www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ

FANİDUNYA NET GENEL => ALLAH C.C => Konuyu başlatan: türkiyem - Mayıs 15, 2019, 11:24:42 ÖÖ

Başlık: Hakka Sadâkât Hukûka Riâyet
Gönderen: türkiyem - Mayıs 15, 2019, 11:24:42 ÖÖ
Hakka Sadâkât Hukûka Riâyet

Hak, sözlükte “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeye yakinen muttalî olmak” anlamlarında masdar ve “gerçek, sâbit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında isimdir. Hak kelimesi genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilir.

Terim olarak hak “gerçeğe mutâbık olan hüküm” anlamına gelir. Bu hükmü taşıyan söz, inanç, din ve görüşler için de kullanılır. Bâtılın zıddıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de 247 yerde geçer.

Hak kelimesi Kur’ân’daki anlamlarıyla hadislerde de genişçe yer almıştır. Peygamberimizin uzunca bir duâsında; “Allah’ım! Sen haksın, senin va’din haktır, sana kavuşmak haktır, senin sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır” buyurur. (Buhârî, Teheccüd, 1)

Hz. Âişe “Peygamber’e hak geldi” ifadesinde “hak” kelimesini vahiy anlamında kullanır.

Hz. Ömer’in Rasûlullah’a yönelttiği, “Biz hak üzerinde, düşmanlarımız bâtıl üzerinde değil midir?” sorusunda “Hak” kelimesi İslam dini, bâtıl ise putperestliği ve umûmî inkarcılığı ifâde eder.

İslâm düşüncesinde hak kavramı genellikle “dış dünyada gerçekten mevcut olan, mevcudiyeti sâbit ve devamlı olan varlık, gerçeğe uygun bilgi, hüküm, söz” anlamında kullanılır.

“Hak sâhibine hakkın ver” şeklindeki emir herkese haklara riayet etme yükümlülüğünü getirir. “Hak sahibinin konuşma yetkisi vardır” ifadesi de hak sahibine hakkını kullanma, koruma ve isteme yetkisi tanımaktadır.

Fıkıhta “dinin ve hukuk düzeninin tanıdığı yetki ve ayrıcalık” anlamı etrafında bir muhtevâ kazandığı ve terimleştiği söylenebilir.

Hak kelimesinin çoğulu olan “Hukuk” toplum hayatını ve beşeri ilişkileri cebrî müeyyidelerle düzene koyan kurallar bütünüdür.

Fert ve toplumların her yönüyle hak ve sorumluluklarının belirlenmesi ve dengelenmesi semâvî dinlerin de ana konularından birini teşkil etmiştir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamberin hadislerinde hak kavramına çeşitli yönleriyle temas edildiği görülür.

Tasavvufta Hak, Allah anlamında kullanılır. Nitekim Zünnûn el-Mısrî “Hak Allah’tır” demiştir. Sûfîler, “Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı” veya “Velî Hak’tan alır halka verir” dedikleri zaman da Hak ile Allah’ı kasdederler.

Sûfîler Allah’a “Hak” dedikleri gibi O’ndan olan ve gelen her şeye de hak derler. Bu anlamda peygamberler hak, Kur’ân hak, Kur’ân’daki her bilgi ve hüküm haktır. Buna aykırı düşen her şey de batıldır.

Bazen hak ile hakikat arasında fark görülür. Hak doğru iş ve doğru sözdür. Bunun ardında bulunması gereken iyi niyet ve samimiyet ise hakikattir. Aynı şekilde şeriat yoluna girmek hak, bu yolda samimiyetle devam etmek hakikattir. Şu halde hakikatten yoksun bir hak sadece bir gösterişten ibarettir.

Hak isminin kapsadığı gerçeğe uygunluk, bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan Allah, tabiat ve Kur’ân arasında aranmalıdır. Son derece karmaşık, fakat ahenkli ve düzenli iç içe sistemlerden oluşan tabiatın yaratıcısı ve yöneticisinin mükemmel sıfatlarıyla uyum içinde olması, onlardaki mükemmeliyeti aksettirmesi Allah ile tabiat arasındaki mutâbakatı oluşturur.

Bununla birlikte madde alemi maddeden münezzeh olanı, isabetli bir şekilde niteleyemeyeceği veya maddeyi gözlemleyip inceleyenler kendiliklerinden bu ulvî sonuca ulaşamayacakları için Allah zâtını Kur’ân’ında da tanıtmıştır. İsim veya sıfat denilen kavramlarla insanların ulûhiyyet bilgisini zatındaki hakikata uygun hale getirmiştir.”1

Biz burada, yukarıdaki alıntıları kendi güzellikleri içinde okuyucularla başbaşa bırakarak “hakka sadâkât, hukuka riâyet” çevresinde konuyu sürdürmek istiyoruz.

“Hakka sadâkât” derken Allah’tan geldiğinde ve doğruluğunda şüphe olmayan itikâdî ve amelî hayat ölçülerini kasdediyoruz. Kur’ân ve sünnete bağlılığı kasdediyoruz.

“Ve de ki: “Mutlak hakikat (e atıf olan bu mesaj) Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”2

İnsanın değeri hakka bağlılık, hakikate sahip çıkmaktan ileri gelir. Hakikati inkar güneşi söndürmek gibi birşeydir. Artık ortalık kararmış, yol-iz belli olmaz hale gelmiştir. Hakka ve hakikata bağlılık rıza-yı Bârî’ye götüren yolun garantisidir.

Hakikatin olmadığı yerde kan ve gözyaşı vardır. Hız ve haz gâyeleşmiş para da bunun alt yapısı haline gelmiştir.

Hakikati gizlemek hayatın yanlış yaşanmasına göz yummaktır. Ümmet-i Muhammed’in her bir ferdi kimsenin doğrusuna yanlış, yanlışına doğru dememek durumundadır.

Hz. İbrahim hakikata sadakat gösterdiği için tek başına bir ümmettir.

Hz. Ali’nin mücadelesi rayından saptırılan hayatın tekrar istikametine döndürülmesi mücadelesidir.

Hakka sahip çıkma mücadelesi, batılın hayatı istila edip mahvetmesine karşı verilen mücadeledir. Hak bir güneşe benzetilirse batıl karanlıktır. Karanlık aydınlığın yokluğudur. Yani batıl hayatı mahvettiyse hakkın mücadelesi verilmemiş demektir.

Bu noktada “ma’rûfu emir, münkeri nehiy” prensibinin önemine işaret etmeliyiz. Bu prensibi işler halde tutmak İslam’ın hayattan silinip gitmesine göz yummamak demektir. Hakkın ve hakikatin hizmetkarları hayrın, sevginin ve aydınlığın fedaileridir.

Şimdi kendimize soralım: İmanımız, hislerimiz, söz ve fiillerimiz hakikate, Hakk’ın emir ve ölçülerine uygun mu?

Değilse kıymet-i harbiyemiz nedir?

Hukuka riayet insanların, çevrenin ve gelecek nesillerin haklarını ihlal etmemek demektir.

Gönderiliş gâyesi insanın şan ve şerefini korumak olan Dîn-i Mübîn de “hakka bağlılık, hukuka riâyet”in açılımından ibarettir.

Her doğru bilgi haktır ve gerçektir. Dolayısıyla Kur’ân’ın muhtevasına dâhildir.

İnsan başıboş değil de fıtratına uygun bir hayat yaşayacaksa ilahi kuralları göz önünde bulunduracak, yoldaki işaretlere dikkat edecektir. Bu, ölçü ve işaretleri bilmeyi gerektirir. “Tâ ki, helak olan bile bile helak olsun, yaşayan da bile bile yaşasın.”
Bir Müslüman olarak hak ve hakikate bağlı yaşamayı Allah’a kullukla aynı mânâda alıyoruz. Kuralları koyma yetkisi Yüce Rabbimizin ise, kurallara bile-isteye riayet elbette kulluğun ta kendisidir.

Biz kurallara uygun yaşayınca kuralsızlığı hayat tarzı olarak seçenler, hevâ ve heveslerine kulluk edenlerle karşı karşıya geleceğiz demektir. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Maide sûresinin 105. âyeti bu noktada bizi vicdanen müsterih kılıyor:
“Ey iman edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Eğer doğru yoldaysanız sapıtanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır: İşte o zaman yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.”

Ayet-i kerimedeki “zarar veremezler” ifadesini “Allah katındaki mertebenize, ahiretteki mükafatınıza zarar veremez” diye anlamak gerekir. Dünyevi anlamda zarar verdikleri bilinen bir husustur.

Şu hâlde Müslüman Allah rızasına ermek için vazifesine odaklanacak, dedi-kodulara aldırış etmeyecektir. Bu aynı zamanda psikolojik bir rahatlama ve tedirginlikten kurtulmadır.

Belirtmemiz gerekir ki sevgi, nefret, menfaat gibi sâiklerle hakikatı gözardı etmek asla Müslümanca bir tavır değildir.

Müslüman ne pahasına olursa olsun hakka hakikata bağlı kalacaktır. Ona göre “hakkın hatırı dostun hatırından üstündür.” “Zulüm bizdense ben bizden değilim” tespiti gereğince grup asabiyetine aslâ prim vermeyecektir.

Sevdiklerimi darıltmayacağım derken dilsiz şeytan durumuna düşmeyecektir. Yanlış yerde durmaktansa yalnız durmayı tercih edecektir. “Söz konusu hakka bağlılıksa gerisi teferruattır” diyecektir. Hakikata taraf olanlar yalnız kalmayı peşinen kabullenecektir.

Müslüman insanın da, diğer canlıların da, çevrenin de hukukuna riayet edecektir. Bile bile bir karıncanın da hukukunu çiğnemeyecektir. “Bir kişinin âhı indirir şâhı” demiş atalarımız. Zulmün önünde sonunda zalimi vurduğunu bilecektir.

Adalet ilkesi asla gözardı edilmeyecektir. “Adâlet mülkün (yönetimin) temeli, devletin imanıdır.” İnsanlar arası ilişkilerde aslolan adalettir. Devleti ayakta tutan adâlet, yıkıp perişan edense zulümdür.

“Ümmet-i Muhammed’in temel niteliklerinden biri hak yanlısı olması, hakikattan yana tavır almasıdır.

Yüce Rabbimiz tarafından ümmet şöyle uyarılmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâlete şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz nefret sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Takvaya en uygun olan budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)

“Bu ayette kin ve nefret duygularına kapılarak adaletten, hak ve hakikattan uzak kalmaya imkan tanınmamaktadır. Bütün işlerin Allah için hakça yürütülmesi, şahitliğin hak duygusuyla yerine getirilmesi, doğrunun ve hakkın olduğu gibi söylenmesi, olayların görüldüğü gibi anlatılması, tarihin aslına uygun yazılması, en şiddetli kin ve nefret duyulan düşman milletlere ve topluluklara bile adâletle muâmele edilmesi emredilmiştir.”
Olması gereken budur da olan nedir?

“Kafirden adalet beklemek saflıktır” diyerek küffarı peşinen konu dışı tutalım.

Müslüman dünya da tarih boyunca adalet ilkesinden, bir iki istisnâ dışında hep sınıfta kalmıştır. Hz. Osman’ın idaresinden, şehadetinden, Cemel’den, Sıffin’den, Nehrevan’dan, Kerbelâ’dan tutun da Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı sarayları adâlet mihengine vurulduğunda adâletin neresine düşüyor? Sultan ve reâye ilişkisi baştan sona, hak ve hakikata saygılı kalemler tarafından incelense karşımıza nasıl bir fotoğraf çıkacaktır? Dine, ilme yaklaşım bir bir ele alınsa, tahlile tâbî tutulsa Kur’ân ve sünnetin neresine düşeceğiz?

Şanlı Kitab’ın şanlı müminleri nerede?

İkra’ diye başlayan bir dinin mensupları ilim sıralamasında listenin neresine düşüyor?

Müslümanca bir duyarlılık, tavizsiz bir sorumluluk şuuru ve samimiyet arıyoruz. Hakka sadakati, hukuka riayeti vaz geçilmez bir ilke olarak görüyoruz.

Velhasıl, İsmail Lütfi Çakan Hocamız’ın da buyurduğu gibi, “toplumun doğru-yanlış, yerli yersiz, olur olmaz tepkilerine, dış güçlerin suret-i haktan gözüken yönlendirmelerine kulak asmadan ve de kendi içinde sevgi yahut nefretine mağlup olmadan hak yanlısı ve haklıdan taraf olarak hayatını sürdürmek günümüzün en büyük ve kutsal cihadıdır.”
“Hâlık’ın nâ mütenâhî adı var, en başı Hak.

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.”

---------------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:

1) Bu bilgiler T.D.V. İslam Ansiklopedisi’nin 15. Cildinin 137-152. Sayfalarında işlenmiş olan “Hak” maddesinden alıntıdır.

2) Kehf suresi, 18/29. 

3) Enfal suresi, 8/42.