Gönderen Konu: İSTİKAMET SAHİBİ OLMAK  (Okunma sayısı 256 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
İSTİKAMET SAHİBİ OLMAK
« : Mayıs 23, 2019, 11:26:41 ÖS »
İSTİKAMET SAHİBİ OLMAK

İlkede Taviz Yoktur Ama İlke, Fıtrata ve Değerlerimize Uygun Olmalı; Abartılı da Olmamalıdır

İstikamet sahibi olmak İslam tarafından emredilmiş bir husustur. Ki bu durumda istikamet sahibi olmamak, İslam’ı gerçek anlamda idrak edememek anlamına geliyor diyebiliriz. Ayrıca istikamet sahibi olmayanlar, toplum tarafından da sevilmezler. Zira böyle insanların bir duruşu olmadığı için bunlara itimat veya bunlarla anlaşmak kolay değildir. İstikametsizlik, kısa vadede herkese şirin görünmek şeklinde tecelli etse de uzun vadede böyle insanlarla hangi zeminde anlaşılabileceği sorunlu hale gelebilmektedir.

İstikamet, ilke ile olur. Biz, ilkemizi, manevi değerlerimizden ve mukaddesatımızdan alıyoruz. Ki bu ilkelerin en temel ikisi hak ve adalettir.

Fakat ilkeli olmanın da aşırısı ve hoş görülmeyeni olduğunu hatırlatmakta fayda var ki bu yazımızın asıl amacı da budur.

İlke, genel olmalıdır. Fazla ayrıntılı ilkeler, uygulamada sorun çıkarabilir. Zaten dikkat etmek gerekirse adalet ve iyilik gibi kavramlar, geneldir. Burada genelden kasıt, laçkalık veya gevşeklik değil; işin özünü ifade etmesi ve şartları dikkate almasıdır. Mesela iyilik kavramını ele alırsak; neyin iyilik olduğu, yapana, zamana, şartlara ve muhataba göre değişebilir. Örneğin su ihtiyacı olana altın vermek iyilik değildir. Şayet burada ilke “altın vermek” olsa idi su ihtiyacı olana iyilik yapamazdık. Oysa ilke geneldir ve iyilik yapmaktır. Burada uygulama kolaylığı bulunmaktadır.
İlkeye yüzde yüz uygunluk aramak yerine genel duruma bakılmalıdır. Mesela ahlaklı olmayı ele alalım. Ahlak, bir bütündür ama genel durumdur. Ahlaklı olmak, hiç hata etmemek anlamına gelmez. Burada kişinin genel durumuna bakılır. Örneğin çocuklarımızda ahlak ararken, en ufak hatada onları ahlaksız görmek veya suçlamak yerine yapıcı olmak, genel durumlarına bakmak ama küçük de olsa tabi ki hatalarını düzeltmeye çalışmak icap eder.

İlke, fıtrata uygun olmalıdır. Fıtrata uygunlukta iki yön vardır. Birinci yön, ilkenin uygulanabilir veya uygulamaya yönelik olmasıdır. Bu anlamda anlamsız ve gereksiz ilkelere lüzum yoktur. Örneğin “arkadaşlarım her sabah beni aramalıdır” gibi. Olağanüstü bir durum yoksa her insan herkesle her an iletişimde olmak zorunda değildir. İnsanların bizi her sabah aramalarının da bir faydası yoktur. Ziyaretleşmek sünnettir ama bunun da usulü ve ölçüsü olmalıdır.

İkinci yön, ilkenin fıtrata uygun olmasıdır. Örneğin “evlenmemek lazım” diye bir ilke olamaz ve kişi bu ilkeyi kendine veya örneğin çocuklarına dayatamaz. Zira fıtratta olan ve helal kılınan şeyler yasaklanamaz. Bunlar terbiye edilir ve meşru olanları yapılır. Mesela öfke kesinlikle yasaklanmıştır diyemeyiz. Bazı yerlerde öfke meşru hatta bazı yerlerde de öfke farzdır. Örneğin mukaddesatın muhafazası veya malın korunması durumunda öfke farzdır. Evimizde yakaladığımız hırsıza tabi ki müdahale ederiz.

Temel esasları bozmamak şartı ile ilkede esneklik ve olağanüstü durumlara uyum olabilmelidir. Yani temel esaslar hariç diğer belirlediğimiz ilkeler, bu temel esasları muhafaza şartı ile güncellenebilmelidir. Örneğin, “Hacca deve ile gitmek şarttır aksi halde hac olmaz; zira Efendimiz (S.A.V.) hacca deve ile gitmiştir” şeklinde bir ilke benimsenemez. Zira aslolan hacca gitmektir. Bu yürüyerek ya da başka vasıtalarla olur. Burada özü muhafaza etmek şartı ile fazla şekilci ve katı davranmamak esastır.

İlkelerimizin, İslam’ın özü ile de uyuşması gerektiğini tekrar etmek faydalı olacaktır.

Burada son olarak örfe de değinmek istiyoruz. Örf, tecrübe ve insanların birbirini anlaması/tanıması/güvenmesi açısından gereklidir. Fakat örf, temel esaslara ve öze aykırı ise; insanları, meşru dairenin dışına çıkma durumları hariç, mutsuz ediyorsa ve örf, topluma zarar veriyorsa; bu durumda örfü ve ilkeleri gözden geçirmek şarttır.

Örneğin evliliği ele alalım:

İnsanlar düğünlerde borçlanıp bir sürü eşya alıyorlar ve takı takıyorlar. Düğünden sonra ya takılar satılıyor ya da uzun süre borç ödeniyor. Sonra da bu borçlar altında huzur bekleniyor.

Düğünlerde haraç gibi takı toplanıyor. İnsanlar, kendilerine de takılsın diye takı takmaya gidiyorlar. Ya da bize kim takı taktı ise ona takı takıyoruz. Hatta bunu çeşitli yöntemlerle kayıt altına alan var. Sonuç? Zenginin düğününde daha fazla takı takılıyor ve yardıma asıl muhtaç olanlar ihmal ediliyor. Mesele yardım ise evlenenlerin evine gidilip ihtiyaçlarına göre yardım edilir.

Tüm eşyaların tam olması isteniyor ki yuva birlikte kurulur ve ömür boyu devam eden bir süreçtir. Zaten hiçbir zaman da evin eksiği bitmez.
Düğün salonları da boşa harcanan paralardır. Maddi durumu iyi olanların da böyle bir hakkı yoktur. Düğünde aslolan ikramdır. Ki buna yemek diyebiliriz. Maddi durumu iyi olanlar ise çocuklarının mutlu olmaları için muhtaç olanlara yardım edebilirler. Zira belayı defeden ve bereket veren şey sadakadır.

Bütün bunlarda “kim ne der” veya “gösteriş”ten başka bir amaç yoktur. Bu hareketlerin şuurlu ve düşünülerek yapıldığını da söyleyemeyiz. Sonuç; zarar ve huzursuzluktur. Oysa en mukaddes şey olan din bile insanları mutsuz etmek için değil bilakis mutlu etmek ve onlara faydalı olmak içindir.

Turgut Akyüz.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41