Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Engin Titiz - Single Eserleri

Engin Titiz - Allah Diyelim (Single) 2022 - 320 Kbps (4 / 15:45)
--------------------------------------------------------------------------------------
Engin Titiz - 01 Allah Diyelim  03:55
Engin Titiz - 02 Allah Diyelim (Müziksiz)  03:08
Engin Titiz - 03 Ben De Gireyim  04:26
Engin Titiz - 04 Hara Düşürme  04:14

Engin Titiz - Can Ellerinden (Single) 2022 - 320 Kbps (1 / 04:07)
---------------------------------------------------------------------------------------
Engin Titiz - Can Ellerinden  04:07

Engin Titiz - Ey Uhud Dağı (Single) 2023 - 192 Kbps (1 / 05:48)
-------------------------------------------------------------------------------------
Engin Titiz - Ey Uhud Dağı  05:48

PCLOUD.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Hakan Bayraktar - Albümdışı Ve Single Eserleri

Hakan Bayraktar - Albümdışı Eserleri (11 / 48:23)
-----------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - Âlemler Nûra Gark Oldu  05:17
Hakan Bayraktar - Bir Gençlik  01:41
Hakan Bayraktar - Evvelâ İlim Olmalı  03:59
Hakan Bayraktar - İlahi Mashup 2020  06:11
Hakan Bayraktar - Nerdesin  04:37
Hakan Bayraktar - Sağlık ve Medeniyet Marşı  02:20
Hakan Bayraktar - Sounds Of Paradise (Cennetten Nağmeler)  05:47
Hakan Bayraktar - Vakt-i Seher İlahisi 2020  03:35
Hakan Bayraktar - Vakti Seher  05:13
Hakan Bayraktar - Yakma Ya Rabbi Feat Necmettin Nursaçan  06:40
Hakan Bayraktar - Yunus Emre İlahisi - Gel Gör Beni Aşk Neyledi  02:59


Hakan Bayraktar - Aşk! (Sorma Niçin!) 2020 Single (1 / 03:50)
-----------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - Aşk! (Sorma Niçin!) 2020  03:50


Hakan Bayraktar - Darağacına Tebessüm 2020 Single (1 / 04:06)
-----------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - Darağacına Tebessüm 2020  04:06


Hakan Bayraktar - Evvela İlim Olmalı 2020 (Single) 320 Kbps (1 / 03:54)
---------------------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - 01 Evvela İlim Olmalı  03:54


Hakan Bayraktar - Fatih’in Peygambere Şiiri (İstemem) 2020 Single (1 / 03:58)
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - Fatih’in Peygambere Şiiri (İstemem) 2020  03:58


Hakan Bayraktar - Hak'tır Hak 2022 - 320 Kbps (1 / 03:04)
-------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - 1 Hak'tır Hak  03:04


Hakan Bayraktar - Onbir Ayın Sultanı (Single) 2023 - 320 Kbps (1 / 04:12)
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - Onbir Ayın Sultanı  04:12


Hakan Bayraktar - Uyku Tutmuyor Anne 2022 - 320 Kbps (1 / 03:06)
--------------------------------------------------------------------------------------
Hakan Bayraktar - 1 Uyku Tutmuyor Anne  03:06

PCLOUD.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3


Salih Kul Olmanın Yolu Kur’ân ve Sünnet’tir

Kelime-i Şehâdetin keyfiyetini kalben tasdik ve diliyle ikrar eden her mükellef için, Allah’ın (cc) Kitabı’nda ve Rasûl-i Ekrem’in (sav) Sünnet’inde yer alan her hüküm “Mutlak Hakikatin” ifadesidir. İslâm ûleması “Farz-ı Ayn” ilimleri tasnif ederken önce hidayet ilmi üzerinde durmuştur. Zira Allahü Teâlâ’ya (cc) ihlâsla kulluk edebilmek için mükellefin, önce Tevhid ve Sıfat İlmi’ni iyi bilmesi zaruridir. Bütün mü’minler; Allah’a (cc) imanda, din işleriyle ilgili zaruri bilgide, tevekkülde, kaza ve kadere rıza göstermede ve İslâm için her türlü çileye katlanmada, aynı tekliflerin muhatabıdırlar. Aralarındaki farklılaşma amellerindeki ihlâs, fedâkarlık ve takva noktasındadır. Müslümanların temel hedeflerini, Allah’ın (cc) her emrini, emrettiği gibi yerine getirmek ve O’nun rızasını kazanmakla sınırlandırmaları gerekir. Salih kul olmanın reçetesi budur.

KUR’AN’ insanı mükerrem bir varlık hâline getirmek için inmiştir. Ve insandan adâlete riayet etmesini, hakkı ve hukuku ayağa kaldırmasını istemiştir. İnsanlığın yerlerde süründüğü bir zamanda nazil olmuş ve toplumu Tevhid ile yeniden her yönüyle yeni baştan inşa etmiştir.

İlk inen ayetlere baktığımızda hiç kuşkusuz yeniden inşâ eylemi insandan, bireyin kendinden başladığı görülecektir...

İlk emir “Oku” dur. Neyi nasıl okunacağının cevabını, “Alemlerin Rabbı olan Allah’ın adıyla” ayetinde vermiştir. Hemen arkasından inen ayetler, insanın ayağa kalkışının başlama noktasını belirterek şöyle beyan edilmiştir.

“Ey örtüsüne bürünen, kalk! Gecenin bir vaktinde namaz kıl. Kur’ân’ı tertil üzere oku! Doğrusu sana ağır biz söz vahyedeceğiz.” (Müzemmil: 1-5)

“Kalk, hazırlık yap” ayetleri inince, Peygamberimiz (sav) müminlerin annesi Hz. Hatice’ye; “Uyku devri geçti” diye buyuruyor. Toplumu inşâ görevini yerine getirebilmesi için bir eğitim programıdır gece kalk emri..

Niçin Kalkacak ?

Muhatap olduğu mesajı anlamak, görevini kavramak için!... Toplumu dönüştürmek gibi ciddi ve zorlu bir iş ile yükümlü olan insanın, önce vahyolunan mesajı doğru anlaması, kavraması gerekmektedir...

Kur’ân, Kadir Gecesi’nde levh-i mahfuz’dan semâya indi!. Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) 23 sene boyunca âyet, âyet indirildi. Mushaf tüm sayfalarını sonuna kadar bizlere açıktı, ama bizler yüreğimizi sonuna kadar açabildik mi? Kur’ân yer yüzüne indi inmesine de acaba bizlerin zihnine nâzil olabildi mi tam manasıyla? İnişiyle bir geceye bin gecelik hayır katan Kur’ân, indiğinde bizleri bin kişilik bir hayrın sahibi yapabiliyor.

Kur’ân, ilk inananları yıldız yapıp, başkalarının önlerini aydınlatmalarını sağladı. Ya peki bizler kendi önümüzü aydınlatâbildik mi tam manasıyla?

Kur’ân hayat veriyor ölü kalplere, yağmurun toprağı dirilttiği gibi diriltiyor ölü kalpleri de biz onunla dirilebiliyor muyuz? Hayat buluyor muyuz Vahyin yağmuruyla?

Kur’ân bizimle konuşuyor sözlerin en hakikati ile. Ya bizler O’nunla konuşabiliyor muyuz tam manasıyla? Onu anlamak için önce onu dinlememiz gerekir. Cevap verebilmemiz için önce onun konuşması gerekir..

Eyy Nass!

Kur’ân konuşuyor ve diyor ki; Allah’tan nasıl korkulması lâzımsa öylece korkun “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının! Ona lâyık olduğu tazimi gösterin ve ancak O’na teslim olan Müslüman olarak can verin!”(Al-i İmran: 102) İttikâ edin Allah’tan , lâkin gerektiği gibi... Eyleme dökülmeyen, sadece dil ile ifade edilen bir ittikâ, ittikâ değildir hiç kuşkusuz. O halde kalbimiz Allah’tan korkmalı, O’nun sevmediklerini sevmemeli, O’nun korkusundan başka bir korkuya yer vermemeli..

Gözümüz Allah’tan korkmalı, bakma dediklerine bakmamalı/bakamamalı.. Ellerimiz Allah’tan korkmalı ve asla küfre, şirke geçit vermemeli. Harama uzanmamalı... Dillerimiz Allah’tan korkmalı, hakkı haykırmaktan geri durmamalı.. Ve ayaklarımız Allah’tan korkmalı çakılıp kalmamalı olduğu yerde, arşınlamalı yolları... Toplumun tekrar Tevhid’e dönmesi için kat etmeli mesafeleri.. Kur’ân’ın “kalk” emriyle kalkmalı ve kendisine yakîn (ölüm) gelinceye kadar kıyâmını sürdürmeli...

Kur’ân konuşuyor ve diyor ki; Allah’ın emri olan cihadın hakkını verin... “Allah’ın rızası uğrunda gerektiği gibi cihad ediniz. O sizi bu görevi yapmak üzere seçti. Din konusunda size hiçbir zorluk yüklemedi. Atanız İbrahim’in dinidir bu. Allah sizi gerek daha önceki kutsal kitaplarda gerekse elinizdeki Kur’ânda müslüman olarak adlandırdı. Amaç, Peygamberin size tanık ve canlı örnek olması, sizin de diğer insanlara tanık ve canlı örnek olmanızdır.” (Hacc: 22)

“O halde sakın kâfirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur’ân’a dayanarak olanca gücünle onlarla mücâdele et.” (Furkan: 52)

Kur’ân’ın ön gördüğü toplumsal değişimin kendi kendine olması mümkün değil. Bunun için Allah (cc) iman edenleri seçti. Bugün yaşananlar Kur’ân’lı bir toplumun Kur’ân’sızlığından başka nedir ki!?. Yeniden Toplum “sıbğetullah(Allah’ın boyası)” ile boyanana kadar, çerçevesi yine Allah tarafından çizilmiş meşrû zeminde bedelleri göğüsleyerek cehdin ortaya konması!.. “Cehd yoksa zemzem de yok” gerçeğinden hareketle yapılması gerekenleri yapmak!. “Elimizden gelen bu” diyerek nefsimizi kandırmadan!.

Kur’ân konuşuyor ve diyor ki; Oku’yun ama okumanın hakkını verin!..

“Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkâr edenler ise kaybedenlerdir. ”(Bakara:121)

Kur’ân, dünyalık bazı işlerin yoluna girmesi için, bir takım sayılara mahkum edilerek okunan dilek tutma kitabı değildir!..

Kur’ân;

Hayatı boyunca direktiflerini dikkate almamış ölülerin arkasından törensel eylemlerle okunan sevap kazanma aracı değildir!...

Kur’ân;

Tüm dikkatlerin seslere verilip, anlaşılmadan dillendirilen ses rekabeti aracı değildir...

Kur’ân;

Dünyayı yaşarken raflara terk edilip mahcur bırakılan, yaslı günlerde ele alınan, yasları dindiren mâtem kitabı değildir!...

“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.” (Nisa:4:136)...

İman iddiasında bulunanlara samimiyet çağrısıdır yapılan. İman edilen kitap iman edilmesi ve nasıl okunması gerektiğini hatırlatması bakımından “Ey iman edenler” vurgusunun; “iman ettim” iddiasını ispatlamaları için, iman sahiplerine olması düşündürücü değil midir?!.

Kur’ân konuşuyor ve diyor ki; ‘Hüküm’ yalnız Allah’ındır!.. “Allah’ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilâhlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir sultan (burhan) vermiş değildir. Egemenlik/hüküm koyma sadece Allah’ındır. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor.” (Yusuf:12:40)..

“Bilmez misin ki; yerlerin ve göklerin mülkü Allah’ındır.” (Bakara: 107)

‘Allah’tan gayrisinin insanların hayatlarını düzenlemek adına hüküm koyma hakkı yoktur, diyor!.. “Beşeri sistemlerin/kanunların reddi, imanın gereğidir diyor. “Akıl sahipleri için hükmü Allah’tan daha güzel kim vardır” diyor. İman ettiyseniz hâlâ ne diye tağutun önünde mahkeme olmak istiyorsunuz diyor...

Aklî yorumlara takılarak hüküm koyma yetkisini kendisinde görmenin cevâzını aklî yorumlardan bulanların ilki Kabil’di.. O gün bu gündür Kabil’den yana olanlar Allah’ı bırakıp kulun kullara egemenliğini kabullenenler Kabil taraftarları oldu... Ve tüm peygamberler de bu gerçeği anlatmak/hatırlamak adına görevlendirilmişlerdi..

Her yeni yüz yılda yeni bir şirk sistemi icat edilecek ve her çağın muvahhidleri “La!” yani “Hayır!” (Allah’tan gayrisine hayır!) diyecek ve imtihan olacaklardı... Kur’ân konuşuyor ve bunu bize haber veriyordu:

“(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecekler? Doğrusu biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah, (imtihan suretiyle imanında) sadık olanları da muhakkak bilecek, yalancı onları da elbette bilecek.” (Ankebut: 2-3)

Kur’ân konuşuyor ve hayatın her alanı için Allah’ın (cc) sözünü/ hükmünü beyân ediyor.. Onunla konuşmak isteyenler için kapısını herkese açık tutuyor.. O’ndan istifade etmek, edebilmek mi?!. İşte bunun için Kur’ân’ın şartı var. İman etmek ve imanın hakkını vermek!. Nasıl mı?. İşte cevabı;

“Ey iman edenler iman edin... ” (4/Nisâ, 136)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / Ahd ve Ahdin Gereği
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:37:16 ÖÖ »


Ahd ve Ahdin Gereği

İçinde yaşadığımız alemde İnsanoğlu müstesnâ, bütün varlıklar, ister istemez Allah’a (cc) teslim olmuşlardır. İnsana irade verilmiş ve kendi tercihiyle teslim olması murad edilmiştir. Allah, kullarına önder, örnek olsunlar diye peygamberler göndermiştir. Peygamberlerden de ayrıca risaleti tebliğ etmeleri hususunda misak almıştır. “Hani Allah, peygamberlerden ‘Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ileride yanınızdaki kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini destekleyeceksiniz’ diye söz aldı; ‘Bu direktifimi kabul ettiniz, omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?’ dedi. ‘Kabul ettik’ dediler. Allah da ‘Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte şahidlerdenim’ dedi.” (Al-i İmran, 81) Sözün özü, insan, Allah’a verilen ahdde şöyle demiş oluyor: “Sen’den başka Rab tutmayacak, sahte ilahları reddedecek ve hayatı yaşarken sadece Sen’in emrine göre ve Sen’in için yaşacağım.”

HİÇ şüphesiz, her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır. “Yeryüzündeki bütün şeyleri sizin yararınıza yaratan, sonra gökyüzüne iradesiyle, saltanatıyla yönelip onları yedi gök hâlinde sağlam bir (sistem ve) düzene koyan O’dur. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 29) Elbette yarattığı hiçbir şeyi iş olsun diye, boşuna yaratmamıştır. Yarattıklarının görevlerini kendilerine vahyetmiştir. Kusursuz işleyen evren, sadece kendisine verilen görevi ifa etmektedir. Bulutlar, gökyüzü, okyanuslar, denizler, ağaçlar, hayvanlar âlemi ve tüm yaratıklar, her biri kendisine tevdi edilen görevi eksiksiz yerine getirmektedir. Tüm bunları boşuna yaratmadığını, her birinin belirli gâye ve hikmete matûf olduğunu beyan etmiş, şöyle buyurmuştur:

“Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri oyun ve eğlence olsun diye boş ve anlamsız yaratmadık. Biz, ikisini de ancak hak ile yarattık; ne var ki onların çoğu bilmezler.” (Duhan, 38-39) Boşuna değildir. Kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine, yani sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir. Her biri kendi yörüngesinde, yaradılış gayeleri doğrultusunda tam bir teslimiyetle görevlerini ifa etmektedirler: “Bilakis, göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmiştir.” (Bakara, 116) Görevleri kulluktur. Evren, insanın yeryüzünde hayatının idamesi için yüklendikleri sorumlulukları ifa etmektedir. Kâinatta olanlar boşuna yaratılmadığı gibi insan da boşuna yaratılmamıştır.: “Sizi, boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 115)

Yaratan, sadece O’dur (cc) ve tüm yarattıklarından teslimiyet istemektedir. Allah’ın emirlerine itiraz etmeden teslim olmak, yalnızca O’nun sözüne itaat etmek, Kur’an’ın kulluk diye tarif ettiği şeydir.

İnsanın yaratılış gayesi kulluktur. Hayatta kulluk manasına gelen ne varsa, hepsinin yalnızca Allah’a sunulması, kulluğun ifası, olmazsa olmaz şartlardandır.

“De ki: Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller? Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: And olsun eğer ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun.” (Zümer, 64-65)

Kur’an kavramına göre ibâdetin genel anlamı şudur: Yapılması sevap olan, Allah’ın emirlerinin yalnızca O’nun rızasının elde edilmesi için yapıldığı her türlü iş, amel, harekettir. Ruhen ve bedenen Allah’ın emirlerine, O’nun rızasını amaçlayarak teslim olmaktır. Yaptığı tüm işleri Allah’ın emirlerine göre yapmaktır. Hayatın rengini sadece İslâm ile boyamaktır. Yalnızca Allah’a kulluk demek, kayıtsız ve şartsız Allah’ın emirlerine teslim olmaktır. Teslimiyet, imanın gereğidir ve sevginin tezahürüdür.

İnsan hariç tüm yaratılanlar, ister istemez teslim olmuşlardır. İnsana irade verilmiş ve kendi tercihiyle teslim olması murad edilmiştir. İşte bu nedenledir ki ruhlar yaratıldığında, insandan ahd ve misak alınmıştır. Ve sonra bu ahdin sınanması için yeryüzüne gönderilmiştir. Yeryüzü, insan için döşenmiş, kulluk ederken ihtiyacı olacak her şey yeryüzüne yerleştirilmiştir. Önce kendisi kendisine şahit tutuldu ve ahd alındı “kalû belâ” da.

Fıtrat, Her Türlü Özür ve İtirazı Reddeder

Her doğan çocuk, fıtrat; yani Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini ve O’na teslimiyeti yansıtan bir cevher ile doğar. Akıl, zekâ, yetenek, aile, çevre ve okul, bu cevheri kabuğundan çıkarıp daha iyi geliştirmeye yarayan birtakım araçlardır.

Cenâb-ı Hak, insan ruhuna, mayasına sadece bu cevheri yerleştirmekle kalmamış, onu ortaya çıkarıp yaratıldığı amaca yöneltilmesi için yardımcı faktörler göndermiştir. Peygamberler, semavî kitaplar ve en son olarak Hz. Muhammed (as) ve Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar yol gösterici faktörler olarak insanları irşada, ‘sırat-ı Müstekiym’i’ göstermeye devam edecek bir güç ve muhtevadadırlar. İnsanın sorumluluğu da bu çizgiden itibaren başlamakta ve âhirette hiç itiraz ve özür beyân etmesine gerek kalmayacak kadar imkânlarla donatıldığı haber verilmektedir.

O halde, ”bizim bunlardan haberimiz yoktu” dememeniz için:

“(Ey Peygamber, insanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim,’ (demişti de) onlar: ‘Evet, (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: Biz bundan habersizlerdik, demenizi (önlemek) içindir.” (A’raf, 172) Sizden ahd alındı.

Ya da: “Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mi edeceksiniz?” (A’raf, 173) dememeniz için. Ataları, körü körüne taklit etmenin mazur sayılamayacağının haberini veriyor.

Veya yine ileri sürülen; “Başkaları bizi aldatıp doğru yoldan uzaklaştırdılar” veya; ”Baba ve dedelerimiz daha önce Allah’a ortak, denk ve benzer koşmuşlardı veya Allah’ı doğrudan inkâr etmişlerdi. Biz de onlara uyduk. O çevrede yetiştik” gibi özür ve itirazların hiçbir mâkul anlamı yoktur. (İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri)

Misak âyetleri incelendiğinde şu hususlara dikkat çekildiği görülecektir:

a) Allah, sizden söz aldı.

Siz buna şahidsiniz. İnsanın fıtratı, aklı, tevhidi kabullenecek, idrak edecek şekilde yaratılmıştır. Allah’ın ahdini yerine getirmesinin anlamı da, bezm-i elest’te verdiği cevabın gereğini yerine getirmesidir. Bu, öyle bir soru ve cevaptır ki, insanı kendi öz benliği üzerine şahit tutmaktadır. Başkasının şahit olmasına lüzum yoktur, insanı kendine şahit tutmaktadır.

b) “Bu, kıyamet günü: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz içindi.”

c) “Yahut: Daha önce sadece atalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı. Biz de onların ardından gelen bir kuşaktık.” Atanızı, dedenizi körü körüne taklit ederek şirk koşmamanız için herkesin sorumluluğunun kendisine ait olduğunu hatırlattı. Şirke, küfre, isyana bir mazeretiniz olmasın diye hatırlatıldı bu söz.

İnsan, bu sözü vererek bir emanet yüklenmiştir. Dünya, bu ahdin yerine getirilme yeridir. Bununla beraber bu sözü nasıl yerine getirmemiz gerektiği noktasında, peygamberler görevlendirilmiş ve bir de kitap gönderilmiştir. Her kim Allah’ın gönderdiği kitaba sımsıkı tutunursa Allah’a olan ahdini yerine getirmiş olur. Yolun ucu, Allah’ın rızasına çıksın isteniyorsa, yolun sonunda cennet olsun deniyorsa yapılması gereken şey bellidir. Buyrun birlikte okuyalım:

“İşte bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, sizi O’nun yolundan ayıracak yollara uymayın. Kendinizi korumanız için işte size böyle tavsiye ediyor.” (Enam, 153)

Allah ile Peygamberleri Arasında Yapılan Misak

Allah, kullarına önder, örnek olsunlar diye peygamberler göndermiştir. Peygamberlerden de ayrıca risaleti tebliğ etmeleri hususunda misak almıştır. “Hani Allah, peygamberlerden ‘Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ileride yanınızdaki kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini destekleyeceksiniz’ diye söz aldı; ‘Bu direktifimi kabul ettiniz, omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?’ dedi. ‘Kabul ettik’ dediler. Allah da ‘Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte şahidlerdenim’ dedi.” (Al-i İmran, 81)

Sözün özü, insan, Allah’a verilen ahdde şöyle demiş oluyor: “Sen’den başka Rab tutmayacak, sahte ilahları reddedecek ve hayatı yaşarken sadece Sen’in emrine göre ve Sen’in için yaşacağım. Rabb kavramının taşıdığı manayı kimseye yakıştırmayacak, yalnızca Sana has kılacağım. İlahın geldiği manayı yalnızca Sana has kılacağım. İbadetlerimi yalnızca Sen’in için yapacağım...”

Verilmiş bu söze rağmen insanlar, dünyada iki gurup olmuşlardır:

Verdikleri ahde Sadık kalanlar ve verdikleri ahde ihanet edenler.

Tevhid üzere kalanlar ve şirk koşanlar.

Hak yolda olanlar ve batıl yollara dalıp yollarını şaşıranlar.

Sebat edenler ve kayanlar.

Kimliklerini koruyanlar ve asimile olanlar.

Oysaki;

Ahdin gereği, Tevhid’dir.

Ahdin gereği, hayatı O’nun için yaşamaktır.

Ahdin gereği, ahlâkın Kur’an ahlâkıyla bezenmesidir.

Ahdin gereği, toplumun, dünyanın ıslahında rol almaktır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
İman Amel Ecel / İman Amel ve Salih Amel
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:29:54 ÖÖ »


İman Amel ve Salih Amel

“Küfür” kelimesinin sözlük anlamı bir gerçeğin üzerini örtme ve gizlemedir. Mekke müşrikleri gibi putlara tapanlar. Allah’a ortak koşarlar. Allahın birliğinin üzerini putları ile örterler, Allah’ın birliğini gizlemeye çalışırlar. Allah’ın yarattığı aya, güneşe, yıldızlara, ruhlara canlı, cansız varlıklara tapanlar da Taptıkları ile Allah’ın varlığının üzerini örtmek isterler. Mevlana da şöyle der: Küfür bir afet, bir felakettir. Küfür Allah’ın hükmü, emir ve rızası ile değildir. Küfür cahillikten meydana gelir. İman ve amel-i salih küfrü yok eder. İman, Allahın varlığını ve birliğini, Muhammed (sav)’in peygamberliğini, Cebrail aleyhisselam vasıtası ile Allah’tan alıp bildirdiği ilâhî emir ve yasakları kalb ile kabul etmeye, dil ile de söylemeye denir. Amel-i salih, imanı hayata hâkim kılan, Allahın rızasını kazandıran, ibadetlere, dünyamıza, ahiretimize yararlı olan iyi işleri ve iyi davranışları ifade eden bir terimdir.

Küfür,

İman ve Amel-i Sâlih

“KÜFÜR” kelimesinin sözlük anlamı bir gerçeğin üzerini örtme ve gizlemedir.

Bir adam, başka bir adama it, kurt der. İffetli bir hanımı iffetsiz kadın diye itham eder. İnsan olmanın üzerini it ve kurt yalan sözü ile, iffetli olmanın üzerini de iffetsiz iftirası ile örter ve gizler.

Allah vardır.

Dinsizler, Allahın varlığını inkâr ederler. Hâşâ sümme hâşâ Allah yoktur derler. Yok, kelimesi ile Allahın varlığının üzerini örtüp gizlemek isterler.

Allah birdir.

Mekke müşrikleri gibi putlara tapanlar. Allah’a ortak koşarlar. Allahın birliğinin üzerini putları ile örterler, Allah’ın birliğini gizlemeye çalışırlar.

Allah’ın yarattığı aya, güneşe, yıldızlara, ruhlara canlı, cansız varlıklara tapanlar da Taptıkları ile Allah’ın varlığının üzerini örtmek isterler.

Yahudiler, Hıristiyanlar, batıl din mensupları, peygamberimiz Muhammed (sav)’in peygamberliğini ve Kur’an-ı Kerimin Allah tarafından Hak kitap olarak gönderildiğini kabul etmezler, batıl inanışları ile İslâm’ın Hak ve Doğru inancının üzerini örtmeye çalışırlar, kendi yanlış inanışlarını hak ve doğru olarak gösterirler.

Küfür kelimesi örtme ve gizleme manası ile birlikte kullanış yönünden iki kısma ayrılır;

1-Sövüp sayma, kaba, çirkin, kötü söz söylemeye denir. Örneğini verdiğimiz it, kurt, iffetsiz kelimelerini kullananlar, ağıza, yüze, göze sövenlere küfürbaz denir.

Küfürbaz insanlar, çirkin sözlü, kötü huylu insanlardır. Çirkin sözleri, kötü huyları ile günah işlerler, kul hakkına tecavüz ederler, fitne ve fesat yayarlar, sevilmezler.

Bunlar çirkin ve kötü sözlerini hemen terk etmeli, tevbe istiğfar edip iyi hal sahibi, namaz ve niyaz ehli bir Müslüman olmalıdırlar. Küfürbaz olarak yaşamaya devam ederlerse, Allah korusun imanlarını bile kaybedebilirler.

Müslüman sövüp saymaktan, çirkin ve kaba konuşmaktan kendini ateşten koruduğu gibi korumalıdır, doğru sözlü, güzel huylu olmalıdır.

2-Küfür, inkâr anlamında kullanılır.

Allahın varlığını, birliğini, gönderdiği peygamberleri ve peygamberlerine indirdiği ilahî kitapları kabul etmemek, inkâr etmek küfürdür.

Peygamberimiz Muhammed (sav)’in peygamberliğini, Cebrail vasıtası ile Allah’ın Ona indirdiği Kur’an’ın bütününü veya bir kısmını, bir hükmünü kabul etmemek de küfürdür. Küfür sahiplerine kâfir denir. İslâm dini dışında kalan insanların genel adı da kâfirdir. (1)

Allah, İnsanı seçkin bir varlık olarak yaratmış ve insana sayısız nimetler bahşetmiştir.

Allah, insan’a akıl, zekâ vermiş, düşünme, bilgi edinme, keşif ve icat etme ve idare etme gibi birçok kabiliyetlerle diğer canlılardan üstün tutmuştur.

Allah’ın verdiği bu kabiliyetlerle insan, canlı ve cansız diğer varlıklara hâkim olmuş, onları hizmetinde kullanmıştır.

Allah, insan’a dünyada bahtiyarlığa, ahiret hayatında da sonsuz mutluluğa kavuşması için yol gösterici peygamberler göndermiş, peygamberlere indirdiği ilahi kitaplarla da insanın yapacağı emirleri, yapmayacağı yasaklarını bildirmiştir.

İnsanın aslî vazifesi; Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, Allah’ın istediği bir kul olmaktır.

İnsan, Allah’ın istediği bir kul olmamış, emirlerine, yasaklarına göre yaşamamış, yoldan çıkmış, inkâra sapmış, kâfir olmuştur.

Kâfirler; Allahın varlığını kabul etmemişler, yoktur demişler veya elleri ile yaptıkları putlara ilah diye tapınmışlar.

Allah’a isyan etmişler, sahip oldukları kabiliyetleri kötüye kullanmışlardır. Zulme sapmışlar, yeryüzünü fitne ve fesatla doldurmuşlar, tanrılık iddiasında bulunmuşlardır. Azgınlaştıkça azgınlaşmışlar.

Allahın kendilerine doğru yolu göstermek için gönderdiği peygamberleri kabul etmemişler, peygamberlerin gösterdiği doğru yolu kapatmaya çalışmışlar, bir kısım peygamberleri ve ona inananları öldürmüşler, cinayetler işlemişlerdir.

İmansızlık, azgınlık, gurur, büyüklenme, hayvanî bir yaşayışla İnsan olma vasıflarını kaybetmişler, canlı-cansız varlık arasındaki üstün olma mevkiinden kendilerini düşürmüşler, varlıkların en kötüsü haline gelmişlerdir.

Allah şu iki ayette kâfirlerin inançlarını ve niteliklerini şöyle bildirir:

“Onlar (aslı esası) olmayan batıla inanırlar ve Allah’ı inkâr” ederler. (Ankebut: 29/52)

 “Şüphesiz ki, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü iman etmeyen kâfirlerdir.” (Enfal:8/55, bknz. Beyyine: 6)

Ebu’l-leys Semerkandi hazretleri ayeti kerimenin açıklamasında şöyle der:

“Evet hareket eden canlılar arasında, Allah katında kafirlerden daha kötüsü ve daha şerlisi yoktur. Kâfirlerden başka bütün yaratılmışlar Allahü Teâlâ’nın birliğini tasdik ederek, O’nu tesbih ederler.

İnsanlardan başka varlıklar için cennet ve cehennem korkusu da yoktur. Buna rağmen her an Rablerini tesbih ederler.. Hâlbuki mükâfat ve ceza, cennet ve cehennem insanlar içindir. Buna rağmen kâfirler yine iman etmezler.”(2)

Esbab-ı nüzül kitabında şöyle denir:

“Dâbbe: Yerde yürüyen, yer değiştiren, debelenen, hareket eden canlı demektir. Dâbbenin anlamında bitkilerden başka bütün canlılar dâhildir.

Yaratanı ve O’nun peygamberlerini inkâr eden ve O’na şirk koşan bütün yaratılmışların en âdisidir. Çünkü kâfir, Allah’ın yarattıkları arasında insanlara bahşetmiş olduğu akıl nimetini yerinde kullanmamıştır.”(3)

Kâfirler, dünya hayatında görünüşte insan olarak, süslü, rahat, zengin, saltanatlı bir yaşayışa sahip olsalar da, küfürleri sebebiyle Allah katında şerir bir varlıktır.

Mevlana da şöyle der: Küfür bir afet, bir felakettir. Küfür Allah’ın hükmü, emir ve rızası ile değildir. Küfür cahillikten meydana gelir.

Allah kâfire murdar, pis demiştir. Kâfirin dışı temizdir, görünen pisliklere bulaşmamıştır. Pislik onun inancındadır, huyundadır. (4)

İnsan, dünya hayatından sonra Allah’ın bildirdiği ahiret hayatını da yaşayacaktır. Kâfirlerin ahiret hayatı nasıl olacaktır?

Allah, gönderdiği peygamberler vasıtası ile ahiret hayatının nasıl olacağını bildirmiş,

Fâkat kâfirler tekrar dirilmeyi, ahiret hayatının varlığını kabul etmemişlerdir.

İnsan dünyada sahip olduğu beden ve ruh ile Allah’ın emriyle, ahirette tekrar dirilecek, Allah’ın emriyle, dünyada yaptıklarının hesabını verdikten sonra ahiret hayatını sonsuz olarak yaşamaya başlayacaktır. Allahın bildirdiği, bütün peygamberlerin insanlara duyurduğu ilâhî gerçek budur.

Merhum Mevdûdî beden ve ruh ile dirilme konusunda şunları yazar:

“İnsanlar aynı ruh ve beden ile diriltilecekler ve dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük ayrıntısına kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü işledikleri suçları aynen aktarabilmeleri için aynı uzuvların bulunması gerektiği aşikârdır. ”

Merhum konu ile ilgili ayet-i kerimelerin sûre ve numaralarını da verir: İsra:49-51, 98, Nur: 24, Yasin:65, Saffat:16-18, Vakıa:47-50, Naziat:10-14, (Tefhimülkur’an: 5/187)

Peygamberimiz (sav), ilâhî gerçeği, ahirette dirilmeyi bildirdiği zaman, Mekke müşrikleri “olamaz” dediler. Allah, Kur’an-ı Kerimde müşriklerin ahiret hayatının varlığını inkâr etmelerini şöyle bildirir:

“Şu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, dediler.” (En’am: 6/29)

Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Übeyy bin Halef, çürümüş bir kemik getirerek onu ufalamış peygamber (sav)’in yüzüne doğru üflemiş, alay ederek şöyle demiştir:

“Ey Muhammed! Biz bu şekilde toz haline gelmiş kemikler olduktan sonra, Allah’ın bizi dirilteceğini mi iddia ediyorsun?”

Peygamberimiz (sav) şöyle cevap verdi:

“Evet, Allah seni diriltecek ve ateşe sokacak.”(5)

Ubeyy bin Halef hakkında şu ayetler indi:

 “İnsan kendisini meniden yarattığımızı görmez mi ki, hemen açık bir hasım kesiliyor.”

 “Yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. “Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek dedi.”

 “ Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O bütün yaratıkları bilir” de. (Yasin:36/77-79)

Allah’ın emri ile dünya hayatı sona erecek, Allah’ın emri ile ahiret hayatı başlayacaktır.

Kâfirler, dünyada Allah’a isyan etmenin cezasını, ahiret hayatında cehenneme atılarak çekeceklerdir.

“(Cehennem) ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.” (bakara:2/24)

 Allah, kâfirlerin cehennemde çekeceği azabı bir ayet-i kerime de şöyle bildirir:

“Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa:4/56, bkz, Hac: 22/20)

Deriler, Allah’ın insanoğluna verdiği nimetlerinden biridir. Canlıların derileri de kendileri gibi insan hizmet ederler. (Nahl:16/80)

Sadece domuzun derisi de kendisi gibi necistir, kullanılmaz. İnsan yaratılmışların en şereflisi olduğu için insana saygı dolayısı ile insan derisi de kullanılmaz.

 İnsan vücudundaki derinin çok faydaları vardır. Ansiklopedilerden aldığım bazı faydaları şöyledir:

Deri, vücudumuzda ısınma olması durumunda terleme yaparak vücudun soğumasını sağlar. Üşüme durumlarında gözenekler kapanarak soğukluğun hissedilmesini azaltır.

Deri, sinir sistemi ile birleşik olduğundan dolayı soğuk, sıcak, acı, baskı gibi hisleri algılar.

 Deri, vücudumuzdaki zararlı maddeleri terleme yolu ile dışarı atar.

Deri, güneşten gelen D vitamini emerek vücudumuzun ihtiyacını karşılar.

Deri, vücudumuzu bir arada tutarak dağılmasını önler.

Derinin başka faydaları da vardır.

Müslüman Allah’ı andığı ve kelamı olan Kur’an-Kerimi okuduğu zaman, derisi Allah korkusu ile ürperir, Allah sevgisi ile yumuşar, itminana erer. (Bkz, Zümer:39/23)

Deri, ahirette insanların yaptıklarına şahitlik eder.

Peygamberimiz (sav) konu ile bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

“Bir suçlu kıyamet gününde yaptıklarını inkâr ettiğinde, Allah onun organlarına emir verecek ve onlar onun yaptıklarına şahitlik edeceklerdir.” (Müslimden naklen İbn-i Kesir: 4/96, tefhim: 5/187)

Allah, derinin şahitliği konusunda şunları bildirir:

“İnananları ve Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.”

“Allah’ın düşmanlarının, toplanıp yığın yığın cehenneme sevk edilecekleri günü hatırla.”

“Nihayet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri yapmış oldukları işler hakkında kendileri aleyhinde şahitlik ederler.”

“Onlar derilerine ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler.”

“Derileri, bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca ona döndürülüyorsunuz. ”

“Siz (günahlar işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Lakin yaptıklarının çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.”

“İşte bu sizin, Rabbiniz hakkında zannınızdır. O sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”

“Şimdi eğer dayanabilirlerse artık cehennem onların yeridir.” (Fussilet 41/19-24)

Deri tam yanınca, azabın acısını devamlı duyması için yanan deri yenilenir. Çünkü acıyı beyine, vücudun her tarafına ulaştıran deri ve derinin ihtiva ettiği organlardır.(6)

Ebu’l-leys Semerkandi hazretleri ayeti açıklarken şöyle der:

“Hz. Muhammed (sav)’i ve Kur’an’ı inkar ederek kafir olanlar, kıyamet günü kendileri için hazırlanmış bir ateşe atılacaklardır.. Onların derileri yandıkça azabı duysunlar diye, Yüce Allah derilerini değiştirip yenileyecektir. Derilerin her değiştirilmesinde azapları da artırılacaktır. Azapları bu şekilde devam edecektir. Çünkü kâfirler için bir daha cehennemden çıkmak yoktur.(7)

Kâfirlerin çektikleri azap, inkârlarının ve küfürlerinin karşılığıdır Küfürleri dünyada devamlı olduğu için ahirette de cehennem azabı devamlıdır.

Suça göre ceza esasına uygun olarak cehennemde de kâfirlerin cezaları farklıdır. Nemrut, Firavun, Ebu cehil, tarihte isimleri bilinen ve bilinmeyen zalimlerle, kendi halinde kimseye bir kötülük yapmamış, küfrü sebebiyle cehennemi hak etmiş bir kâfirin cezası aynı değildir.

İman ve Amel-i Salih Küfrü Yok eder

İman ve amel-i salih küfrü yok eder.

İman, Allahın varlığını ve birliğini, Muhammed (sav)’in peygamberliğini, Cebrail aleyhisselam vasıtası ile Allah’tan alıp bildirdiği ilâhî emir ve yasakları kalb ile kabul etmeye, dil ile de söylemeye denir.

İmana sahip olmanın en kısa ifadesi; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah” demektir. Türkçesi; “Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Allah’ın Rasulüdür.”

Amel: İş, çalışma, çaba harcama, meşgale ve uygulamaya denir.

Dünya ve ahirette kendisine ceza ve mükâfat verilen işlere ve davranışlara amel denir. Bu tarifeye göre en küçük iyi amele mükâfat ve en küçük kötü amele de ceza verilir.

Allah şöyle buyurur:

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlayınca kötülük işlerse onu görür.” (Zilzal: 99/7, 8)

Salih iyi demektir

Amel-i salih, imanı hayata hâkim kılan, Allahın rızasını kazandıran, ibadetlere, dünyamıza, ahiretimize yararlı olan iyi işlere ve iyi davranışlara denir. Diğer bir ifade ile farz, vacip, sünnet, müstehap her ibadet, helal olan her işi sağlamca yapmak, doğru sözlü olmakta amel-i salihtir.

Amel-i salihi işleyen insana da; Allah’ın emir ve yasaklarına uygun, dinen iyi, faydalı, doğru ve savaba layık davranışlarda bulunduğu için “Salih Müslüman= İyi Müslüman” denir.  8

Salih Müslüman, dünyada seçkin Müslüman olduğu gibi Allah katında da seçkin Müslümandır. Salih Müslüman iyi insan olmanın da örneğidir.

Allah buyurur:

“Kim Allah’a ve peygamber itaat ederse, işte onlar, Allahın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa:4/69)

Salih Müslüman, Allahın emrine itaat eden Müslümandır Namaz ve niyaz ehlidir. Eûzü, besmele ile başladığı işini hamd ile şükürle tamamlar. Helalınden yer, helalinden içer. Herkese iyilik yapar. Allah’ın yasak etiği şeylerden ateşten korunduğu gibi korunur. Bu korunmayı Müslümanlara da tavsiye eder.

Salih Müslüman, örnek Müslümandır. Örnek Müslüman olduğu için ahiret âleminde de peygamberlerle, sıddıklarla, ve Salihlerle beraber olacaktır. Salihleri bu mevkie yücelten imanı ve amel-i salihidir.

İyi amellerin değer kazanması, Allah katında makbul olması için iman şart ve esastır. İman olmadan ibadetlerin, iyi işlerin, iyi davranışların Allah katında bir değeri yoktur. Bunun içindir ki, Allah kâfirin hiçbir işini kabul etmez. “Dünyada da ahirette de onların amelleri boşa gitmiştir.” buyurur. (Bakınız: Âl-i İmran: 3/22)

Allah Nur suresinde şöyle buyurur;

“İnkâr edenler ise, onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer. Susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz da, Allah’ı bulur. O da onun tamamiyle hesabını görüverir. Allah hesabı çabuk görendir.” (Nur: 24/39)

Amel-i salih; imanı korur, gıdanın bedeni güçlendirdiği gibi imanı güçlendirir. İmanı hayata yön veren, şeytana, nefse ve bütün kötülüklere dur diyebilen bir güç haline getirir, sonunda sahibini dünyada bahtiyarlığa, ahirette sonsuz cennet mutluluğuna kavuşturur.

Allah buyurur:

“İman edip amel-i salih de bulunanları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyacağız. Cennette onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve onları ne sıcak ne soğuk, tam kararında gölgeliğe kavuşturacağız.” (Nisa: 4/57)

Cennet ve cennet nimetleri dünya hayatında iman eden, Allah’ın emirlerini yapan, yasaklarından kaçınan müminlerin işledikleri amel-i salihlerin karşılığıdır. Cennet nimetleri devamlıdır. Allah buyurur:

“Orada diledikleri her şey onlarındır. Katımızda daha fazlası da var.” (Kaf: 50/35)

İman bir bütündür. Parçalanamaz, bölünemez. İman esaslarının bir kısmını kabul edip, bir kısmı reddedilemez. İman bütünü ile imandır. İmanı bütünü ile kabul etmeyenler de kâfirlere katılırlar. (9)

Cehennem, kâfirlerin ahirette sürekli olarak ceza görecekleri bir azap yeridir. Kâfirler Cehennem’de ebedî olarak kalacaklardır.

Allah şöyle buyurur:

“Şüphesiz inkâr edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.”

“Şüphesiz inkâr edenler ve zulmedenler (var ya) Allah onları asla bağışlamayacak ve doğru yola iletecek değildir.”

“Allah onları ancak içinde ebedi kalacakları cehennemin yoluna iletir.” (Nisa:4/167-169)

Günahkâr Müslümanlar da cehenneme atılırlar. Günahları ölçüsünde cezalandırılırlar. Fakat günahkâr Müslümanlar cehennemde kâfirler gibi sonsuz olarak kalmazlar. Bir Müslüman şeytana, nefsine uymuş, büyük günahlar işlemiş olsa da imanla ölmüş ise, Allah affederse cennete gider. Allah affetmezse, cehennem’e girer, cezasını çeker, Allah’ın rahmeti ile cehennemden kurtulur, cennete kavuşur (10)

Müslüman imanına sahip olmalı, amel-i salihlerle imanını hayatına hâkim kılmalı, günahlardan kendini korumalı, doğrudan doğruya cennete gidebilmek için Allah’ın emrine uygun bir yaşayışa sahip olmalıdır.

Allah buyurur: “İman edip amel-i salih de bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/82)

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

 (1)   Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûğat, Sh: 636, 1962, Ank. Ahteri Kebir, 876, Y. Kerimoğlu, Kelimeler kavramlar, Sh:274, İnkılab yayını, 2011, İst.

(2)   Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsirulkur’an, 3/39, Özgü yayını, 2008, İst.

(3)   H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı nüzül: 5/154, 1971, Konya

(4)   Şaban Karaköse, Mevladan düşündüren sözler, Sh: 223, 2007, İst.

(5)   Muhammed Ali es-Sabûnî, Saffeüttefasir: 5/227, Yeni Şafak yaynı, İst.

(6)   Kur’an yolu: 2/81, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, 2006, Ank

(7)   Tefsirulkur’an, 2/48

8   D. Mehmet Doğan, Sözlük:31, 32 İslâmda inanç ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi, İfav yayını, 1/127, 197, İst.

(9)   Hüseyin. K. Ece, İslâmın temel kavramları:319-367, Beyan yayını. İst

(10)   Ali Nar, Akaid risaleleri, Akidet’üt-Tahaviye: Sh:69, No:68, Akaid-i Adudiye, Sh:128, Misak yayınları:1994, Ank. İslâm’da inanç ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi, 1/273)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6


Peygamberimizin Ticari Muamelelerle İlgili Tavsiyeleri

Efendimiz (sav) bizzat kendisi ticarî faaliyetlerde bulunmuş, adalete riayet eden ticaret erbabını övmüş ve onları taltif etmiştir. O, ticarette, defolu mal satmayı, ayıbı gizlemeyi, aldatmayı, yalanı yasaklamış; doğru ve dürüst davranmayı, kolaylık göstermeyi, borçluya mühlet (zaman) tanımayı tavsiye etmiştir. Peygamberimiz’in (sav) ticari muameleler ile ilgili tavsiyelerine geçmeden önce ‘ticaret nedir?’ sualine cevap verelim. Ticaret, t-c-r kökünden mastar olup, alım satım, alışveriş, büyük ölçüde mal alıp satma, bu işten elde edilen kâr, kazanç anlamına gelir. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ticaret, her türlü ürün, mal vb. alım satımı, olarak tarif edilmektedir. Ticaret, ekonomi sözlüğünde ise, para ile ifade edilebilir değişim değerleri olan mal ve hizmetlerin piyasada değişimi, alınıp satılması, şeklinde tanımlanmaktadır.
 
PEYGAMBERİMİZ Efendimiz (sav) bizzat kendisi ticarî faaliyetlerde bulunmuş, adalete riayet eden ticaret erbabını övmüş ve onları taltif etmiştir. O, ticarette, defolu mal satmayı, ayıbı gizlemeyi, aldatmayı, yalanı yasaklamış, doğru ve dürüst davranmayı, kolaylık göstermeyi, borçluya mühlet (zaman) tanımayı tavsiye etmiştir. Peygamberimiz’in (sav) ticari muameleler ile ilgili tavsiyelerine geçmeden önce ‘ticaret nedir?’ sualine cevap verelim. Ticaret, t-c-r kökünden mastar olup, alım satım, alışveriş, büyük ölçüde mal alıp satma, bu işten elde edilen kâr, kazanç anlamına gelir.(1) Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ticaret, her türlü ürün, mal vb. alım satımı, olarak tarif edilmektedir.(2) Ticaret, ekonomi sözlüğünde ise, para ile ifade edilebilir, değişim değerleri olan mal ve hizmetlerin piyasada değişimi, alınıp satılması, şeklinde tanımlanmaktadır.(3)

 Yeryüzünün halifesi olan insanoğlu, meşru ölçüler çerçevesinde çalışmak, üretmek ve tüketmek durumundadır. Bunun en verimli ve bereketli yönü de ticaret ve helalinden kazanmaktır. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Ey insanlar! Allah ‘tan korkun ve rızık talebi hususunda güzel davranın. (Bir müddet) gecikmiş olsa da hiçbir nefis, rızkını tamamlamadıkça ölmez; Allah ‘tan korkun ve rızık talebi hususunda güzel davranın (temiz ve meşru yolla kazanın), helal olanları alın ve haram olanları bırakın”(4) buyurduğu malûmdur. Bu genel izahtan sonra, Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyelerine geçebiliriz.

Rasûl-i Ekrem (sav) ticaret ile meşgul olanları övmüş ve onları taltif etmiştir. Kus b. Ebi Gareze şöyle rivayet eder: Biz Rasûlullah (s.a.s.) zamanında “simsarlar” diye adlandırılıyorduk. Rasûlullah (s.a.s.) bize uğradı ve bizi bundan daha güzel bir adla adlandırarak, “Ey tüccar topluluğu! Alışverişte yemin ve batıl söz mevcuttur. O halde bunları sadakayla savın. ‘’(5) Hz. Peygamber, alım-satım yapan ashabı, daha önceden bilinen meslek adlarıyla değil, yeni fakat onların da hoşuna gideceği “tüccar” adıyla anmıştır. Böyle bir adlandırma onları memnun etmiştir. Ayrıca “Emin, doğru sözlü tacir, kıyamet gününde, peygamberlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraberdir”(6) buyurarak, ticaret erbabına en üstün mertebeyi layık görmüş; onların, Allah Teâlâ’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu en seçkin kimselerle beraber olacaklarını müjdelemiştir. Ancak böyle bir dereceye ulaşmanın ve övgüye layık olmanın en önemli üç şartını da gayet net bir şekilde açıklamıştır: Müslüman olmak, emin olmak, doğru olmak...

Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ticaret hayatına getirdiği ilke ve prensipler, ümmet için ticari hayatta gerekli olan vazgeçilmez prensipler ve düsturlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü ümmet, ticaret hayatını, onun teorik anlamda buyurduğu sözleri ve pratik olarak uyguladığı kuralların ışığında ve çerçevesinde düzenlemekle yükümlü kılınmıştır. Bilindiği üzere Hz. Peygamberin amcası Ebû Talib, Kureyş’in önde gelen tüccarlarından birisidir. Mekke’den Suriye’ye giden bir ticaret kervanı ile Şam’a giden ticaret kervanına katıldığında daha dokuz yaşındadır.(7) Hz. Peygamber, ticaret adamı olan amcasından ticarî işler konusunda bir takım tecrübeler edinmişti. Mekke’de kendi adına ticaret yapmaya başladı. Artık o, olgunluk çağına erişince tüccar olmuş ve Arabistan’ın kuzeyindeki ülkelere sefere çıkmaya başlamıştı. Genelde bilindiğinin aksine, ticari hayata Hatice ile müşterek çalışmaya başlamadan çok daha önce girmişti. Hatice, Mekke’de temsilcileri vasıtasıyla iş yapan hanımlardan biriydi. Hz. Muhammed, çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü ile halk arasında “emin” isimleriyle anılırdı. Onu, kâr getirici ve güvenilir bir ortak olarak gören Hz. Hatice, bazen ücret, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed’i birçok defa kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticari seferlere göndermişti. Kendisine güvenerek önce işini ona teslim eden, daha sonra da onunla evlenen Hatice’yi etkileyen, onun doğruluğu ve dürüstlüğü idi. Onun bu özelliğini, peygamberlikten önce de kendisiyle iş yapan herkes övmekteydi. İslam’dan önce kendisiyle ticaret ortaklığı yapan Saib adındaki tüccar, Mekke’nin fethedildiği gün Hz. Peygambere geldi. Sahabe, onu övmeye ve anlatmaya başlayınca Hz. Peygamber, “Ben onu sizden daha iyi biliyorum (tanıyorum)” buyurdu. Bunun üzerine Saib “Doğru söyledin. Anam babam sana feda olsun. Sen cahiliye döneminde benim ortağımdın. Sen hayırlı (iyi) bir ortaktın. Ne mücadele ederdin, ne de muhalefet ederdin”(8) dedi. Saib adlı bu ticaret adamı, Hz. Peygamberin üç önemli vasfını belirtmektedir. Birincisi, hayırlı, seçkin ve iyi bir ortak. İkincisi, muhalefet etmeyen, ihtilaf çıkarmayan yani uyumlu bir ortak. Üçüncüsü, mücadele etmeyen yani gürültü, kavga çıkarmayan ve geçimsizlik göstermeyen bir ortak. Bu üç önemli vasıf, ticaret ortaklığında en önemli ilkelerdir. Ortaklıkta, güzel ahlak ve muamelelerde kolaylık sağlamak, husumeti celbedecek şeylerden kaçınmak önemli olduğu kadar, ortaklığın da devamını sağlayan en önemli prensiplerdir. Bütün bu özelliklere, Hz. Peygamberin, ticari ortaklık esnasında titizlikle uyduğunu görmekteyiz. Bu değerlendirmelerden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamberin ticaret piyasasında, iş hayatında ve alım-satım faaliyetlerinde şöhretinin yayıldığı anlaşılmaktadır. O günkü şartlarda, tek başına ticaret kafilesi düzenleyecek güçte olan bir zengin hanımın, ona iş teklifinde bulunması, hatta ticari ortaklığa davet etmesi, Hz. Peygamber’in ticareti iyi bildiğini ve bu sahadaki maharetini göstermektedir.

Hz. Peygamber’in, çeşitli yerlere ticari seferler yaptığı rivayet edilmiştir. Bunların başında Suriye’de Büşra gelmektedir. Bu geziye çıktığında yaşları 25 civarında idi. Bu seferi Hz. Hatice namına yapmış ve sefer sonrası Hz. Hatice yukarıda işaret edildiği gibi Rasûl-i Ekrem’e evlilik teklifinde bulunmuştur. Hz. Peygamber Yemen’de bulunan iki ticaret merkezi olan Habaşa ve Curaş adlı şehirlere gitmiştir.(9) Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan Bahreyn’e de birkaç sefer yaptığı kaydedilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde geçen bir Hadis-i Şerif’le bu teyit edilmektedir. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygambere gelen sayısız heyetlerden birisi de Abdulkays kabilesinin heyetiydi. Heyetin anlattığına göre, onlar Rasûlüllah’ı ziyarete gelmişlerdir. Orada bulunanlar, onların bu ziyaretine çok sevinmiş ve oturmaları için yer açmışlardı. Hz. Peygamber onlara merhaba (hoş geldiniz) demiş ve yanına çağırmıştır. Hz. Peygamber; “Lideriniz kimdir?”, diye sorunca, onların hepsi Münzir b. Aziz’i işaret etmişlerdir. Münzir’in yüzünde eşeğin tekme izi vardı. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Eşac, yani yüzünde yara olan bu adam mı?” diye sordu. - O ilk defa böyle bir isimle anılıyordu- Orada bulunanlar, “evet” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber, el-Eşac’a, Safa, Muşkar denilen şehirlerden ve bunların dışında Hicr’e bağlı olan kasabalardan sordu. Hz. Peygamber’in bu konudaki bilgisinden hayrete düşen Eşac, “Anam babam sana feda olsun! Sen bizim kasabalarımızın isimlerini bizden daha iyi biliyorsun” deyince Hz. Peygamber, “Sizin ülkenizin topraklarını ayaklarımla çiğnedim (gezdim). Orada bana geniş imkanlar tanındı (misafirperverlikle karşılandım)”buyurdu.(10) Bu rivayet, çok açık olarak risaletten önce Hz. Peygamberin buralara ticari maksatla gittiğini göstermektedir. Ayrıca yukarıda nakledilen Hadis-i Şerif, Peygamber (s.a.s.)’in nübüvvetten önce 18-25 yaşları arasında ticari gayeler için Bahreyn’e gittiğine işaret etmektedir. Bütün bu izahlar açık bir şekilde Hz. Peygamberin ticari işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18 yaşlarında başladığını gösterir. Kendisine saygılı olan bir insan olarak, fakir olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticarete atılmıştır. Bu amaçlarla da komşu ülkelere bilhassa sınır bölgelerindeki Yemen, Bahreyn ve Suriye kasabalarına, muhtemelen Habeşistan’a gitmiştir.(11)

Rasûl-i Erkek (sav) Hz. Hatice (r.a.) ile evlendikten sonra, bu defa işin idarecisi ve hanımının ortağı olarak ticarete eskisi gibi devam etmiştir. Buna bağlı olarak komşu ülkelere ve ülkesinin çeşitli ticari merkezlerine ve panayırlarına pek çok yolculuk yaptığı kesinlik kazanmıştır. Evlendiği yaştan peygamberlik görevi kendisine tevdi edilinceye kadar Arap Yarımadası’nın değişik bölgelerine, Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye gibi komşu ülkelere ticari seferler yaptı. Değişik insanlarla iş anlaşmaları yaptığına dair elde bulunan bazı kayıtlar, onun ticaretle ilgilendiğini göstermektedir. Hz. Peygamberin yıllar boyunca hiçbir iş yapmadan hanımının geliri ile yaşadığı düşünülemez. Otuz yaşlarının sonuna doğru daha ziyade tefekküre vakit ayırdığı doğrudur. Bunun için de Hıra dağında günler, haftalar geçirmiştir. Ancak daha önceki dönemlerinde otuzlu yaşlarının ortasına kadar normal bir ticaret adamı gibi çalışmıştır. Evlendikten sonra yaptığı üç ticari gezisi tarihe geçmiştir. Bunlar sırasıyla Yemen, Necd ve Necran’dır. Bunun yanında hac mevsiminde Ukaz ve Zü’lMecaz panayırları zamanında yoğun ticari faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir.(12)

Hz. Peygamberin Yaptığı Bazı Akitler

a- Satış Akitleri: Hz.Enes b. Malik’in rivayetine göre Ensar’dan bir adam Hz. Peygamber’e gelerek ondan bir şey istemiştir. Hz. Peygamber, “evinde bir şeyin var mı?” diye sorunca adam, “evet bir çulum var, bir kısmı ile örtünüyor, bir kısmını da yere seriyorum, bir de su içtiğim bardağım var” dedi. Hz. Peygamber “Onları bana getir” buyurdu. Adam hemen alıp getirdi. Rasûlüllah (s.a.s.) onları eline aldı ve “bunları kim satın alır” buyurdu. Orada bulunanların birisi, “bir dirheme alırım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “bir dirhemin üzerine kim artıracak” buyurdu. Orada bulunan bir başkası “iki dirheme ben alırım” dedi. Rasûlüllah onları, o adama satıp, malın sahibi olan Ensarlıya iki dirhemi teslim eti.(13) Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, kendisinden bir şey istemeye, yani dilenmeye gelen bir kimseye, böyle bir talebe rızasının olmadığını, “evinde bir şeyin var mı?” sözüyle açıkça belli etmiştir. En önemlisi evinden getirdiği şeyleri açık artırma (müzayede) usulü ile satarak ona bir alternatif sunmuş ve bu arada önemli bir ticari uygulama ve usul öğretmiştir. Ayrıca bu Hadis-i Şerif, müzayede ile malın satışının caiz olduğunu da göstermektedir.

b- Vekaleten Alışveriş Yaptırması: Hz. Peygamber birçok alım akitleri yapmıştır. Bu konuda Hz. Câbir şöyle anlatmaktadır: Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir gazaya çıktım. Devem beni geri bıraktı. Bu esnada Rasûl-i Ekrem yanıma gelerek, “Ya Câbir ne haldesin?” diye seslendi. Bunun üzerine ben, “Devem beni geriye bıraktı ve yorgun düştü de arkada kaldım” cevabını verdim. Hz. Peygamber hemen hayvanından inerek bastonu ile devemi çekti. Sonra bana: “Bin”dedi. Ben de bindim. Yemin olsun ki, hayvanım Rasûlullah (s.a.s.)’in devesini geçmesin diye ona engel olmaya çalıştığımı bilirim. Hz. Peygamber bana dönerek “deveni satar mısın?” diye sordu. Ben de evet, dedim. Onu bir ukıyye (40 dirhem) karşılığında benden satın aldı. Fakat ben aileme dönünceye kadar deveyle gitmemi şart koştum. Medine’ye varınca, deveyi ona götürdüm. Kıymetini bana verdi. Bundan sonra (evime) döndüm. Hemen arkadan birini göndererek, “acaba deveni alayım diye sana fiyat kırdırdığımı mı sandın?”dedi. Buharî ve Müslim’in rivayetine göre Hz. Bilal, ukıyyeyi ona teslim etmiş, daha sonra Rasûlüllah’ın emriyle onu geri çağırmıştır. Hz. Peygamber, “Deveni de dirhemlerini de al! O senindir” buyurmuştur.(14)

Urvetü’l-Barikî’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber kendisine bir koyun satın alması için bir dinar vermiş, o bu para ile iki koyun satın almış ve birini bir dinara satarak Rasûlüllah’a bir koyun ve bir dinar getirmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ona alışverişinde bereketle dua etmiş; artık bundan sonra bu sahabî, toprak satın alsa ondan kâr eder (kazanır)dı.(15)

Yine Hakim b. Hizam da Allah Resulü’nün bir dinar vererek kendisini kurbanlık bir hayvan almaya gönderdiğini rivayet eder. Hakim, bir dinarla bir koyun alıp, onu iki dinara satar. Sonra bir dinara yine bir koyun alarak onu ve fazladan olan dinarı Hz. Peygambere getirir. Hz. Peygamber, ona dinarı sadaka olarak vermesini ve koyunun kurban edilmesini söyler ve yaptığı ticaretinde ona bereketle dua eder.(16)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki Hadis-i Şeriflerde Hz. Peygamberimiz, satın alma akdi yapmış ve ashaptan bazılarını kendisine bir koyun alması için vekil tayin etmiştir. Her iki sahâbî, Hz. Peygamber’in verdiği dinarla kârlı bir alışveriş yapmışlardır. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda onlara önceden izin vermediği halde namına yapılan bu satın alma işlemine rıza göstermiş, hatta onlara dua ederek memnuniyetini izhar etmiştir. Demek ki, müvekkilin daha sonra rıza göstermesi ve onaylaması halinde onun namına ve kârına yapılan alışveriş caizdir.

c- Veresiye-Ödünç Alımları: Hz. Peygamber, parası olmadığı zamanlar, borçla veya zırhını rehin vererek mal satın alırdı. Ebû Râfi’nin belirttiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.), bir adamdan ödünç olarak genç bir deve aldı. Sonra kendilerine sadaka develerinden bir deve geldi. Hz. Peygamber, Ebu Râfi’ye o zatın devesini ödemesini emretti. Bunun üzerine Ebu Râfi, “develerin içerisinde altı yaşındaki seçkin deveden başkasını bulamadım” deyince Hz. Peygamber, “ona, o deveyi veriniz; çünkü insanların en hayırlısı borcunu en iyi ödeyendir” buyurdu.(17) Hadis-i Şerif’ten açıkça anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber birisinden genç bir deveyi ödünç olarak almıştır. Kendisine gelen develer içerisinde ödünç aldığı deveye muadil bir deve aranmış, ancak bulunamamıştır. Daha sonra iyi ve değerli bir devenin olduğu Hz. Peygambere haber verilince, mezkur devenin daha üstün ve kıymetli olmasına rağmen, o zata verilmesini emretmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, veresiye aldığı ve daha az kıymeti haiz genç devenin yerine, daha değerli bir deve vererek pahalı bir akit gerçekleşmiştir. Bir anlamda veresiye aldığı genç bir devenin yerine daha kıymetli deveyi teslim ederek vade farkını vermiş ve bunun hayırlı bir davranış olduğunu önemle beyan etmiştir.

Hz. Ebû Hüreyre ise şöyle rivayet eder: “Bir adamın, Rasûlüllah (s.a.s.) da alacağı vardı. Rasûlüllah’tan kaba bir şekilde alacağını istedi. Bu durum ashabın ağırına gitti ve hemen adamın üzerine yürümek istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hak sahibinin gerçekten konuşma hakkı vardır” diyerek onlara, “Bu adam için bir baş deve (büyük bir deve) satın alın da kendisine verin” buyurdu. Ashap: “Biz ancak onun devesinden daha güzel bir deve bulabildik” dediler. Hz. Peygamber “Öyle ise onu satın alın da kendisine verin; zira sizin en hayırlınız borcu en iyi şekilde ödeyendir” buyurdu.(18) Hz. Peygamber, ödünç aldığı küçük bir devenin yerine büyük bir deve satın alınmasını emretmiş ve alacaklıya bu şekilde bir tediyede bulunmuştur.

Abdullah b. Ebî Rebia şöyle haber vermektedir. “Hz. Peygamber benden 40 bin dirhem borç aldı. Kendisine mal gelince, bana olan borcunu ödedi ve şöyle buyurdu: “Allah aileni ve malını mübarek kılsın. En iyi borç ödeme, hamd (dua) ve borcu ödemekle olur.”(19)

Hz. Enes’in rivayetine göre Hz. Peygamber, Ebu Talha’dan “Mendûb” isimli atını ödünç almış, onunla kılıcını sıyırarak Medine’yi dolaşmıştır. Geri döndüğünde ise; “hiçbir şey görmedim, ama atının büyük bir deniz gibi (hızlı koştuğunu) buldum “ buyurmuştur.(20)

Ümeyye b. Safvan babasının şöyle dediğini anlatır: “Huneyn savaşında Hz. Peygamber, babamdan ödünç zırhlar istedi. Bunun üzerine babam, “Ey Muhammedi Bunu zorla mı alıyorsun?” deyince O, “hayır, onu ödünç olarak ve geri vermek şartıyla (alıyorum)”buyurdu. (Savaş esnasında) bunlardan bazısı zayi olunca Hz. Peygamber, bunları (n değerini) tazmin etmeyi teklif etti. O da “Ey Allah’ın Rasulü! Ben bugün İslam’ı istiyorum” dedi.”(21) Hz. Peygamber’in zırhını rehin vererek alışveriş yaptığını görmekteyiz. Hz. Aişe’nin rivayetine göre, Hz. Peygamber, bir Yahudi’den vadeli yiyecek (buğday) satın almış ve bunun mukabilinde zırhını ona rehin bırakmıştır.(22) Hz. Enes (r.a.)’in bildirdiği bir haberde ise Hz. Peygamber, aile halkı için arpa satın almış ve zarhını rehin vermiştir.(23) Bütün bu Hadis-i Şerif’lerden, Hz. Peygamber’in veresiye alışveriş yaptığı, zamanı gelince de hemen borcunu ödediği anlaşılmaktadır. Hatta Hz. Peygamber, kendi silahını borç karşılığında rehin bırakarak bunun ehemmiyetini pratik olarak göstermiştir.

Sünnette Yer Alan Ticaret Kuralları

Hz. Peygamber’in, ticaret esnasında sözünü tuttuğunu, malları kararlaştırılan özellikle, kalitede ve zamanında teslim ettiğine dair dost- düşman herkes şahitlik yapmıştır. Yukarıda yer yer temas ettiğimiz gibi o, müşterilerine, ortaklarına zorluk çıkarmamış ve ihtilafa sebep olan bütün muamele ve uygulamalardan şiddetle kaçınmıştır. Bütün meseleleri her zaman doğruluk, hakkaniyet ve barış içerisinde çözmek, karşısındakini hiçbir zaman aldatmamak onun vazgeçilmez prensibiydi.

Hz. Peygamber, bütün ümmet ve hatta bütün insanlık için adil, dürüst ve meşru ticaretin ve alışverişin temel ilkelerini de ortaya koymuştur. Risaletten sonra onun ticaret ve alışveriş hakkında buyurduğu sözler ve ortaya koyduğu kaideler evrensel ticaretin ana kuralları olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun cihanşümul risaletinin yanında, ehliyetli, liyakatli ve işi bilen bir uzman olarak ticari sahadaki sözleri ve açıklamaları, milletlerarası ticaretin dini, ahlaki ve insani cihetini oluşturmakta ve tayin etmektedir.

Rasûl-i Ekrem; tartıda, ölçüde, alım-satımda adaleti ve dengeyi tesis etmiştir. Çarşı Pazar kontrollerinde hile, aldatma, kandırma, kalitesiz mal satma, yeminle malları övme gibi uygulamalara hiç taviz vermemiş ve bunları yapanları en kesin ifadelerle uyarmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu bazı temel kuralları özetlemeye çalışacağız.

1) Çalışıp Kazanmak (Hayırlı Kazanç)

İnsanın meşru yolla çalışıp kazanması, el emeği ve alın teri ile ailesinin ve kendisinin maişetini temin etmesi çok önemli bir husustur. Hz. Peygamberimiz de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir kimse, kendi eliyle kazanıp yediğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allah ‘m peygamberi Davud (a.s.) kendi elinin emeği ile kazandığından yerdi.“(24) Yine bir Hadis-i Şerif’te “Bir kimse, kendi eliyle çalıştığından daha güzel-hoş bir kazanç sağlamamıştır”(25) buyurulmaktadır. İnsanın, kendi alın terini, güç, beceri ve kabiliyetini sarf ederek elde ettiği kazanca, hem Kur’an hem de Hadis-i Şerif’ler büyük önem atfetmişlerdir. Bütün bu Hadis-i Şerif’ler, meşru yoldan kazanmanın ve herkesin kendi el emeği ile geçinmesinin üstün ve değerli bir faaliyet olduğuna işaret etmektedir. “El emeği ile kazandığı” tabirinden, kişinin kendi çalışma, gayret ve çabasıyla elde ettiği kazanç anlaşılmalıdır. Ancak bu çalışma çeşitli olabilir. Beyin gücü, fikir gücü ve tecrübe gibi âmillerle de kazanç sağlamak mümkündür. Burada önemli olan temel ilke, kazancın meşruiyetidir. “El emeği” tabiri ile, sadece elle, fiziki olarak çalışmak anlaşılmamalıdır. Bu konuda aslolan başkasına muhtaç olmamak, başkasının sırtından geçinmemek, meşru olmayan kazanç ve kazanç yollarından uzak durmak için bir mesleğe, bir özelliğe ve bir kabiliyete sahip olmaktır. Nitekim bazı peygamberlerin mesleği bunu doğrulamaktadır. Adem (a.s.) çiftçi, Nuh (a.s.) marangoz, Idris (a.s.) terzi, Davud (a.s.) zırh ustası, Musa (a.s.) çobandı.(26) Sunacağımız şu Hadis-i Şerif yukarıdaki izahımızı teyit etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e hangi kazancın daha faziletli ve güzel olduğu soruldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Kişinin kendi elemeği ile kazandığı ve meşru olan satış”diye cevap verdi.(27)

2) Haram Olan Şeylerin Ticaretinden Kaçınmak

Kur’an-ı Kerim’de yasaklanan şeylerin kullanılması haram olduğu gibi, ticareti yani, alım-satımı da haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak Kur’an’ında, “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah ‘tan başkası adına kesileni haram kıldı...’’(28) ifadesiyle Müslümanlara, kan, şarap, domuz ve ölü hayvanın etini haram kılmıştır. Hz. Peygamber, bütün haram şeylerin ticaretini yasaklamış ve Yahudilerin işlediği cürmü ifade için şöyle buyurmuştur: “Allah Yahudilerin belâsını versin! Allah onlara ölü hayvanların iç yağlarını haram kılınca onu erittiler, sonra sattılar da parasını yediler.’(29) Hz. Peygamber, köpeğin, fahişenin ve kâhinin parasının helal olmayacağını beyan buyurmuş ve bunların kıymetinin, fahişenin zina mukabili aldığı paranın ve kâhinin gelirinin haram olduğunu haber vermiştir.(30) Ayrıca Hz. Peygamber, şarabı yapana, içene, taşıyana, taşıtana, içirene, satana, parasını yiyene ve satın alana lanet etmiştir.(31) Yine Hz. Peygamber, “Şarkıcı kızları almayın, satmayın, öğretmeyin, onlara ödenen para haramdır”(32) buyurmuşlardır. Toplumu kemiren, her yönüyle insanları ezen ve ekonomiye büyük zarar veren faizi ve muamelesini yapanlara önemli ihtarda bulunmuş; faiz yiyene, yedirene ve şahidine, dövme yaptırana, yapana ve tasvir (heykel) yapana lanet etmiştir.(33) Demek ki, her alım-satım, her kazanç ve alışveriş helal değildir. Bu açıdan Müslümanlar, ancak Kur’an’ın ve Sünnet’in meşrû kıldığı şeylerin ticaretini, alım ve satımını yaparlar. Müslüman bir kimse, Kur’an’ın haram kıldığı şeylerin alım- satımını ve ticaretini asla yapmamalıdır.

3)- Şüpheli Şeylerden Kaçınmak

Ticarette şüpheli ve durumları belli olmayan şeylerden kaçınmak gerekir. Çünkü şüphe, harama yaklaştıran ve götüren bir olgudur. Şüpheli şeyleri yapanların harama girmesi ve faaliyetlerine ve işlerine haram bulaştırmaları daha kolay ve süratlidir. Diğer taraftan neyin haram ve helal olduğu açıkça ortadadır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında insanlardan birçok kimsenin bilmediği şüpheli şeyler de vardır. Bir kimse bu şüpheli şeylerden korunursa dinini ve namusunu korumuş olur. Şüpheli iş yapanlar harama düşebilirler. Bir korunun etrafında hayvanlarını otlatan ve korunun içerisine hayvanlarının dalması (girmesi) an meselesi olun çobanın durumu gibi, şüpheli şeyleri yapanların da harama düşmesi an meselesidir. Dikkat ediniz! Her hükümdarın bir korusu vardır. Dikkat ediniz!... Allah ‘m korusu da haram kıldığı şeylerdir. Şunu biliniz ki, vücutta bir et parçası vardır: O düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Yine şunu da biliniz ki, bu et parçası kalptir.’’(34) Muhaddislerin cumhuru bu Hadis-i Şerif’i, “alışveriş” babında zikretmiştir. Âlimler, bu Hadisin İslam’da pek büyük bir mevkii olduğunda ittifak etmişlerdir. Bazılarına göre İslam’ın üç temel Hadis’inden birisidir. Bunlardan birincisi, “ameller niyete göredir” hadisi, ikincisi, “kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeylere karışmaması, iyi Müslüman olduğundandır” Hadisi, üçüncüsü de yukarıda naklettiğimiz Hadistir. Alimlerin beyanına göre bu Hadisin yüksek mertebede olmasına sebep, Hz. Peygamberin bu Hadiste yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikah ve diğer konulara tenbih buyurması ve bunların helalden olmasına dikkat çekmesi, helalin nasıl bilineceğine irşat etmesi, şüpheli şeyleri bırakmaya teşvik etmesidir.(35) Hadis-i Şerif’te, dini ve namusu korumak şüpheli şeylerden kaçınmaya bağlanmıştır. İnsanın kalbini her türlü tereddüt ve desiseden koruması da, şüpheli şeylerden uzak durmasıyla irtibatlandırılmıştır. İman ve marifetin merkezi olan ruhani kalbin, şüpheli şeylerden arındırılmasının önemli olması yanında, fizyolojik kalbin muhafazasında da, şüpheli şeylerden uzak durmanın tesiri oldukça büyüktür. Çünkü şüpheler içerisinde bocalayan insanın, psikolojisi bozulmakta ve bunun da fizyolojik kalbe etkisi önemli derecede yansımaktadır. Şüpheli şeyleri küçümseyen ve bu konuda hassas olmayan insan, zamanla haramları da yapmaya başlaması kaçınılmaz görünmektedir. Haramlarla kuşatılan insanların, acıma, merhamet, şefkat duyguları yok olmaktadır.

4) Aldatmamak

Başta Sahih-i Buhari olmak üzere muteber kaynaklarda zikridildiğine göre Hz. Peygamber zamanında pazarlar vardır. Ashabın önde gelenleri kendilerine yetecek ve halktan istemekten sakınacak kadar geçimlerini sağlamak için pazara gidip gelirlerdi. Hz. Peygamberin pazarlara gidip denetim yaptığı rivayet edilmektedir. Hz.Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday yığınına uğradı. Elini onun içine daldırınca parmaklarına ıslaklık değdi. Bunun üzerine, “Ey buğday sahibi! Bu ne?” buyurdu. Buğday sahibi, “Ey Allah’ın Rasûlü! ona yağmur isabet etti”, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O (ıslak olan) kısmı, insanların görmesi için buğdayın üstüne koysaydın ya! Aldatan bizden değildir” buyurdu.(36) Hâle (r.a)’ın rivayetine göre Hz. Peygamber Bakî’deki Musallaya gitmiş ve elini bir buğday yığınının içerisine sokmuştur. Sonra elini çıkardığında, buğday yığınının bozuk ve muhtelif buğdaylarla karıştırılmış olduğunu görmüş ve bunun üzerine, “bizi aldatan bizden değildir” buyurmuştur.(37) Birinci Hadis’te “ıslak kısmı üstüne koysaydın ya!” buyurulmasından anlaşılacağı gibi, satıcı buğday yığınını karıştırmış, altına ıslanmış buğdayları gizlemiştir. Islaklığın belli olmaması için de muhtemelen buğdayın götürü usulü ile satılması söz konusudur. Çünkü belli ölçülerde tartılmış olsa, ıslaklık ortaya çıkacak ve aldatma söz konusu olmayacaktı. Çeşitli meyveleri, sebzeleri ve hububatı tezgahın üzerine koyarak iyilerini ön tarafa koymak ve dizmek, arka tarafını ve altını göstermeden her tarafının aynı kalitede olduğu izlenimini vermek suretiyle satış yapmak, müşterinin cazip ve aldatıcı bir reklamla gözünü ve bakış zevkini istismar etmek hem aldatma, hem de gayri ahlaki bir davranıştır. Böylelerini Hz. Peygamber, şiddetli bir şekilde kınamış ve azarlamıştır. İkinci Hadis-i Şerif’te ise, iyi mal ile kötü malı, kaliteli ürün ile kalitesiz ürünü karıştırarak hileli satış yapmanın da aynı şekilde Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını görmekteyiz.

5)- Malın Ayıbını Söylemek

Müslüman bir kimse, malını satarken ayıbını, eksiğini, ilk bakışta gözle görülemeyecek derecedeki kusurunu açıkça söylemeli ve hiçbir şekilde hangi mal olursa olsun defosunu gizlememelidir. Malının kusurunu gizleyerek satmak caiz olmadığı gibi ahlaki bir davranış da değildir. Kalitesi düşük bir malın, bir eşyanın üzerine daha kaliteli mal ve ürünün etiketini veya patentini yapıştırarak satmak, ahlak dışı bir uygulama ve yukarıda da belirttiğimiz gibi hileli bir satıştır. Hileli satış ise, İslam dini tarafından yasaklanmıştır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Bir Müslümanın, ayıbını açıklamadan kardeşine bir satış yapması (bir şeyi satması) helal değildir. “(38) Demek ki, bir Müslüman, Müslüman kardeşine bir şeyi satarken, şayet malının ayıbı, kusuru, eksiği varsa söylemesi gerekir. Söylemediği taktirde bu satıştan elde ettiği kazanç helal değildir. Bir Müslüman, sadece kendi dindaşına karşı değil, bütün insanlara karşı aynı hassasiyeti göstermek durumundadır. Hz. Vasile (r.a.), Rasûlüllah (s.a.s.)’dan şöyle işittiğini söyler: “Bir kimse ayıbını söylemeden bir şey satsa Allah Teâlâ ‘nm gazabına uğrar ve melekler ona lanet eder. Bir malın mahiyetini (özelliğini) açıklamadan satmak hiçbir kimseye helal değildir.”(39) Bu Hadis’te genel ifade kullanılmıştır. Bir Müslüman, yaptığı alışverişte herkese karşı aynı sorumluluğu taşımalı malının özelliğini, cinsini, kalitesini, ayıplı olup olmadığını, eksiğini ve kusurunu açıkça belirtmeli ve satışını ona göre yapmalıdır.

6)-Yeminle Mal Satmaktan Kaçınmak

Sebepsiz ve ulu orta yemin etmek doğru değildir. Dünyevî menfaatler sağlamak, malını satmak veya kaliteli ve kıymetli göstermek için Allah Teâlâ’nın adını alet etmek doğru olmadığı gibi vebali gerektiren bir fiildir. Hz. Peygamberimizin bu konudaki beyanları oldukça dikkate şayandır. “Yemin, malın harcanmasına, kazancın elden gitmesine sebeptir.”(40) “Alışverişte çok yemin etmekten sizi sakındırırım. Çünkü yemin (malı) harcattırır; sonra (bereketini) yok eder.”(41) Hadis-i Şerif’te kastedilen yemin, malın satılması için yalan yere yapılan yemindir. Yemin vasıtayla gerçek dışı bir beyan söz konusu olduğu gibi, müşteri de çoğu kere yemine aldanır. Yeminde göz boyama, hile, aldatma ve kul hakkına tecavüz vardır. Yemin, dış görünüş itibarıyla malın satışını, sürümünü ve sarfiyatını hızlandırır. Ancak Hadis-i Şerif’te açıkça işaret edildiği üzere alışverişte yemin etmek, gerçek manada malın bereketinin gitmesine ve yok olmasına sebep olur.

Yine başka bir Hadis’te şöyle buyurulmaktadır: “Allah Teâlâ, Kıyamet gününde üç kişiye (rahmet nazarı ile) bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için şiddetli bir azap vardır. Birincisi, başa kakarak veren kimse, ikincisi, elbisesini yere uzatarak (kibirli ve çalımlı yürüyen) kimse, üçüncüsü, malını yeminle harcayan (satan, sarf eden) kimse.“(42) Bir malın, yalan yere yemin edilerek satılmasının çok büyük bir vebal ve günah olduğunu bu Hadis’ten açıkça anlamaktayız. Böyle bir kimseye Allah Teâlâ’nın, âhirette rahmet nazarı ile bakmayacağı ve onu temize çıkarmayacağı belirtilmiş ve ayrıca çok elim bir azabın bu kimseye uygulanacağı haber verilmiştir. Bu sebeple, yalan söyleyerek mal satmak hem bu dünyada hem de âhirette kişinin aleyhine ve zarara girmesine sebep olur.

7) Alışverişte Kolaylık Sağlamak

Peygamberimiz Efendimiz (sav) ticaret yaptığı ve ortaklık kurduğu kimselere karşı çok nazik davrandığı malumdur. Alışverişinde kolaylık gösteren ve zorluk çıkarmayan kimselere dua etmiştir: “Satarken, satın alırken ve hakkını talep ederken kolaylık gösteren (yumuşak ve müşfik davranan) kimseye Allah rahmet etsin.”(43) Alışverişte, müşteriye şefkat gösteren, merhametli davranan bir kimseye bu Hadis, önemli bir müjde vermektedir. İmkânı ve gücü olan işverenin ve ticaret erbabının satışlarında katı tutum yerine esnek ve müsamahalı davranmaları, müşterinin durumuna göre bazan az, bazan sermayesine, bazan da sermayesinin altında satış yapmaları, onların müşteriye bir yardımı, bir ikrâmı olur. Bu da İslam’ın güzel gördüğü bir davranış ve güzel ahlakın bir tezahürüdür.

8- Borçluya Mühlet Tanımak

Borcunu ödeme sıkıntısı içerisinde olan kimselere zaman tanımak, mühlet vermek, Kur’an’ın tavsiye ettiği önemli bir husustur. “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.”(44) Âyetten anlaşıldığına göre, ödeme sıkıntısı olan kimseye zaman tanımak, iyi niyetine rağmen borcunu veremeyecek durumda olan kimseye, alacaklının alacağını sadaka olarak bağışlaması Kur’an’ın ifadesiyle güzel ve hayırlı bir davranıştır. Borçlu eğer zor durumda ise, ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Borcunu ödeyemeyecek bu gibi borçlulara, tahakkuk eden alacağı sadaka olarak bağışlamak, onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Bu Âyet’in hükmü delâleti ve kapsamı açısından bütün borç çeşitleri için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.(45) Bu konuda şu Hadis oldukça dikkate şayandır. “Allah’ın kendisine mal verdiği kullarından bir kul, Allah’ın huzuruna getirildi. Allah ona, ‘’Dünya’da ne yaptın? “diye sordu (kullar, Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler ya!). O kul, “Ya Rabbi! Bana malını verdin. Ben bu (malla) insanlarla alışveriş yaptım. Benim adetim (alışverişte) müsamaha göstermek idi. Bu sebepten ben zengine kolaylık gösterir, fakire de mühlet verirdim” demişti. Bunun üzerine Allah, “ben buna senden daha lâyığım. Kulumu affedin!” buyurdu.(46) Görüldüğü gibi, kim olursa olsun alışverişte kolaylık göstermek, fakire zaman tanımak, bağışlanmaya ve affedilmeye vesile olmaktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Ticaretin önemi ve ticaret ahlakı, bu yazımızda anlatmaya çalıştığımız çerçeveyle sınırlandırılmayacak kadar geniş ve kapsamlı bir konudur. Alışveriş, hayatımızın bir parçası ve temel unsurudur. Alışveriş yapmadığımız gün hemen hemen yok gibidir. Ticaret, toplumların gelişmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Her sahada ticareti geliştiren ülkeler, dün olduğu gibi bugün de gelişmiş ve hakim ülkeler konumuna gelmişlerdir. Müslümanların ticarette gerilemeleri ve ticaretin gayri müslimlerin eline geçmesi neticesinde müslümanlar hiçbir ilerleme kaydedememişler ve mahkum duruma düşmüşlerdir. Şu tarihi hâdise, bu konuda çok önemli ipucu vermekte ve Müslümanların iktisadi, kültürel, sosyal ve siyasi alanlarda gerileyiş ve düşüşünün sebebini özetlemektedir: ‘Hz. Ömer Halifeliği sırasında pazara gitti ve oradakilerin çoğunun Nebatilerden olduğunu görünce üzüldü; halk (ashap) onun yanına toplanınca, pazarı terk etmelerinden dolayı onları kınadı. Onlar da kendisine şöyle dediler: Allah, bize nasip ettiği zaferle, bizi pazarlardan müstağni (muhtaç olmayan) kılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer ise şöyle dedi: “Allah’a andolsun, eğer böyle yaparsanız, muhakkak ki, erkekleriniz onların erkeklerine, kadınlarınız da onların kadınlarına muhtaç duruma düşecektir.” Hz. Ömer’in bu ümmet hakkındaki görüşü isabetli çıkmıştır. Ümmet, meşru ticaret yollarını ve başarıya ulaştıran usulleri terk edince, ticaret, başkalarının eline geçmiştir. Evet, ümmet, sağlık, eğitim, kültür, siyasi, iktisadi, sosyal ve teknolojik alanlarda başkalarına muhtaç duruma düşmüştür. Yeniden ayağa kalkmak için, Müslümanların ticarete, üretime yönelmesi ve bu alanlarda ciddi gayretlerin sergilenmesi zaruridir.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(1)   Bkz. İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Manzûr el-Efrîkî, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1990, II, 19; İslam Ansiklopedisi ,(MEB), İstanbul, 1979;XII/I. 257

(2)   Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, Ankara, 1998 Sh: 2222

(3)   Erdal Yavuz, Ekonomi Sözlüğü, İstanbul, 1984, Sh. 128.

(4)   İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid, es-Sünen, İstanbul, 1981,K. Ticârât: 2.

(5)   Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali, en-Nesâî, es-Sünen, İst. 1981, K.Büyu’,7; Ayrıca İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned- IV, 6.

(6)   Sünen-i Tirmizî-K: Büyu’, 4.

(7)   Bkz. Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, trc. Ömer Rıza Doğrul, Sadeleştiren, Osman Zeki Mollamehmedoğlu, İst. 1977,1, 131.

(8)   Ebû Davûd, es-Sünen, Edeb, 20; Ahmed b. Hanbel, III,” 425; Ibn Mâce, Ticârât, 63.

(9)   Afzalur Rahman, Hz. Muhammed (s.a.v) Sîret Ansiklopedisi-İstanbul, 1996, 271-272.

(10)   İmam Ahmed b. Hanbel, III, 432; Afzalur Rahman, a.g.e., II, 272.

(11)   Bkz. Afzalur Rahman, a.g.e., II, 272.

(12)   Ibn Mâce, Ticârât, 25; Ahmed b. Hanbel, III, 114; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Tirmizi, Büyü, 10.

(13)   Buharî, Ebû Abdillah Muhammeds b. Ismal El-Buhârî, es-Sahîh, İstanbul, 1981, Büyu’, 34; Şurût, 4; Hibe, 23; Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc, es-Sahîh, ist. 1981, Müsâkât, 115; Rda’, 57; Nesâî, Büyu’, 54; Dârimî, Büyu’, 46; Ahmed b. Hanbel, II, 299, 302.

(14)   Buharî, Menâkıb, 28; Ebû Dâvûd, Büyu’, 28; ibn Mâce, Sadakat, 7; Tirmizi, Büyu’, 34.

(15)   Sünen-i Tirmizi K Büyu’, 28.

(16)   Buharî, İstikraz, 4, 6, 7; Vekâlet, 5, 6; Müslim, Müskât, 118-122; Tirmizi, Büyu’, 73; Nesâî, Büyu’, 64; İbn Mâce, Ticarât, 62; Sadakat, 16.

(17)   Buhari-K: istikraz Müslim, Müsakât, 120.

(18)   Nesai-K.Büyu’: 97

(19)   Buharî, Cihad, 46, 50; Tirmizi, Cihad, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 171, 180, 274.

(20)   Tirmizî, Büyu’, 90; Ahmed b. Hanbel, III, 401; VI, 465.

(21)   Bkz. Buharî, Rehn, 2, 5.

(22)   Bkz. Buharî, Rehn, 1.

(23)   Sahih-i Buharî-K. Büyu’, 15.

(24)   Sahih-i Buharî-K. Büyu’, 15.

(25)   Sünen-i Ibn Mâce- K. Ticârât, 1.

(26)   Bkz. Ibn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 1998, IV, 244.

(27)   İmam Ahmed b. HanbelEl Müsned- III, 466.

(28)   Bakara, 2/173; Mâide, 5/3.

(29)   Buharî, Büyu’,103, 112, Tefsir, Sûre, 6; Müslim, Müsâkât, 71-73; Ebû Dâvûd, Büyu’, 66; Tirmizî, Büyu’, 60; Nesâî, Büyu’, 93; Ibn Mâce, Ticârât, 11.

(30)   Buharî, Talak, 51; Ticâret, 20, Büyu’, 113; Libâs, 96, Tıb, 51; Müslim, Müsakât, 40, 41; Ebû Dâvûd, Büyu’, 64-66; Tirmizî, Nikah, 37, Nesâî, Büyu’, 91; Malik b. Enes, İst. 1981, el-Muvatta, Büyü, 68; Dârimi, Büyu’; 34; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 235, 289.

(31)   Ebû Dâvûd, Eşribe, 2; Ibn Mâce, Eşribe, 6; Tirmizî, Büyu’, 58; Ahmed b. Hanbel, I, 244, 316, IV, 227 .

(32)   Tirmizî, Büyu’, 51, Tefsîr, Sûre, 31; Ibn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 264.

(33) Bkz. Buharî, Libas, 82, 84, 85, 86, 88, 96; Tefsir, 59; Müslim, Müsakâk, 105-106; Libâs, 20; Ebû Dâvûd, Büyu’, 4; Tirmizî, Büyu’, 2; Edeb, 33; Nesâî, Zinet, 25; Ibn Mâce, Ticârât, 58.

(34)   Buharı, İman, 39, Büyu’, 2; Müslim, Müsakât, 108; Ebû Dâvûd, Büyu’, 3; Tirmizî, Büyu’, 1; Nesâî, Büyu’, 2; Kudât, 11; Ibn Mâce, Fiten, 14; Dârimî, Büyu’, 1; Ahmed b. Hanbei, IV, 267, 269-271.

(35)   Bkz. Ahmed Davutoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1977.

 (36) Müslim, İman, 164; Tirmizî, Büyu’, 74; Ibn Mâce, Ticârât, 36; Ahmed b. Hanbei, II, 50, 242, 417.

(37)   İmam Ahmed b. Hanbel, III, 466.

(38)   Sünen-i İbn Mâce-K.Ticârât, 45.

(39)   Buharî, Büyu’, 19; İbn Mâce, Ticârât, 45; Ahmed b. Hanbel, III, 491

(40)   Buharî, Büyu’, 6; Müslim, Büyü, 6; Ebû Dâvûd, Büyü1, 6; Nesâî, Büyü1, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 235.

(41)   Müslim, Müsakât, 132.

(42)   Nesâî, Büyu’, 5 .

(43)   Buharî, Büyu’, 16; Ibn Mâce, Ticârât, 28; Nesâî, Büyu’, 104; İmam Malik, Muvatta, Büyu’,100; Ahmed b. Hanbel, II, 340.

(44)   Bakara, 2/280.

(45)   Bkz. Yazır, a.g.e., II, 74-75.

(46)   Buharî, Büyu’, 17; Müslim, Müsakât, 29; Ibn Mâce, Sadakat, 14, Nesâî, Büyu’, 104; Ahmed b Hanbel, IV, 118, V, 395.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Hasan Yavaş / Sağlık ve Afiyet Nimeti
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:04:27 ÖÖ »


Sağlık ve Afiyet Nimeti

İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.

Hiç hastalanmamak, hep sıhhatli olmak kötü değildir.

Cenab-ı Hak, dünya saâdetini de istememizi emrediyor:

(Ey Rabbimiz, bize dünyada ve âhirette de hasene ver!) [Bekara 201] [Hasene, iyilik, güzellik, sıhhat ve afiyet içinde mutlu yaşamaktır.]
 
Her Peygamber, belâdan Cenab-ı Hakka sığınmış, dünya âhiret güzelliği istemişlerdir. Allahü teâlâ, (İman eder, sâlih amel işlerseniz, size dert-belâ ve korku vermem, mahzûn etmem) buyurdu. O hâlde, bir kimsede iman, sâlih amel ve sıhhat varsa, en büyük saâdet ve sultanlıktır.
 
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
 
(Duanın efdali, dünya ve âhirette Rabbinden af ve afiyet istemektir. Affa ve âfiyete kavuşan, dünya ve âhirette kurtuluşa ermiştir.) [Tirmizi]
 
(İhlâstan sonra, âfiyetten iyisi yoktur. O hâlde Allahü teâlâdan âfiyet isteyin!) [Nesai]
 
(Ya Rabbî, sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk ver.) [Harâiti]
 
Peygamber efendimiz, tıp bilgisini çeşitli şekillerde övdü: (İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi.) Yani ilimler içinde en lüzumlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lazım geldiğini emretti.
 
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijiyen, sıhhati korumak. İkincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, arızalı kalır. İşte İslâmiyet, tabâbetin birinci vazifesini, hijiyeni garanti etmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye)de Kur'ân-ı kerîmin tıbbın iki kısmını da teşvik buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek ispat edilmektedir.
 
Peygamber efendimiz, Rum İmparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince:

-Efendim! İmparator beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım! dedi.
 
Resûlullah efendimiz kabul buyurdu. Kendisine bir ev verdiler. Günler, aylar geçti ama doktora kimse gelmedi. Doktor gelerek;
 
-Efendim! Size hizmet etmeye geldim ama bana bir hasta bile gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, artık gideyim, diye izin isteyince, Peygamber efendimiz: (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, Müslümanların vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun.

Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir.

Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
 
Sıhhatine ve temizliğe itina eden bir Müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiçbir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak Müslümanlıkta emredilen hususlara ve temizliğe riâyet sayesinde olur.

Hasan Yavaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Asrı Saadet ve Sahabeler / Saadet Asrı Adanmış Hayatlar
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:10:20 ÖÖ »


Saadet Asrı Adanmış Hayatlar

Emrolunduğu üzere dosdoğru olan ve ömrünü insanlığın saadeti için hak yola davete adayan Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; kendisine –üzerinde bulunduğu işi terk etmek karşılığında- dünyevî olarak istediği her şeyi vermeyi teklif eden, yoksa ölümle tehdit eden müşriklere karşı:

“Allâh’a yemin ederim ki, bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler, bu davadan yine vazgeçmem! Gerekirse de bu yolda ölürüm.” buyurarak, ümmeti için en mükemmel ve azimli fedakârlık numunesi olmuştur.

Onun rahle-i tedrisinden geçen ashab-ı kiram efendilerimiz de adanmışlığın, fedakârlığın ve feragatin en ileri seviyede örnekliklerini bizzat yaşayarak gösterdiler.

Hz. Ömer halifeyken bir seferinde huzurda bulunanlara sormuştu: “Allah’tan bir tek şey dileyecek olsanız ne isterdiniz?” Oradakilerden kimisi tasadduk etmek için bir oda dolusu altın ve gümüş, kimisi cennet istedi. Sıra Ömer’e geldiğinde cevabı şu oldu: “Allah’tan bir oda dolusu Salim, Muaz, Ebu Ubeyde gibi yetişmiş ve adanmış adam isterdim.”

İşte her biri takip edildiğinde yol ve yol gösterici yıldızlar mesabesinde olan bu kutlu nesilden birkaç örnek:

SUFFE ASHABI (Allah onlardan razı olsun)

Suffe ashabı, Mescid-i Nebevi'nin inşaatının ardından kuzey kısmına -ki kıble o zaman henüz Kudüs idi- eklenen Suffe isimli bölümde kalan, evlenmeyen, aşiret ve akrabaları olmayan, ticaretle uğraşmayan, tüm vakitlerini, maddi-manevi varlık ve hayatlarını Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e ve Kur’an’a adayan sahabelerdir. Bir tebliğ ve cihat hizmeti olunca Peygamber Efen¬dimiz ilk önce Suffe Ashâbı’ndan seçmiştir

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabeler, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Daima orada hazır bulunur, irşad edilen hitabeleri ve öğütleri ezberleyip diğer Sahabelere de naklederlerdi. Şu âyetin Ashab-ı Suffe hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 273)

Suffe ashabından Ebû Hüreyre (RA) şöyle demiştir:

“İnsanlar, ‘Ebû Hüreyre çok hadis naklediyor.’ diye şaşırıyorlar… Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle; Ensar kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgul iken, Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna Allah Rasulü’nün yanında bulunuyor, onların şâhid olmadığı nice şeylere şahit oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” (Buhârî, İlim, 42). Yine Ebû Hüreyre (RA):

“Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyilen bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58) Fedâle bin Ubeyd radıyallahu anh ise şöyle demiştir:

“Rasulullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâba namaz kıldırırken, onlardan bâzıları açlığın verdiği takatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: “Bunlar deli!” derlerdi. Allah Rasulü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gider ve onları teselli ederek:

“Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

“Sabah-akşam rızasını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünya hayatının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..” (Kehf, 28) ayet-i kerimesi nâzil olunca, Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem hemen kalkıp o fakir sahabelerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allah’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine:

“Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamd olsun! Artık hayatım da ölümüm de sizinle beraberdir.” dedi.

Sonra Allâh Rasulü, kendisini onlarla aynı seviyede tutarak ortalarına oturdu. Eliyle işâret edip:

“Şöyle (halka yapın!)” dedi. Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihâyet Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem şu müjdeyi verdi:

“Ey yoksul muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyamet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beş yüz sene eder.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666)

“Ey Ashab-ı Suffe! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.”

Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi. Rabbimiz onların halleriyle hallenen insanlardan eylesin.

MUS’AB BİN UMEYR (Allah ondan razı olsun)

“Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…” (Tevbe, 111)

İşte o mü’minlerdendi Mus’ab (Radıyallahu anh). Varını yoğunu Allah rızası için ortaya koymuş genç sahabelerdendi. Mekke’de soylu ve zengin bir ailenin çocuğuyken Hicret’in daha üçüncü yılında Uhud’da şehid olduğunda onu da örtecek bir kefen bulunamamıştı.

Zengin ve şerefli bir aileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve en pahalı kokuları da o kullanırdı. Güzelliği ile dillere destan olduğu için Mekke’nin kızları hep onun peşinde gezerdi. Ama o, bütün bunları feda ederek, Allah yoluna baş koydu.

Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle anlatır:

“Biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasulü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nimetler içindeki haliyle şimdiki halini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı.

RIDVAN ASHABI (Allah onlardan razı olsun)

Peygamberimiz ve 1400 kadar Sahabe hicretin altıncı yılı sonlarında, umre niyetiyle Medine’den yola çıktılar. Niyetleri sadece Kâbe’yi ziyaret olduğu için yanlarına sadece “yolcu kılıcı” denilen silâhları aldılar. Fakat Mekke’li müşrikler bu yolculuğu öğrenince Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlbuki binlerce yıllık teamüllere göre Mekke’nin yerleşik halkı hac ve umre için gelenlere her türlü kolaylığı göstermek ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydüler ve bununla övünürlerdi.

Niyetlerinin sadece umre olduğunu anlatmak için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Osman’ı -radıyallahu anh- elçi olarak gönderdi. Hz. Osman’ın -radıyallahu anh- şehit edildiği söylentilerinin Müslümanlara kadar ulaşması üzerine Bir çağırıcıyı görevlendiren Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız” buyurarak ashaba şunu ilân ettirdi:

“Haberiniz olsun ki Rasulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey'atı emretti.”

Rasulullah, orada bir semure ağacının altında biat aldı. Ashab, Efendimize “Kureyşlilere karşı kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına, ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler.” Rasulullah onlara şöyle dedi:

"Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız”.

Bu biata katılan 1400’e yakın sahabe hakkında Fetih Suresi’nin 18. âyetinde şöyle buyrulur:

“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat eden mü’minlerden Allah razı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi. Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. ”

Allah “razı” olduğu için biata “Rıdvan beyatı” biat edenlere de “Rıdvan Ashabı” denildi.

Allah onlara, canlarını Allah yolunda “adayan” o kutlu insanlara Saf Suresi’nde vaad edilen bütün nimetleri; hem ahiret nimetlerini, “cenneti” hem de dünyadaki “Allah’tan yardım ve yakın bir fetih” nimetini verdi.

Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem birgün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında buna şöyle şahadet ettiler:

“İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Hanbel)

O günden sonraki maddi anlamdaki fetihlere ise yaşayanlar bizzat şahadet ettiler.

AMR İBNİ CEMUH VE AİLESİ

Amr İbni Cemuh, cahiliye öneminde Medine’nin ileri gelenlerinden, Seleme Oğullarının efendilerinden biriydi. Dürüstlüğü ve cömertliği ile tanınmaktaydı. Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma âdeti vardı. Amr'ın putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.

Mus’ab radıyallahu anh Medine’ye gelmiş, Medinelileri önemli bir kısmı iman etmiş ama Amr, putundan bir türlü vazgeçememişti. Çocukları ve genç Müslümanlar bir gece gizlice evine girerek meşhur putu bir pislik çukuruna attılar. Ertesi gün Amr bunu görünce çok sinirlendi, putu çıkardı, yıkadı, temizledi kokular sürdü ve itina ile yerine yerleştirdi.

Gençler sonraki gecelerde aynı işi tekrarladılar. Amr da aynısıyla karşılık verdi. En sonunda Amr, Menat'ın boynuna kılıcını astı ve:

“Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru” dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı:

“Vallahi sen Tanrı olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın” dedi ve Müslüman oldu. Artık o da İslâm'ın fedakâr bir hizmetçisi, davanın adanmış bir bekçisi olmuştu.

Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında ashab-ı kiramın hepsi, yaşlısı, genci savaşa katılmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Üç oğlu gibi Amr İbni Cemuh da cihat hazırlığına başladı. Hâlbuki Amr, o anda çok yaşlı ve bir ayağı ileri derecede sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler.

Amr, evlatlarına; “Evlatlarım! Beni de bu gazaya götürünüz!” diyor, oğulları da; “Babacığım! Ayağının arızalı olması sebebiyle, Allah seni mazeretli saydı. Cihada çıkmakla mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!” diyerek babalarını ikna etmeye çalışıyorlardı. Fakat Amr:

“Yazıklar olsun sizin gibi evlatlara! Bedir gazasında da böyle diyerek, Cennet'i kazanmaktan beni alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrum edeceksiniz?” dedi.

Evdeki kadınlar ve akrabaları da vazgeçirmek için uğraşınca Amr, bunların elinden kurtulmak ve kendisini engellemek isteyenleri şikâyet etmek maksadıyla Efendimizin huzuruna çıktı:

“Ey Allah’ın Rasulü, şu benim oğullarım ve akrabalarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Evde hapis olmamı istiyorlar, Allah yolunda cihada iştirakimi istemiyorlar. Allah’a yemin ederim ki bu topal ayaklarımla cennete gitmek istiyorum.” dedi.

Allah’ın Rasulü, “Ey Amr, şer’i mazeretin var. Allah seni mazur kılmış, cihat sana vacip değil” dedi ise de, Amr:

“Ya Rasulallah! Bana vacip olmadığını biliyorum, ama yine de gitmek istiyorum. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü oğullarına:

“Ona engel olmayın. Herhalde Allah, ona şehitlik verecektir” buyurdu.

Ordunun hareket vakti gelince Amr, hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti:

“Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni aileme döndürme.”

O zamana kadar ayağı sakat olduğu için, hiçbir savaşa katılamayan Amr, bu sefer âdeta koşarak katıldı Uhud muharebesine.

Uhud’un seyredilecek sahnelerinden biri, Amr bin Cemuh’un meydandaki hareketleriydi. Sakat ayağı ile kendini ordunun içerisine atıyor, feryat ediyordu: “Cenneti arzuluyorum!” Oğullarından birisi babasının arkasından hareket ediyordu.

Savaşın kızışıp müşriklerin Rasulullah’ı kuşattığı sırada o, tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Resulullah’ı koruyan mü’minlerin ön safında yer almışlardı. Baba ile oğul o kadar savaştılar ki sonunda ikisi de şehit oldu.

Savaş bittikten sonra Medine kadınlarından birçoğu, mücahitlerinin durumunu yakından öğrenebilmek için, şehir dışına çıkmıştı. Medine’ye ulaşan haberler de pek iç açıcı değildi.

Peygamber’in hanımı Hz. Aişe radıyallahu anha da şehirden biraz uzaklaşıp, Uhud’a katılanların akıbetleri hakkında bilgi sahibi olmak istiyordu. Yolda Amr İbni Cemuh’un eşi Hind’i gördü. Hind, üç şehidini deveye bindirmiş, kendisi de devenin yularından tutmuş şehre doğru gidiyordu. Aişe’yi gören Hind radıyallahu anha:

“Merak etmeyin. Elhamdülillah, Peygamber sağdır, O sağ olunca derdimiz olmaz”. dedi.

Hz. Aişe: “Peki şu getirdiğin cenazeler kimindir?” diye sorunca Hind:

“Bunlar kardeşimin, oğlumun, kocamın cenazeleridir”. Hz. Aişe:

“Nereye götürüyorsun ?” Hind:

“Medine’ye defnetmek için götürüyorum”.

Hind, bunları söyleyip devenin yularını Medine’ye doğru çekti. Fakat deve istemeyerek, zorla Hind’in peşi sıra gidiyordu. Nihayet yere yattı. Hz. Aişe’nin:

“Hayvanın yükü ağırdır, çekemiyor!” demesi üzerine Hind:

“Hayır, bizim devemiz çok kuvvetlidir, normal olarak iki devenin yükünü çekebilir. Bunun başka bir sebebi olmalı”. dedi.

Hind, deveyi yeniden harekete geçirdi. Deve, ikinci defa dizlerini kırıp yere yattı. Hind, devenin yönünü Uhud’a doğru çevirdiğinde hızlı bir şekilde hareket ettiğinin farkına vardı.

Deve, çok dikkat çekici bir şekilde Medine’ye doğru gitmekten ziyâde Uhud tarafına gitmek istiyordu. Hind, bunun üzerine Medine’ye gitmekten vazgeçip, devenin yularını çekerek, doğruca cenazelerin olduğu Uhud tarafına giderek, durumu Peygambere arz etti: Efendimiz:

“Kocan Uhud’a doğru yola çıkınca bir şey söyledi mi?” diye sordu. Hind: Ya Rasulallah! Yola çıktıktan sonra şu cümleyi duydum: “İlahi beni evime döndürme!” diyordu. Efendimiz:

 “Öyleyse sebep budur. Bu şehit kişinin duası kabul olmuştur. Allah, bu cenazenin geri dönmesini istemiyor. Siz Ensar’ın arasında öyle kişiler var ki, eğer Allah’a dua edip yemin verirlerse duaları kabul olur. Senin kocan da onlardan birisidir”. buyurdular.

Rasul-ü Ekrem’in izniyle o üç cenaze de Uhud’a defnedildi. O zaman Resul-i Ekrem Hind’e dönerek şu müjdeyi verdi: “Bu üç kişi, ahirette benim yanımda olacaklar”

İKRİME

Ümmetin Firavununun oğlu. Kureyş´in sayılı kahramanlarından birisi ve en iyi dövüşen süvarilerindendir.

Fetih gününe kadar “İslam’a ve Müslümanlara karşı en şiddetli bir şekilde düşmanlık eden kimdir?” diye sorulsa bütün parmaklar onu gösterirdi. O güne kadarki bütün savaşlara katıldı. Malıyla ve canıyla, davasına adanmış bir şekilde sıfır tavizle mücadeleyi sürdürdü.

Bedir ve Uhud’da öldürülen yakınlarının intikamını almak için Reci’de esir alınan Hubeyb Bin Adiy ve Zeyd Bin Desinne’yi satın alarak vahşice şehit edenlerin başında yine o vardı.

Mekkeli müşrikler hakkında inen bütün ayetlerin muhatabı idi.

Fetih günü Müslümanlarla silahlı mücadeleye giren az sayıdaki Mekkeliler arasında idi. Halid Bin Velid onları mescidin kapısındaki Hazvere’ye varıncaya kadar kovaladı. Bu çarpışmada birkaç müşrik öldürüldü ve yaralandı. İkrime kaçanlar arasında idi. Yemen’e doğru yola çıktı. Bulunduğu yerde öldürülme emri verilenler arasında idi.

Şehadet getirip beyat eden kadın topluluğu arasında bulunan İkrime’nin hanımı Ümmü Hakim, Rasulullah’tan kocası için eman aldı ve bulup getirmek için izin istedi.

Ümmü Hakim İkrime’ye yetişti, Rasulullah’ın emanını haber verdi ve Müslüman olmasını istedi. Başka çaresi kalmayan, bu süre içerisinde iyice düşünen İkrime’nin kalbi İslama karşı yumuşamıştı.

Peygamber Efendimiz İkrime’nin geldiğini görünce o kadar sevindi ki, yerinden fırladığında sırtındaki ridası yere düştü. İkrime’yi üst kısmı açık şekilde kucakladı ve sonra oturdu. İkrime:

“Sen bizi neye davet ediyorsun, ya Muhammed!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“Seni, Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Rasulü olduğuma şahadet etmeye, namaz kılmaya, zekât vermeye ve şunu şunu yapmaya davet ediyorum!” deyip bütün İslam esaslarını saydı. İkrime:

“Vallahi sen, hak iyi ve güzel vasıflardan başka bir şeye davet etmiyorsun. Allah’a yemin ederim ki, sen bizi bunlara davet etmeden önce de bizim aramızda idin ve hepimizden doğru sözlü, doğru özlü, iyi kalpli ve güzel davranışlı bir kimse idin. Şu halde Allah’tan başka ilah bulunmadığına, senin de O’nun Kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim!” dedi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz kendisine:

“Bugün benden sana verebileceğim ne istersen sana vereceğim.” Buyurdu. İkrime de:

“Öyle ise, sana ne kadar düşmanlık yapmış isem, seninle savaşmak için ne kadar adım atmış ve ne kadar kol sallamış isem ve senin hakkında ister yüzüne, ister arkandan olsun, ne kadar kötü laf söylemişsem bunların hepsi için bana Allah’tan mağfiret dile.” dedi. Efendimiz de ellerini kaldırarak onun kelimelerini tekrar ederek dua etti. İkrime bunun üzerine:

“Bu benim için yeter ya Rasulallah!” dedi ve ilave etti:

“Şahit ol ya Rasulallah! Ben de insanları Allah yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar mal harcamışsam, onun iki katını Allah yolunda vereceğime ve yine insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar can çürütmüş isem, onun iki katını Allah yolunda yapacağıma söz veriyorum!” Dedi.

İkrime, Efendimiz döneminde savaşlara iştirak etti, başarı üzerine başarılar kazandı. Ebu Bekir Sıddık Halife olunca da, hiçbir savaşta bulunmazlık etmedi. Bu savaşlardan kimisine kumandan, kimisine de sıradan bir asker olarak katıldı.

Hazreti Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, Hazreti Halid Bin Velid’in komutasında, Suriye cephesinde Bizanslılar’la yapılan Yermük savaşında, hanımı Ümmü Hakim ile savaşa katılan İkrime, cihada susamış bir er olarak yerini aldı.

Müslümanların Yermük’te toplandığını duyan Heraklius, komutanlarına haber göndererek, orada toplanmalarını emretmişti. Hıristiyan ordusu 240.000 kişi idi. Halid bin Velid’in emrindeki kuvvetlerin Yermük’teki orduya katılmasından sonra, İslam askerinin sayısı 46.000 e ulaştı.

Yermük Harbi, tarihte eşine ender rastlanan çarpışmalara ve kahramanlıklara sahne oldu.

Zamanının süper gücü olan Bizans ordusunun karşısında, bir ara Müslümanlar sıkışmıştı. İşte o zaman İkrime atından inip, kılıcının kınını kırdı ve Bizans saflarına daldı. Halid Bin Velid O’na koşup şöyle dedi:

“Böyle yapma İkrime! Senin ölümün Müslümanlar için büyük kayıp olur!” İkrime:

“Beni bırak Halid! Senin Rasulullah’la güzel bir geçmişin var. Halbuki ben ve babam, Rasulullah’a en çok eziyet edenlerdendik. Beni bırak da, daha önce yaptıklarımı ödeyeyim. Rasulullah’a karşı birçok yerde savaştım. Bugün Bizanslılara karşı savaşmaktan mı kaçayım? İşte bu asla olamaz!” Dedi. Ardından Müslümanların içinde şöyle haykırdı:

“Kim ölünceye kadar savaşmak üzere bizimle beraberce sözleşecek?”

Hemen etrafına toplanan dört yüz kadar Müslüman arasında, amcası Haris Bin Hişam ve ashabtan Dırar Bin Ezver’de O’nunla “ölümüne” sözleşti. Halid Bin Velid’in çadırının önünde canla başla çarpışıp O’nu en güzel şekilde korudular. Savaşın kaderi de böylece değişip zafer Müslümanlara nasip oldu.

Halid Bin Velid, birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti. Bu ani taarruz karşısında şaşkına dönen Bizanslılar kaçmaya başladılar. Fırsatı değerlendiren İslam birlikleri, Bizans piyadelerinin üzerine toplu olarak hücuma geçtiler. Bu hücum onlara ölüm darbesi oldu. Bizans askerleri, birbirlerini çiğneyerek derin hendeklere döküldüler. Kaynakların ifadelerine göre hendeklerde 120.000 Bizanslı öldü. Ayrıca savaş sırasında ölenler de az değildi.

Yermük savaşı Müslümanların büyük zaferiyle sonuçlandığında, harp meydanında, yaklaşık 3000 şehidin arasında, aldığı yaralar sebebiyle güç ve takati kalmayan üç mücahid de uzanıyordu. Bunlar; İkrime Bin Ebi Cehil, amcası Haris Bin Hişam ve Ayyaş Bin Ebi Rabia idi.

Haris içmek için su istedi. Su getirildiğinde yeğeni İkrime O’na doğru baktı. Haris:

“Suyu İkrime’ye verin!” Dedi. Suyu İkrime’ye yaklaştırdıklarında, bu defa Ayyaş O’na doğru baktı. İkrime:

“Suyu Ayyaş’a verin!” diye işaret etti. Ayyaş’ın yanına geldiklerinde, O’nun canını teslim edip şehid olduğunu gördüler… Tekrar diğerlerine döndüklerinde onların da şehid olduğunu gördüler… Çok susadıkları halde hiç biri içememişti.

Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan imparator Heraklius, ikamet ettiği Humus’tan uzaklaşırken:

“Elveda sana Suriye, ebediyen elveda!” diyordu.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Tevekkür Tevhid / İhsan ve Tefekkür
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:03:23 ÖÖ »


İhsan ve  Tefekkür

İmtihan dershanesi olarak düzenlenen bir gezegende, belaların ve musibetlerin içinde yaşıyoruz. Doğarken nişanlandığımız ölümün kucağına doğru yürüyoruz. Ölmemek için nefes alıyor, nefes aldıkça ölüme yaklaşıyoruz. Zaman ömür takviminin yapraklarını birer birer tüketirken “Kazancımız ne? Kazanan kim?” soruları zihnimizi meşgul ediyor.

Ahiret yolcusu olduğumuzu çok iyi bildiğimiz halde, meşgaleler tefekkürümüzü adeta talihsiz bir gafletle perdeliyor.

O’ndan izinsiz yaprağın dahi kımıldamadığı şuuruna varmak, bu idraki canlı tutmak yani hiçbir şekilde akıldan çıkarmamak aslında huzur basamaklarında yol almak manasına geliyor. Çünkü O “Samed”dir. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı halde herkes ve her şey O’na muhtaçtır. Her ne istenecekse O’ndan istenmelidir. Zira istememizi O istiyor. Bütün saltanat ve hükümranlık kendisinin olan ve apaçık yegâne hakikatin ta kendisi olan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.

“…İhsan Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” (Müslim, İman 1,5; Buhari, İman 37)

Cibril hadisinde de açıkça ortaya konmuştur ki başıboş değiliz. “İslam ve imanda kemale erebilmek; ihsan kıvamına ulaşmaya bağlıdır. İhsan halini yaşayabilmek için de, Cenab-ı Hakk’ın bizi daima gördüğünün farkında olup kendimizi sürekli murakabe (manen kontrol) etmemiz ve böylece halimize çekidüzen vermemiz lazımdır.

Ayrıca Allah’ın bize bizden daha yakın olduğu gerçeğinin kalbimizde daimi bir idrak haline gelmesi icab eder.

Her şey ve herkes O’na muhtaçtır. Nerede olursak olalım O bizimle beraberdir. O bize her durum ve her şartta bizden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır.  Mutlak kudret sahibidir. O’ndan izinsiz yaprağın dahi kımıldaması düşünülemez. İçimizden geçenden, yere inen her şeyden ve yerden çıkan her şeyden her an haberdardır. Şinasi kendi vücudunu; kemiklerini, kas dokusunu, sinir sistemini, damarlarını incelemiş ve:

“Varlığım Halık’ımın varlığına şahiddir,

Başka burhan-ı kavi var ise de zaiddir…”

“Birçok deliller varsa da benim varlığım Yaratıcının varlığına en güzel delildir. Diğerlerine ihtiyaç yoktur.” İfadeleriyle Mutlak Sanatkârı ilan etmiştir.  İçinde yaşadığımız kâinatın nizamını ve harikalarını tefekkür eden Ziya Paşa:

“İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

 Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

Diyerek Yüce Kudret karşısındaki teslimiyetini ifade etmiştir. Vedud olan, yani hem seven hem de sevilen Yüce Kudret’in sevgisini kazanmak için yollar aranmalıdır.

“Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam?

Geçip de aynaya soran olmaz mı?”

Diyen Necip Fazıl, insanın yüzünün enine ve boyuna birer karışlıktan ibaret olmasına rağmen, kaş, göz, burun ve ağzın yerleri katiyen değişmemesine rağmen herkesin yüzünün farklı farklı olmasına dikkat çekmiştir. Yine Ziya Paşa bundan iki asır önceki ilmi tespitlerin aklı aciz bıraktığını görmüş ve hikmetli bir beyt söylemiştir şöyle ki:

“Sübhane men tehayyera fi sun’ihi’l-ukul

Sübhane men bi  -kudretihi ya’cizu’l-fuhul”

“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri aciz bırakan Allah Teala’yı tesbih ederim…”

Cenab-ı Hakk’ın sevgisini kazanmak hususunda insanın tefekkür etmesi icabeder ki; güzellik ve sevgi kavramlarını yaratan şüphesiz ki mutlak sevgi ve güzellik sahibidir.

Veduddur. O’nun cemal sıfatları tefekkür edilmelidir.  O halde bütün imkânlar Rabbimize teksif edilmelidir. Niyetler temizlenmeli kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle tekrardan yola koyulmalıdır.

Allah Teâla’nın murakabesiyle yaşamak bir nevi Onun gücüne, Onun kudretine yönelmektir. Kendini O’na teksif etmek demek “Atarken sen atmadın Allah attı” sırrına mahzar olmak demektir. Adanmışlıktır. O’na adanan bir şahsiyet her haliyle kazanır. Adanmışlar için hiçbir surette kaybetmek yoktur.

Uyurken daha iyi ve zinde bir bedenle Rabbime ibadet etmek niyetiyle uyuyorum diye niyetlenenin uykusu, ibadete dönüşür. Yemek yerken bu rızklardan alacağım enerjiyle Rabbime ibadet edeceğim diye niyetlenenin yemeği de ibadet olur. Ders çalışırken niyetini, öğrendiklerimle faydalı olup Allah rızasını kazanmaya çalışacağım diyenin çalışması ibadet olur. Her halinde Rabbinin rızasını arayan, elbette ki “radıyeten merdıyye”ye ulaşır.  Rabbi ondan o da Rabbinden razı olur. Allah’ın sevdiği kişi neyi kaybetmiştir? Sevmediği ne kazanmıştır?

Kişiyi ihsan kıvamına ulaştıran en etkili yol Allah sevgisidir. Allah’ın sevgisi, kişiyi Allah Teâla ile beraber olma şuuruna ulaştırır. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir. İnsan en çok sevdiğinden bahseder. Sevdiği ile zaman geçirmekten hoşlanır. Bu tefekkür kişiyi elbette ki Allah muhabbetine ulaştıracaktır. Allah bir kimseyi sevmeden hiç kimse Allah’ı sevemez O halde Onun sevgisini celbedecek yollar aranmalıdır.

“Allah tevbe eden genci sever, Allah Teâla gençliğini Allah’ın taatinde geçiren genci sever, Allah duada ısrar edenleri sever, Allah Teâla, kulunu helal peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever, Allah Teala cömert ve ihsan sahibidir, cömertliği sever ve yüksek ahlakı da sever. Allah eskiden beri gelen kardeşliğe devam etmeyi sever. Allah Teâla güzel ahlakı sever. Allah katında en sevgili kul, ailesine en faydalı olan kuldur.” (Suyuti, Camiu’sSağir)  Listeyi uzatmak mümkün.

Cenab-ı Hakk’ın sevgisini kazandıracak yollar çoktur. Yeter ki maiyet şuuruna ulaşıp ihsan kıvamında bir hayat yaşayabilelim. Tirmizi’de geçen bir iltica ile Kainatın Rabbi’ne yönelmelidir:

“Allah’ım Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran salih ameli isterim”

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Takva Tasavvuf / Takva ve Muttaki
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 07:58:21 ÖÖ »


Takva ve Muttaki

Takva; Bir şeyi korumak, zarar verecek şeylerden sakınmak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, kendini muhafaza altına almak, bunun gereği olarak korkmak ve çekinmek anlamına gelen “ittika” kelimesinin isim şeklidir.

Dini anlamda ise takva;  iman edip emir ve yasaklarına uyarak Allah’a karşı gelmekten sakınmak, ilahi azaba sebep olabilecek söz, fiil ve davranışlardan ve her türlü günahlardan uzak durmak anlamına gelir.

Takva, insanı Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmaktır.

Takva, nefsin arzularını terk etmek ve yasaklardan kaçınmaktır.

Takva sahibine “muttaki” denir.

Hz. Ömer (r.a)  ile Ubey Bin Ka’b arasında geçen şu diyalog   takvanın en canlı tanımı olsa gerek:

Hz. Ömer takva kelimesinin ne anlama geldiğini kendisine sorduğunda Ubey Bin Ka’b ona şu karşılığı verir:

-Sen dikenli yolda  hiç  yürümedin mi?

-Yürüdüm.

-O zaman ne yaptın?

-Paçalarımı sıvayıp dikenlere basmamaya dikkat ettim.

-İşte takva odur.

Öyleyse takva (faiz, içki, göz zinası, yalan, gıybet, iftira, kin, haset,  dedikodu… gibi) günahlarla dolu olan dünya hayatında günahlara bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır. “Sizin Allah katında en değerli olanınız en takva olanınızdır(günahlardan en çok kaçınanınızdır.)” (Hucurat, 13)

“Ey iman edenler! Allah’a gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran, 102)

Allah’tan nasıl sakınmak, çekinmek, korkmak gerekiyorsa öyle sakının.

Her an ve her yerde seninle beraber olan; “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” (Hadit, 4)

Sürekli seni gözetlemekte olan; “Muhakkak rabbin sizi gözetlemektedir.” (Fecr, 14)

Sana şahdamarından daha yakın olan “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

Seninle kalbinin arasında olanı (kalbinden her geçirdiğini) bilen  Allah’tan nasıl sakınılırsa öyle sakın Rabbinden. Allah’tan hakkıyla korkun ve –başka değil- ancak Müslümanlar olarak ölün. Müslüman olarak ölebilmek için Müslümanca bir hayat yaşayın. Dikkati, tedbiri elden hiç bırakmayın. Zira ölümün sizi ne zaman ve nerede yakalayacağını bilemezsiniz.

Takva üzere yaşayabilmek ve bu halde ölebilmek için de Allah’ın davetine icabet edin. Kur’an’a uyun “Allah sizi selamet yurduna Cennet’e davet ediyor.”(Yunus, 25)

“Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için hazırlanmış olan Cennet’e koşun.” (Ali İmran, 133)

İslam bir takva dinidir. Kur’an ise baştan sona  takva -“ittika”  kavramları ile örülmüştür.

Bu kelimeler Kur’an’da 258 defa kullanılırken 54 yerde  “ittekullah”  buyurularak Allah’a karşı gelmekten sakınılması emredilmiştir. Kur’an hemen giriş kısmında kendini muttakiler için bir hidayet kaynağı olarak tanıtır. Yani Kur’an’a uyan,  Kur’an’a göre yaşayanın muttaki olacağını vurgular:

“Elif lam mim. Bu kendisinde  şüphe  olmayan bir kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınan (muttakiler) için yol göstericidir. Onlar (o muttakiler)  gayba  inanırlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerini rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene de inanırlar. Ahirete de kensin olarak inanırlar.” (Bakara, 1-4)

Muttaki insanları anlatan diğer bir ayet i kerime de şöyledir:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyene ve kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan zekâtı veren anlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda direnip sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır. İşte bunlar Allah’a karşı gelmekten sakınanların (muttakilerin)  ta kendileridir.” (Bakara, 177)

Yukarıda geçen ayetlerde ve diğer bazı ayetlerde geçen muttakilerin özellikleri:

Muttakiler;

- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanırlar (Bakara, 4 ve 177)

- Gayba  iman ederler ( Yasin, 11)

- Zekâtlarını verirler (Bakara, 177)

- Allah yolunda infak ederler (Bakara, 3)

- Yakın akrabaya, fakirlere, yetimlere, yolda kalmışlara yardım yaparlar (Bakara, 177)

- İnsanlara iyilik yaparlar (Âl-i İmran, 134; Maide, 93; Yusuf, 90),

- Mallarından isteyenlere ve yoksullara verirler (Zariyat, 19),

- Allah için mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler (Tevbe, 44),

- Geceleri az uyuyup, seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerler (Zariyat, 17-18),

- Öfkelerine  hakim olurlar (Âl-i İmran, 134)

- Affedicidirler (Âl-i İmran, 134; Nisa, 149; Şura, 37-40-43),

- Verdikleri sözü yerine getirirler (Bakara, 177),

- Yapacakları işleri aralarında istişare ederler (Şura, 38),

- Sabır sahibidirler (Bakara 45 ve 177; Âl-i İmran 17-20-186; Hud, 115; Kehf, 28),

-Kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak tevbe ederler ve günahlarının bağışlanmasını dilerler, kötülükte ısrar etmezler (Âl-i İmran, 134),

- Doğru söz söylerler (Ahzab, 70),

- Dosdoğru olurlar (Tevbe, 7),

- Rablerinin davetine icabet ederler (Şura, 38),

- Hesap gününden korkarlar (Ra’d, 21; Mearic, 26-27; İnsan, 7).

- İyilikte yardımlaşırlar (Maide, 2),

- Kötülüğü iyilikle savarlar (Ra’d, 22),

- İyilik etmeleri nedeniyle Allah’ın sevgisini kazanırlar (Al-i İmran, 134),

- Hidayet üzeredirler (Bakara, 5)

Allah muttakilere İyiyi kötüden ayırma basireti( Furkan) vadeder.

“Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız Allah size  iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış(Furkan) verir ve sizin kötülüklerinizi örter. Sizi bağışlar. (Enfal, 29)

Allah muttakileri sıkıntılardan kurtarır.  Onları ummadıkları  yerden rızıklandırır. Takva sahibi toplulukların üzerine bereket yağdırır;

“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır.” (Talak, 2-3)

Biz mü’minler muttakilerden olmayı başarırsak Yüce  Rabbimiz  Kur’an’da defalarca  muttakilerle beraber olduğunu müjdeler.

“Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara, 194)

“Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Tevbe, 36)

“Allah muttakiler ve Salihlerle beraberdir.” (Nahl, 128)

Rabbim bu müjdelere hepimizi nail etsin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10