Gönderen Konu: İNANDIĞIN GİBİ YAŞAMAZSAN YAŞADIĞIN GİBİ İNANMAYA BAŞLARSIN  (Okunma sayısı 426 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
İNANDIĞIN GİBİ YAŞAMAZSAN YAŞADIĞIN GİBİ İNANMAYA BAŞLARSIN

Şahsiyetli Mü’min olma meselesinde şu âyet ve hadisi hiç unutmayalım: “Mülkün gerçek ve yegane sahibi Allah’tır. Mülkü, iktidarı dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini yüceltir, aziz kılar, dilediğini alçaltır, zelil eder. Her türlü hayr O’nun tasarrufundadır ve O, her şeye kadirdir.” Peygamber Efendimiz: “Hiçbiriniz duyguları/his ve hevesleri benim getirdiğime uymadıkça olgun mü’min olamaz” buyurmuştur.

Kitaplardaki değil, hayattaki haliyle ‘Müslüman, kendini yitirmiş bir değerdir.’ En büyük hastalığı “dünya hayatına fazla rağbet etmek” diye özetlenebilir. Çünkü yiyecek ve giyecek meselesinden başka hiçbir şeye yeterince önem vermiyor.” Hatta ekonomik, siyasal ve mensubiyet çıkarlarını dini görevlerine ve din kardeşliğine tercih ediyor. Kimi Müslümanlar artık bir anlamda kendilerinin yokluğuna alışmışlar, batılda, seküler ortamda yeni bir kişilik kazanmışlardır. Anormalleri normal görme ve karşılama eğilimini giderek daha büyük ölçüde paylaşmaktadırlar. Oysa her Müslüman gücü yettiğince İslam esaslarını eksiksiz yaşamak ve sorumluluğu altındakilere yaşatmakla yükümlüdür.

Müslümanlar olarak gün geçtikçe yaşayan değil tartışan bireyler olma eğilimini benimsemiş gözükmekteyiz. Oysa din, sadece iman değil, aynı zamanda ameldir. “Allah, bir topluluğa şer murat ederse, onlara tartışma kapısını açar ve onları amelden alıkoyar.” Yaşanmayan, hayata intikal etmeyen, vicdanlara hapsedilmiş bir din ve iman sadece bir iddiadır. Dindarlık ise iddia ile olmaz. Dindarlık ve dine saygı, dini olanı, dinde olanı yaşamakla ve kullanmakla ispat edilebilir. Bu noktada toplumumuzda iki hatalı tutum ve iddia dikkat çekmektedir. Bir yanda dini yaşama adına kişisel hayatlarında hiçbir eylem/amel/alamet bulunmayan bazı kimseler, dine son derece saygılı ve kalplerinin temiz olduğunu iddia etmektedir.

Modern hayatın dayattığı her şeyi elinizin tersiyle itip kendimize mahsus (özgü) bir hayatın temellerini atıp, bunun inşasını düşünmek zorundayız. Modernleşme (küreselleşme) karşısında ülkemizin toplumsal yapısından kaynaklanan problemler var. Bir de küresel problemlerden kaynaklanan yön var. Ayrıca ailenin çözülüşü var. Değişme dışarıdan telkinlerle değil, içerden inancımızın bize yüklediği misyonun bir gereği olarak değişmeli. Bunun için de değişkenlerle sabiteleri çok iyi bilmek gerekiyor. Müslümanlar bu hususa gereken dikkat ve hassasiyeti göstermiyorlar. ‘Biz’ kalarak değişmek, değişerek ‘biz kalmak’ mesele budur. Pergel örneğini de unutmayalım. Sabit ucu olan pergelle çemberi çizebiliriz. Kendi değerlerimize bağlı kalarak açılabiliriz. Merkeze dini, Kur’an’ı, Sünneti koymayan bir yapı; ‘sürü’ bir yapıdır.

Peygamber Efendimiz, tevhid ülkesinde puta yer olmadığı, dinin emirleri konusunda hiçbir kimse ya da gruba muafiyet ve ayrıcalık tanınması söz konusu olamayacağını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Gerçek dindarlık tevhid, istikamet, dürüstlük ve ibadet/kulluk erdemlerini birlikte sahiplenip gücü ölçüsünde yaşamaktır. Hz. Ali; Peygamberimizin, “Yakında bazı kargaşalıklar olacak” buyurduğu, bunun üzerine kendisinin, “Bunlardan kurtuluş yolu nedir?” diye sorduğu, Peygamber Efendimizin de şöyle cevap verdiğini nakletmektedir:

“Allah’ın kitabı! Onda, sizden öncekilerin bilgisi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdakilerin hükmü bulunmaktadır. O, hak ile batılı, doğru ile yanlışı kesin olarak ayıran bir kitaptır, asla bir şaka değildir. O öyle bir kitaptır ki, büyüklenerek onu terk eden zorbanın Allah boynunu kırar, hidayeti ondan başka bir yerde arayan kimseyi Allah sapıtır. İşte o, Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmet dolu zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O, kendisinden dolayı arzuların sapmayacağı, dillerin zorlanmayacağı, âlimlerin kendisinden doymayacağı, çok tekrar edilmekten dolayı eskimeyen, ilgi çekici güzellikleri tükenmeyen kitaptır. O, kendisini dinlediklerinde cinlerin; ‘Doğrusu biz ilgi çekici bir Kur’an dinledik’ demekten kendilerini alamadıkları kelamdır. O, öyle bir kitaptır ki, kim ona uygun görüş açıklarsa doğru söylemiş olur; kim onunla hükmederse adaletli davranmış olur; kim onunla amel ederse ona sevap verilir, kim insanları ona çağırırsa o dosdoğru yola iletir.”

Kur’an-ı Kerim öylesine hidayet vesilesidir ki, ondan yararlanmadan insanları doğruya, gerçeğe, hakka yöneltmeye imkan yoktur. Kur’an öğretisinin dışında bir öğreti ve sistem ile kişileri eğitme ve doğruya yöneltme gayretleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Onun bir benzerini ortaya koymak da mümkün olmadığına göre onu rehber edinmekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Bunalımlar içinde kıvranan insanlarımızın, çıkmaz sokaklarda yorulmaları kendilerine Kur’an’ı rehber edinecekleri, Kur’an’a dönecekleri güne kadar sürecektir. Çünkü en büyük ayet, en büyük hidayet vesilesi ancak Kur’an’dır.

Bu Peygamberî ikaz ve haber doğrultusunda hayatımızı vahye göre inşa etmek, Sünnet üzere yaşamak, ‘sünneti çağa taşımak’ mecburiyet ve mükellefiyetindeyiz. Yoksa ‘inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız’ sözündeki tehlike bizi bekler.

Her hal ve şartta yaşanan bir dinimizin olduğunu unutmayalım.

Allah’ın vahyini insanlara tebliğ etmekle vazifeli olan Peygamber Efendimizin Sünnetini ve hadis-i şeriflerini anlamadan İslâm anlaşılamaz. Dinimiz, Rasulüllahın fiil ve kavillerindeki mesajla uygulanabilir. Peygamberimizi hayatın dışına çeken, devreden çıkaran bir din anlayışı sakat bir din anlayışıdır. Rasulüllahın hayatı, Kur’an’ın tatbiki ve pratiğe dönüşmüş şeklidir. Onun içindir ki mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye O’nun ahlakı sorulduğunda, “Siz hiç Kur’an’ı okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’andı” diye cevap vermişlerdi.

Sünnet ve hadis, mü’minin aklını, şahsiyetini, hayatını inşa eder. Gerek siyer kitaplarımızı, gerekse hadis-i şerifleri dikkatli okuyup amel edersek, ifrat ve tefride düşmeden itidalli ve istikametli bir yol izleyebiliriz. Son zamanlarda mü’minler olarak, ölçü ve dengenin kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bütün yapılan amellerin Allah ve Rasulüne arz edilip o ölçüye vurularak değerlendirilmesi gerekirken, çeşitli düşünce ve mülahazalarla herkes kendi koyduğu ölçüye uyar oldu.

Allah ve Rasulü’nün koyduğu ölçülerden sapma, din eğitimi alanında yaşanan sefalet ve cehaletin sonucundan başka bir şey değildir. Bilgi ve akıl kirliliğinden çok daha fazla din adına olan duygu kirliliği gittikçe yayılıyor. İslâm okyanusunda bir damla olduğunu düşünmeyip, kendi bir damlasını okyanus yerine koyan, İslam’a uyma (Allah ve Rasulü) yerine kendi ölçü ve prensiplerini din yerine koyan yapılara rıza gösterme/tavır koymama, Müslümanları bu hale getirmiştir.

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41