanışma ve dayanışmamız da yok.

İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibiyiz.

Rüzgârın önünde savrulan ot tohumları gibi, gavurların saldırıları karşısında bütün dünyaya savruluyoruz.

Efendi iken kriterlerinin köleliğine indirmişler.

1963 yılında Avrupa kapılarını bize açmışlar.

Beş milyonun üzerinde insanımızı Avrupa şehirlerine işçi olarak dağıtmışlar.

Ot tohumları gibi başağındaki her bir tane, ayrı ayrı rüzgârla savrulmuş ama gittiği yerde neslini devam ettirdiği gibi, bizim o beş milyon insanımız da beş bin cami yapmış.

Ayrı ayrı olsalar da camileri ayrı olsa da yüksek sesle okudukları ezanla beş vakitte “Allah’tan başka yaratan, yaşatan, yöneten ve donatan olmadığına ben şahitlik yaparım” derken birleşiyorlar.

Bir milyonun üzerinde o sarı saçlı mavi gözlü ırkın gençlerinin Müslüman olmasına sebep oluvermişler.

Bu rakama, evlenmek için Müslüman olanları bir gün ayrılırlar diye katmıyor Avrupalı araştırmacılar.

Mahmut Toptaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Bahaddin Elçi / Egemenlik Kimde
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:50:29 ÖÖ »


Egemenlik Kimde

Egemenlik kavgası; kalbimizde aklımızla nefsimiz, şeytanımız arasında, evimizde eşler arasında, ülkemizde siyasi partiler arasında, dünyada ülkeler arasında, Hak ile batıl arasında, dinler, ideolojiler arasında sürüp giden bir mecazi iktidar mücadelesi...

Egemenlik/hâkimiyet; gerçekte, sadece/ancak eşi, ortağı, yardımcısı, dengi, benzeri, adaşı, danışmanı, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, dilediğini anında yapmaya da yaptırmaya da gücü yeten, her şeyi “kün” emriyle yoktan yaratan, yaşatan ve en güzel yöneten, yarattığı her şeyde her an tam tasarrufta bulunan, âlemlerin Rabbi, Meliki, Kadir, Muktedir, Samed… kemal sıfatlarla muttasif, noksan, beşeri sıfatlardan münezzeh/yüce Allah Teâlâ’nındır. (Fatiha/1, Rahmân/29, Yasin/82-83, Mülk/1, İhlâs/, Nas)

O’nun (c.c) iradesi, ilmi, yaratması, kudreti olmadan evrende hiçbir şey olamaz... Hayırlara/itaate/iyiliklere rızası, şerlere/isyanlara da rızası yoksa da izni vardır…

İzinsiz yaprak bile kıpırdayamaz… Sınav gereği, hayırlara da, şeylere de, iyilere de, kötülere de izin veriyor/özgür bırakıyor ve deniyor... Hz. Musa (a.s.) ya da, firavuna da fırsat veriyor. Adalete de, zulme de... Hikmetsiz hiçbir sözü, hükmü ve işi de yoktur… Hükümdarların alnı/perçemleri de kalpleri de O’nun (c.c) yed’i kudretindedir.

Sınavımız gereği olarak; dünya hayatımızda/bütün işlerimizde “İlahi” irade ile “beşeri” iradeler arasındaki tercihlerde muhayyeriz; kendi özgür irademizle “İlahi” veya” beşeri” olan iradelere uymayı seçiyoruz... İlahi olan; her şeyi yaratan, hakkıyla bilen, tüm evreni yöneten, her sözünde, işinde ve hükmünde hikmet, rahmet, adalet, maslahat olan şaşmaz/yanılmaz iradedir... Beşeri olanlar ise yaratılan, bilgisi sınırlı, eksik veya yanlış olabilen, yanılabilen, şaşırabilen, ahlâkî zaafları olan cahil, zalim, muhtaç ve aciz olabilen irade...

İlkinde Rahmân’a (c.c) ikincisinde ise kullara/kulluk tercihi var... Hakk’ın iradesi nasıl “tek” ise çok görüntüdeki halk iradeleri de gerçekte “tek”tir.

Çünkü bütün yönetim şekillerinde (monarşi, oligarşi, demokrasi vb.) sözün/hükmün/yasanın kaynağı bir insan aklı/iradesi değil midir? Bir insan, kendi iradesini/sözünü etrafındakilere sunuyor, emrediyor, benimsetebiliyor, seçtirebiliyor... Yöntemi farklı olsa da... Böylece, hatta çoğunluk/halk adına “tek egemen” kişi söz/hüküm sahibi olabiliyor... Yönetimin adı ne olursa, olsun; gerçek budur... Bütün beşeri düzenlerde/ideolojilerde de durum aynıdır...

Kendisi her an yaratan Rabbine muhtaç insanın, O’nun (c.c) mülkünde baş kaldırması, egemenlik kavgası yapması akıl işi midir? Cehalet ve zulüm...

İlahi irade, sınav gereği olarak, insanların itaatine de, isyanına da (özgürlüğe) izin veriyor iken, beşeri irade/hükümdarlık, egemenlik gereği sadece itaat istiyor ve isyana izin vermiyor/cezalandırıyor da…

Böylece, ezeldeki “kulluk” sözleşmemizle deneniyoruz; bütün tercihlerimizle… (Araf/ 172, Fatiha/5, Ahzab/ 72, Zariyat / 54)

Akıl; ya vahye/İlahi iradeye uyarak/iradesiyle doğru seçim yapar; yoksa, şeytana ve nefsine uyarak yanlışlar yapar...

Kâinatı/evreni/tabiatı/insanı/her şeyi en güzel şekilde (kevni) düzenleyen Allah Teâlâ’nın insanlara teklif ve tavsiye buyurduğu İslâm dinî/teşri düzeni de öylece mükemmel/adil, doğru, kusursuz/en güzel hayat tarzıdır.

 Tevhid de bu demektir... Rahmân’a (c.c) kullukta izzet, adalet ve saadet vardır. İnsana, şeytana kullukta ise zillet, zulüm ve bedbahtlık/mutsuzluk vardır.

Beşeri düzenler/ideolojiler, ilkeler ise tabiatı gereği yanlışlıklarla, eksikliklerle, çelişkilerle, adaletsizliklerle malûldür. Rağbetimiz de İslâm yerine, beşeri olanlara olunca, başımız beladan kurtulmuyor ve aradığımız adaleti ve huzuru bulamıyoruz...

Allah Teâlâ’yı Rabb edinmekle, yarattıklarını rabb edinme arasında seçimde/sınavdayız; bütün işlerimizde... Tevhid/adalet ile şirk ve zulmün arasında gidip geliyoruz... İrademizi, İlahi iradeye uyarlama sorumluluğundayız. Ve özgürlüğündeyiz... Halbuki, tevhidimiz, tağutların reddiyle gerçekleşebiliyor. (Bakara/256-257)

İnsanlar; dünyada Allah Teâlâ’nın kulluk/hilâfet/vekâlet yetkisi çerçevesinde tasarrufla imtihan ediliyor...

Sınırlar içinde kalanlar sınavı kazanıyor, aşan zalimler de kaybediyor... Alçalma ya da yükselmeye de müsait bir fıtrata sahibiz. Bu dünyada ektiklerimizi ahirette biçeceğiz. Emanetleri/nimetleri kötüye kullanarak zulmedenler, karşılığını göreceklerdir.

Bütün peygamberler; kavimlerini/insanları sadece Allah’a (c.c) kulluğa/itaate ve tağutlara kulluktan/itaatten de kaçınmaya çağırmışlardır. (Nahl/36)

Dünyada Müslümanlar, kullukla “vatandaşlık” çelişkisinin büyük derdini yaşıyor. Bu, gerçekte Rahman’a (c.c) veya tağuta kulluğa/itaat tercihine zorlanmak değil midir?

Demokrasi; halkın kendi iradesiyle yönetilmesi ise halkın çoğunluğu Halik’in (c.c) iradesiyle yönetilmeyi seçerse, demokrasinin cevabı ne olur?!.

Bu cevabı vermek, kimin adına ve kimin hak ve yetkisindedir?!

Zamanımızda; Hakk’ın veya halkın iradesinin olmadığı/sağlanamadığı ülkelerde, ırkçı Siyonizm’in egemenliği açık veya gizli olarak sürdürülebilmektedir.

Siyonizm’in etkisinde olmayan hangi ülke, uluslararası kurum, kuruluş ve terör örgütü vardır?

Ne yazık ki, İslâm coğrafyasında bile, Rahmân yerine veya birlikte kimi (siyasi, dinî vb.) liderleri Rabb edinme şirki oldukça yaygın ve üstelik bunun farkında olmak bile oldukça zor.

Allah Teâlâ’dan başka hangi hükümdar, kendisine isyana izin verebilir?

Egemenlik, gerçekte kayıtsız ve şartsız/mutlak olarak kâinatın meliki Allahu Teala’nındır, vesselam.

Bahaddin Elçi.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Vehbi Tülek / Yolumuzun Esası Zaruri Olan İle Yetinmektir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:40:57 ÖÖ »


Yolumuzun Esası  Zaruri Olan İle Yetinmektir

"Sonsuz saadeti arzu ediyorsanız, Allahü teâlâdan başkasına muhtaç olmamayı beğeniniz."

 Şükrullah Halvetî hazretleri evliyânın büyüklerindendir.

Afyonkarahisar’da Sandıklı'da doğdu. Karamanoğlu zamânında Şirvan'a hicret etti. Orada evliyânın büyüklerinden Seyyid Yahyâ Halvetî hazretlerine talebe oldu. Velîlik derecelerine yükseldi. İcâzet alıp, hocasının vefâtından sonra talebe yetiştirdi. 1473 (H.878) senesi Bakü'de vefât etti.
 
Talebesi olmak isteyen birine; “Ey oğlum, tövbe etmek istersen, bu husûsta laubali olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnız dil ile 'Tövbe ettim yâ Rabbî' demek yetmez, (yani hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramları ve yasak olan şeyleri yapmamalıdır.)

Tövbe nasıl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allah'tan başka bir şey ile meşgûl etmemeye, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsıl olursa, tövbe makbûldür.”
 
Talebelerine de şöyle buyurdu:

“Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esası, zaruri olan ile yetinmektir. Sonsuz saadeti arzu ediyorsanız, Allahü teâlâdan başkasına muhtaç olmamayı beğeniniz. Bu yola girenin gıdası kanâat olmalı, ihlâs ile gözyaşı akıtmalıdır. Kalbe, mahlûkâta karşı acıma duygusu gelinceye kadar oruç tutmalıdır. İşte o zaman insan, kalb huzûru ile ibâdetlerini yapar, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatlerini anlayıp, ondan istifâde edebilir. Tasavvuf yoluna girmiş olan talebelerin sermâyesi muhabbet ve teslimiyettir

Muhalefeti bırakmalı, hocasının bütün emirlerini, onun arzu ettiği şekilde yapmalıdır...
 
Talebe, hocasından müsâade almadan konuşmamalıdır. Eğer hocası orada hazır değilse, manevî olarak ondan izin istemelidir. Zira her bakımdan rehberi olan hocası, talebesinin bu gibi şeylere riâyet ettiğini gördüğünde onu çok sever, kısa zamanda hedefe ulaştırır. Bir kimse dînimizin emir ve yasaklarına uymaz ise, benim öz oğlum dahî olsa, onu evlâdlığıma kabûl etmem. Her kim dînin emir ve yasaklarına uyar, ilmiyle amel ederse, en uzak memleketten bile olsa, o benim evlâdımdır.”
 
“Hiçbir kimse, bütün insanları sevip onlara şefkat göstermedikçe ve ayıpları olursa onları örtmedikçe kemâle eremez, olgun bir insan olamaz.”
 
“Allahü teâlâya muhabbet et ve muhabbete vesile ol ki, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itaat et ki, insanlar ve cinler de sana itaat etsin.

Cenâb-ı Hakka muhabbet ve itaat edene, Allahü teâlâ ikramlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine amade olur.”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10