Gönderen Konu: Ahlakın Yasalarına Ne Zaman Uyulacak  (Okunma sayısı 127 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ahlakın Yasalarına Ne Zaman Uyulacak
« : Eylül 27, 2020, 08:47:47 ÖÖ »
Ahlakın Yasalarına Ne Zaman Uyulacak
   
Tabiatın (doğanın) olduğu gibi, ahlakın da uyulması gereken yasaları vardır. Bu yasalar, zamana ya da zemine göre değişmezler. Onlar, her zamanda ve mekanda geçerlidirler. Ne var ki bu yasaların mecburiyeti, tabiat yasaları gibi icbar edici manasına gelmez; bu zorunluluk ahlaki davranışın kaçınılmaz gereği olarak manevi bir zorunluluktur. Söz konusu yasaları, insanlığın hayatı boyunca değişmez değerlerini ilâhî vahyin satırlarında ve satır aralarında bulabilirsiniz.

İnsanlığın önderleri peygamberlerin; sözlerinde ve hayatlarında, bilge insanların dillerinde ve bin yılların imbiğinden süzülerek insanlığın ortak tecrübesi halini almış halk irfanına ait özdeyişlerde görülebilir. Bunların en ünlülerinden biri ‘Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!’ tavsiyesidir. Bir başkası ‘Men dakka dukka!’ Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı bir muhtevayla ‘Eden bulur’ biçiminde yerleşmiştir. Elbette, bunların en ünlüsü, Hz. İsa’dan Hz. Peygamber’e kadar birçok kutlu ağza mal edilen ve doğrusu her güzel sözlüye yakışan “Kendin için istediğini başkaları için de iste!” düsturudur. 

Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir.

Yine sabittir ki; bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parçaya yahut parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi ve bütünü oluşturan kısımların tamamı zarar görür. Bu sözleri anlamak için “Mü’minler, sadece ve sadece kardeştirler!” gibi Kur’anî prensiplere ve “Bütün Müslümanlar bir vücudun azaları gibidirler” gibi Peygamberî düsturlara önem vererek hayatlarının olmazsa olmazı haline getirilmelidir. Hiçbir gerçek başarı, kendi unsurunu görmezden gelerek, feda ederek gerçekleşmez. Yine, ilkeleri feda etme pahasına yaşayış tarzını ‘ilke’ haline getirenler, kendisi olmaktan çıkar. Sabit değerlerini kaybedenin gerçek niyeti, onu ‘kendisi gibi etmek’ten daha çok, ‘kendisi olmak’tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır. Unutmayalım ‘sabit ucu olmayan pergel düzgün daire çizemez.’

Mü’minlerin sadece kardeş olduklarına iman etmiş, Müslümanların topyekûn bir bedenin organları, dokuları, hücreleri olduğunu kabullenmiş her sahici Mü’min, bütün dikkatini ağrıyan, hastalanan, arızalanan uzvu üzerine teksif eder. Çünkü insanın neresi ağrırsa, canı orada olur. Hasta bir beyne, aynı bedenin yüreği kayıtsız kalamaz; hasta bir göze-kulağa, ele-ayağa, aynı bedene ait aklî melekeler kayıtsız kalamaz. Ne var ki, bunun için olmazsa olmaz bir şart var: Sinir sistemi.

Sinir sistemi, hücreleri diğer hücrelere, onları dokulara, dokuları organlara ve nihayet organları bedene bağlayan bir koordinasyon sistemidir. Ya sinir sistemi yoksa? İşte, felaket budur. Ve günümüz Müslümanının en vahim tarafı, sinirlerinin alınmışlığı görüntüsüdür.

Hassasiyetini kaybetme meselesi! Bundan da daha kötü olanı, bedene ait bir organın, kendi kendine müstakil (bağımsız), müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi, kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır. O zaman, değil ayağa batan dikeni bütüne ait parçaların tamamını algılayıp tepki vermesini, o ayağın asitli suda eritilip yakılmasını dahi beden hissetmeyebilir. Çünkü parça bütünle olan bağını koparmıştır. Bu sebeple de, o organ daha önce bütüne ait diğer parçaların derdine bigâne kalmış, onların acılarını paylaşmamış, kendi varlığını onların varlığından bağımsız tanımlamaya kalkmıştır. 

Ümmetin durumu aynen buna benziyor. Ümmetin derdiyle dertlenmeme, ümmete yapılan zulüm ve işkenceleri seyretme, verilen mücadele ve çilelere vurdumduymaz davranma… vs. Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani, tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır. İnsaf ehli olanlar, hatalarının farkında olanlar ana kaynaklarından dini öğrenmenin şart olduğunu fark ettiler. İlle de hüküm vermek gerekiyorsa, bu hüküm cehaleti dolayısıyla dine düşman edilenlerin dinlerini bu dinin dostlarından öğrenmeleri temin edilinceye kadar ertelenmeli, eğer hâlâ düşmanlıklarında direniyorlarsa hüküm o zaman verilmelidir. Cehalet zifiri bir karanlıktır. Böylesi bir karanlıkta göz diye bir organın olması ‘görme’ eyleminin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Çünkü görme eylemi ışıksız gerçekleşmez. En az gözün varlığı kadar ışığın varlığı da gereklidir. Göz akılsa, söz konusu ışık da İlahi mesajdır. İnsanlık kervanının uzun yürüyüşünde bir yol kazası olan modern zamanların modern bireylerine yapılabilecek en büyük iyilik; ona hak ve hakikatin biricik kaynağını göstermek, onu sanal bir hayattan gerçek bir hayata çağırmaktır. Bunu yapabilme gücü sadece İslam’a gönül veren, ‘dünyevileşme’ hastalığına bulaşmamış insanların yüreğinde saklıdır. O güç harekete geçtiğinde, bir hayat soluğu olacak ve yürek fethi bir kez daha gerçekleşecektir. Kur’an iniyorken dengesizliğin her türüne sürekli müdahale ediyor ve düzeltiyordu. Onları sevgilerinde ve nefretlerinde bile aşırılığa kaçmaktan men ediyor, dengeye çağırıyordu.

Hepimiz için geçerli olan bir dengesizliğe şöyle parmak basıyordu Kur’an-ı Kerim: “Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil (dengeli) davranın, takvaya uygun olan budur.” 5 Maide 8 Allah Rasulü, “ahsen-i takvim” adı verilen bu dengenin en güzel örneğidir. Duygu, düşünce ve aksiyon arasındaki dengenin nasıl kurulacağını öğrenmek isteyen ona baksın. Onda ve onun terbiyesinden geçmiş nesilde bunun altın örneklerini bulacaktır.

Varlığımı elinde tutana yemin olsun ki, şu günlerdeki ıstırabım, dualarım ve kaygım, ait olduğum bütünün bir parçası olan ‘rahatsız’ organımadır. Bunu, ahlaki davranışın ön şartı olarak görüyorum. Değilse, İslam’ın parlak geleceğine ait en ufak endişem yok. Çünkü İslam, cazibesini, kişilerden, gruplardan, cemaatlerden, güç ve iktidardan almıyor; bizatihi özünden alıyor. Kendisini ‘âlemlere rahmet’ zanneden, kendisine ve başkalarına ‘zahmet’ etmiş olur. Allah ve Resulünün ölçüleriyle bakarsanız; Yusuf’un kuyuya atılmasını Mısır’a sultan olma sürecinin başlangıcı olarak görürsünüz. Ve ‘hainlerden’ çok, öz benliğinizden; iktidar tutkusu, cemaat taassubu, güç sevdası suretinde tecelli eden maddi-manevi Züleyha’lara teslim olmaktan korkarsınız.

Tabii Uhud’da ganimeti görünce nöbet yerini terk edenlerin zaafları da. Cemaatli dostlarım; kendi payıma bütün dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim ve düşüncelerim şimdi sizin için. 

Siz de kendinize dua etmeyi düşünüyor musunuz? Meselâ bir Peygamber duasıyla başlamayı. Nasıl mı? “Rabbim! Bahşettiğin nimet hakkı için; suçlu ve haksız kimselere bundan böyle asla arka çıkmayacağım” (28/17) Başka:

“Rabbim! Şeytanların ayartmasından, onların yaklaşımından da sana sığınırım.” (23/97, 98) Başka. Makaleye sığmaz. Çok. Vahye ve Peygamberlerin dualarına müracaat. 

Bu mevsim, “dua”, “tevbe/özeleştiri” mevsimi. Bu mevsimden istifade edelim.

En’am suresi 70. âyetin meali ve Lut Aleyhisselamın duası ile bitirelim. “Dünya hayatına dalarak eğlenceyi ve geçici zevklerini din haline getiren kimseleri kendi haline bırak…”

‘Rabbim! Ahlâki çürümeye yol açan şu topluma karşı bana yardım et!’ (29/30)

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41