Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Genel Konular / Allah'ın En Çok Öfkelendiği Kimse Kimdir
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 08:20:23 ÖÖ »


Allah'ın En Çok Öfkelendiği Kimse Kimdir

Kul, günün çoğu zamanını ibadetle geçirse ama Allah’ın kullarına karşı tevazu halinde olmazsa, Allah o ibadetlere değer vermiyor ve yapılan amelleri reddediyor.
Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri buyuruyor:

“Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.” (Mü’min/35)

“Hiç şüphe yok ki Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. O büyüklük taslayanları (kibirlileri) sevmez.” (Nahl/23)

Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurur:

– Ucub, yani bir insanın kendisini beğenip, diğerlerini beğenmemesi, yetmiş senelik ibâdetini ifnâ ve imhâ eder. (Cami’s-sağir)

Mûsa aleyhisselâm Allahu Teâlâ’ya münacaat etti:

– Ya Rabbi! Mahlûkatın içinde en çok öfkelendiğin kimdir? Allahü Teâlâ buyurdu:

“Yâ Mûsâ! En çok öfkelendiğim kimse, kalbi kibirli, dili haşin, imânı zayıf, eli cimri olandır.”

“KİBİRLİLERE KİBİRLENİNİZ!”

Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurur:

– Alçak gönüllüleri gördüğünüz zaman onlara tevazû gösteriniz. Kibirlileri gördüğünüz zaman siz de onlara karşı kibirleniniz. Zira kibirlilere karşı kibirlenmeniz onlar için bir küçüklük, bir zillettir. Aynı zamanda onlara karşı bu davranışınızla siz de bir sadaka vermiş olursunuz.

Yine buyurdular:

– Kalbinde hardal dânesi kadar kibir bulunan cennete giremez. Kalbinde hardal dânesi kadar imânı olan cehenneme giremez. (Müslim, İbni Mes’ud)

– Böbürlenen mütekebbirler kıyamet günü zerreler gibi ayak altında haşrolunurlar. Herkes onları çiğner geçer. Her küçük, onların üstünde ve onlardan büyüktür. Sonra cehennemde bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kaplar. Cehennem halkının yanıp eriyen cesedlerinden sulanırlar. (Tirmizi, Amr b.Şuayb)

Gene buyurdular :

– “Bize en sevimli ve âhirette en yakın olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. En sevimsiz, en çok uzak olanınız da çok konuşup, hezeyan eden, ağzını zorlayıp yayarak konuşan, konuşmasında kendisini öven ve lüzumsuz sözler söyleyen mütekebbirlerdir.” (Ahmed Sa’lebe’den)

Bir defasında Mıtrab, Muhalleb’i işlemeli bir cübbe içinde kibirlenerek yürürken gördü:

– İşte bu yürüyüş, Allahü Teâlâ’nın sevmediği bir yürüyüştür, dedi.

Muhalleb:

– Sen galiba beni tanıyamadın? dedi.

Mıtrab cevaben:

– Tanırım. Nasıl tanımam? Evvelin nutfe, âhırin ise cife; bu iki hal arasında ise karnını yarsak, bağırsaklarından bir sepet pislik çıkar, dedi.

Bunu dinleyen Muhalleb, sallanmayı bırakarak tabii halde yürüyüşle oradan ayrıldı.

Hazreti Ömer radıyallahu anh buyurur ki:

– Alçak gönüllülüğün başı, karşılaştığın her Müslümana selâm vermek, meclisde en değersiz yere oturmaya razı olmak, kendisinden iyi insan ve takva sahibi diye bahsedilmesinden hoşlanmamaktır.

Hazret-i Ali radıyallahu anh buyurmuşdur ki:

– Kişinin kendisini beğenmesi, aklının zaif olduğuna delâlet eder.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
DUA BAHÇESİ / Sana Sığınırız Ya Rabbi
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 08:16:38 ÖÖ »


Sana Sığınırız Ya Rabbi

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Dostlarını hakkıyla sevememekten, düşmanlarına cesurca hakkı söyleyememekten, muhabbetini, hasretini kaybetmekten ve son nefesimizi iman ile verememekten korkar, Sana sığınırız. Dertten ziyâde dertteki dermânı görememekten, kul olup ölememekten korkar, Sana sığınırız!

Her ne kadar devir, peygamber için bile “O da sadece bir insandı” diyenleri ibretle seyrettiğimiz bir devirse de biz, sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın sıradan bir insan olmadığını bilmeye ve şefaatine nâil olmayı istemeye devam ederiz. Her ne kadar, Peygamber için böyle söyleyenler, onun arkadaşları hakkında da benzer sözler etseler de biz, o yıldızları örnek almayı sürdürürüz. Kendimize, Onların halleriyle hâllenmeye çalışarak iyilik ederiz. Onlardaki teslimiyet ve şevk bize de nasip olsun diye duâlar ederiz. Onları hep hayır ve hasret ile anarız. Sıradan olmayanı sıradanlıkla vasıflandırmaktan, yamaçtan bakarak zirveler hakkında bilir bilmez konuşmaktan korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi emin eyle Allah’ım!

KORKTUKLARIMIZDAN BİZİ UZAK EYLE ALLAH’IM!

Bir nesil, peri masallarıyla uyumuş. Belki de bu sebeple olağanüstü hâllerin hep devlerde, perilerde ve hayâlî kahramanlarda olabileceğine dâir bir fikir, bu kimselerin beyninde sâbitlenmiş. Ne yazık ki onlar, sahâbe-i kirâm hakkında anlatılan menkîbelerin de birer masal olduğuna inanmış ve meselâ, “Abartmayın, Ebu Bekir sadece bir insandı” demeye başlamışlar. Bu kimseler, bir insanın ciğerinin aşk ile yanacağına ve etrafına yanık kokusu yayacağına inanmazlar. Halbuki herhangi bir insandan bile nice koku gelir. Eğer temiz ve sağlıklı biriyse, teri hoş kokar. Pasaklı ve hasta biriyse, teri ağır kokar. Karanfil çiğneyenin ağzı güzel kokarken sarımsak çiğneyenin ağzı kötü kokar. Düşüncesi, niyeti ve hayatına aldığı unsurlar ile orantılı olarak, her insan, farklı bir koku yayar. İnsan, iç organlarının ve hissiyatının durumuna göre koku değiştiren bir varlıktır. Burnu tıkalı olana koku gelmez. Aşkı olmayana da aşk ile yanan bir ciğer düşüncesi inandırıcı gelmez.

Yanmanın mahiyetini ancak yananlar bilir. Şimdi, bütün bu basit hakikatler ışığında, varlığını Allah yolunda fedâ edecek, âyetlerde “ikinin ikincisi” diye geçecek kadar aşkla yanmış hazreti Ebu Bekir’in ciğerinden yanık kokuları gelmesi ihtimâlini yok saymak, anlatılanları “uydurulmuş bir masal” diyerek küçümsemek sağlıklı yaklaşımlar değildir. Haddimizi aşarak hakkı inkâr etmekten, hakikatleri masal sayıp küçümsemekten korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi uzak eyle Allah’ım!

Sûrete tapan, bütün imkân¬larını sûretine yatıran, diğerlerinin sûretiyle alay etmeyi hüner sayan ve suratına tükürmek istediğinizde Mehmet Âkif’in “Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne!” mısrâsını hatırlatan insan cinsinin, yarın mahşerde, hangi sûrette dirileceğini düşünmeye çok ihtiyacı var; lâkin surat derdine fazlaca düşünce, sîrete ayıracak vakit kalmayabiliyor. Böylesine acıklı bir vaziyete düşmekten de böyleleriyle birlikte olmaktan da korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi ayrı eyle Allah’ım!

NE ZAMAN BİZ OLURUZ?

Hakk’a hizmet etmesi beklenenlerin nefsine uyup birbirine kuyu kazmasına mukâbil, bâtıla hizmet edenler birbirini kolluyorsa, şerrin sesinin ayyuka çıktığı bir dünyada, hayrın sesi cılız ve sönük kalıyorsa, durup şu tespiti yapmamız gerekir: Bize düşmanlık edenlerin cesâretine cesâret ekleyen en önemli açığımız, “Biz” olamayışımızdır. Kur’an Sünnet çerçevesi içinde ne zaman “Biz” oluruz, hakkı tek ve gür bir sadâ hâlinde ne zaman haykırırız, o zaman düşmanlık etmeye niyetlenen herkes sesini kısar. Haddi aşmaktan ve haddi aşmışlar karşısında vakûr olamamaktan şiddetle korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi muhafaza eyle Allah’ım!

Bir Müslümanın, sebep olduğu veya bizzat içine düştüğü bir yanlışı düzeltmeye çalışan ve bunda muvaffak olan kardeşine teşekkür etmesi gerektiğini bize Hazreti Ömer öğretir. Eğer bunun yerine “Sonunda dediğini yaptırdın! Elbet sana da bir Molla Kasım gelir!”
diyerek iğnelemeyi tercih eder, kardeşinin nehy-i anil münker gayretini nefsî bir eylem olarak algılarsa kişi, ondaki nasıl bir nefistir? Evet. Molla Kasım’ın gelmesine sebep olacak bir hataya düşmekten korkarız; lâkin bundan ziyâde, onun gelişini hayra yoramamaktan, ona art niyet ve nefsâniyyet yakıştırmaktan, şer’i bir mevzûda yapacağı haklı bir uyarı için o Molla Kasım’a teşekkür edememekten korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi emin eyle Allah’ım!

SEN’DEN GELENİ SANA TERCİH ETMEK

Bir Müslüman için uyku dinlenmedir. Dinlenip daha yüksek bir enerjiyle ibâdet edebilmek anlamına gelmelidir. Bir Müslüman için yemek, kuvvetlenmedir. Kuvvetlenip daha fazla insana ve mahlûka yardımcı olmak şevki vermelidir. Bir Müslüman için maddî zenginlik, Allah rızâsı için fedâ edebileceği varlığının artması demektir. Kendisine lütfedilmiş her ne varsa verenin yolunda harcamak, O’nun rızâsı için dağıtmak ve yine O’nun hoşnut olacağı hizmetlerde seferber kılmak gerekir. Uyku, yemek ve zengin olmak, Müslümanlar için nefsânî birer eylem değildir. Rabbimiz! Bize verdiklerinle nefis palazlandırıp gâflete dalmaktan, Sen’den geleni Sana tercih edip yanılmaktan korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi beri eyle Allah’ım!

İnsanoğlu ancak yazılanları okur, yapılanları görür. Ne hâkim ne de âlim olmadığı, kalplerdeki niyetleri de bilmediği hâlde, ısrarla ve sadece çektiği birkaç fotoğrafa yâni zâhire göre hüküm vermeye kalkışmak, üstelik bu yanlışa alışmak, şüphesiz Allah ve Rasûlüne iman etmiş birine yakışmaz. Delilsiz ve mesnetsiz itham etmeyi zevk hâline getirenler, kendi kendilerine atladıkları çok büyük bir tehlike içindeler. Böyle bir tehlike içinde kalmaktan, her konuya “Biliyorum!” diye dalmaktan, cehlini ilim ve irfan sanmaktan korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi ırak eyle Allah’ım!

Suçlarımızın ortaya dökülmesinden, gayretlerimizin hebâ olup gitmesinden, doğru sözlerimizin eğilip bükülmesinden, güzel niyetlerimizin çirkin zannedilmesinden korkar, Sana sığınırız. Mürşidinin karşısında ukalâ mürîd olmaktan, ashâb- kirâm hakkında sû-i zanna kapılmaktan, Peygamberler husûsunda cehli tavana vurmaktan korkar, Sana sığınırız. Zamanın fitnelerinden, şeytanın hilelerinden, nefislerin tüm şerrinden korkar, Sana sığınırız. Kusur ve günahlarımızın hayır ve sevaplarımıza galebe çalmasından, vesveselerin anlarımızı almasından, iyiliklerimizin gösteriş arzûsuyla ziyân olmasından korkar, Sana sığınırız. Dostlarını hakkıyla sevememekten, düşmanlarına cesurca hakkı söyleyememekten, muhabbetini, hasretini kaybetmekten ve son nefesimizi iman ile verememekten korkar, Sana sığınırız. Dertten ziyâde dertteki dermânı görememekten, kul olup ölememekten korkar, Sana sığınırız! Korktuklarımızdan bizi koruyuver Allah’ım!

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Ölüm Kıyamet Ahiret / Cenneti De Cehennemi De Biz Oluştururuz
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 08:05:49 ÖÖ »


Cenneti De Cehennemi De Biz Oluştururuz

Yûnus Emre, cehennemde ateş görmeyince sorar Mâlik’e. “Hani burada ateş görülmüyor” deyince Mâlik, cehennemin kapıcısına, o da der ki: “Burada dağdan kesilip getirilen tomruklar yanmaz. Herkes kendi ateşine yanar.” Kâfirler küfür, münâfıklar nifak, âsîler isyan ateşinde yanar. Mü’minler îmân, müttakîler takvâ, mukarrebun zümre Hakk’a kurbet yakınlık nûruyla aydınlanırlar.

İnanan mü’minlerle, inanmayanların hâlini Cenâb-ı Hakk şöyle beyân eder: “İnanmış erkek ve kadınları, defterleri sağdan verilmiş ve ışıkları önlerinde olarak giderken gördüğün gün onlara şöyle denecektir: ‘Müjde; bugün içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacağınız cennetler sizindir.’ İşte bu büyük kurtuluştur. Münâfık erkeklerle münâfık kadınların, îmân edenlere: “Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım” diyecekleri gün kendilerine, “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın” denilecektir.

Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun iç tarafında rahmet, onlar (münâfıklar) tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır.” (Hadîd, 12. 13.)

Cenneti de cehennemi de biz oluştururuz bu dünyâda. Es’ad-ı Erbilî (ks) (Hesab için):

“Rabbi huzûrunda durmaktan korkan için iki cennet var, (biri insanlara, diğeri cinlere âit). (Rahmân, 46.) âyetinde belirtilen iki cennetin biri dünyâda, bir diğeri de ukbâda.” buyurur.

Dünyâdaki cennet, mutmainne, huzur ehlinin gönlündeki sürur, murâkabe ehlinin aldığı haz, tecelli ve vâridât nurlarıdır.

“Mü’minin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu durum, mü’minden başka hiçbir kimsede yoktur. Kendisine varlık, genişlik isâbet ederse şükreder, bu onun için hayır olur. Sıkıntıya uğradığında sabreder bu da onun için hayır olur.” Cennet, yeme içme ve evlenmelerle alâkalıdır. Bir cennet var ki, o da cennetül maarifdir. İlâhî nimetlerin bahşolunduğu yerdir. Cennetül maarifi burada temin etmeliyiz. İbâdetlerin rûhu bu cennettir. Îmanda yakîn, ibâdette ihlâs, ahlâkda ahlâk-ı Muhammed’iyyedir. Yaşayanların bileceği bir gerçektir bu hakîkat. Bu münâsebetle Es’ad-ı Erbilî Hazretleri’nin oğulları Ali Efendi “muhâliflerimiz içimizdeki bu zevki bilseler, kılıç havâle ederler” der.

Ateşin cehennem sıcaklığını, baharın cennet serinliğini biz burada duyarız. “Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler, ne de dondurucu soğuk.” (Dehr, 13.) “İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyâda ver” der; onun âhirette nasîbi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: Rabbimiz, bize dünyâda da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru” der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek serî görendir.” (Bakara, 200-202) Dünyâyı cennet kılma, dînî esaslara uygun olarak yaşamaktır bu âlemi.

Dünyâda intihar vakalarına baktığımız zaman rûhu daralanların inançsız zümre olduğu görülür. İnananlar ise gönül darlığıyla sabrın ecir olduğunu bilir ve huzûra erer.  “Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (En’âm, 125.)

Gönlü İslâm’la dolanlar ne kadar bahtiyardır. “Allâh’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi îmâna kapalı kimse gibi midir? Allâh’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.”

(Zümer, 22.) Allah Resûlü (s.a.v) “Allah, kimin kalbini genişletirse, o Rabbinden bir nur üzeredir.” âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Nur kalbe yerleştiğinde, o kalp açılır genişler.” Bâzıları “Yâ Resûlallâh, bunun bir alâmet ve nişânesi yok mu?” diye sorunca, “Evet” buyurdu, “o alâmetler şunlardır: ‘Gurur evinden (dünyâdan) uzaklaşmak ve ebediyet yurduna yönelmek, ölüm zamânı gelip çatmadan ölüme hazırlanmak. O hâlde kim bu dünyâda  zâhid olursa, (dünyevî) arzuları kısalır ve dünyâyı ehline bırakır.’”

Mü’minin saadetini, inkârcının acı âkıbetini ortaya kor:

‘Her kim de benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır.

Bir de onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz. O da şöyle der:

“Rabbim! Dünyâda gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak haşrettin?” Allah: “Evet, öyle. Âyetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutuluyorsun.” der.’ (Tâhâ, 124. 125. 126.)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4


Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Kabirdeki Kişi Tekrar Dünyaya Gelse Sizce Ne İle Uğraşır Ne Yapardı

Pişmanlık yurdudur kabir alemi. Günahkârı da, salih müslümanı da. Peki fırsat verilse de dünyaya tekrar geri gönderilseydiler?..

Mübarek bir zat, bir Müslümana ait kabrin önünde durup, talebelerine sorar:
 
—Bu kabirdeki kişi, tekrar dünyaya gelse sizce ne ile uğraşır, ne yapar?
 
Talebenin birisi der ki:
 
—Elbette sürekli namaz kılar.
 
Diğer bir talebe de der ki:
 
—Devamlı oruç tutar.
 
Bir diğeri de der ki:
 
—Cihat eder, emri maruf yapar.
 
Velhasıl talebeler faydalı bütün işleri sayarlar. O zat buyurur ki:
 
—Bu mezarda yatan kişinin artık dünyaya kapıları kapanmıştır. Ama sizin oraya gideceğiniz kesindir; yani siz de onun gibi öleceksiniz. O halde neden şimdi bu söylediklerinizi yapmıyorsunuz?
 
Neyi bekliyorsunuz?
 
Onun kaybettiği fırsatı, siz bir ganimet bilmelisiniz yarına bırakmadan bu faydalı işlerle uğraşmalısınız.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE / Neler oluyor bize
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 07:52:33 ÖÖ »


Neler oluyor bize

Sanki kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nerden gelip nereye gideceğimizi düşünmez olmuşuz. Kime kulluk ediyoruz? Kim için uğraş verip koşturuyoruz bu hayatta. Adeta beyinlerimiz durmuş nefislerimiz içimizde at koşturur olmuş.

Evet, günümüz Müslüman’ı sorgulamadan günü birlik yaşamayı öğrendi. Etrafındaki acılara duyarsız kalmayı, sevgiyi, saygıyı, anaya babaya hürmeti, onlara öf bile demeden, merhamet etmeyi unuttu ve unutturuldu. Yüce Allah Ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz, insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun anne karnında taşınması ve sütten kesilme süresi toplam olarak otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: ‘Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın Salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım. ”(1)

Aslında önce neden bu hale geldiğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Bir toplum aile ocağını kaybetmeye başladığı an, kendi kale surlarının dibini elleri ile kazmaya ve ağır ağır yıkmaya başlamış demektir. Yaşamakta olduğumuz şu son yüzyıl Müslüman toplumların kendi kimliklerini kaybederek, fitne kazanının kaynamaya başlaması ile birlikte, her şey aslından uzaklaşmış, önce ailenin direği olan kadın, evinden, çocuklarından uzaklaştırılmış buda modernleşmenin, batılılaşmanın bir göstergesi gibi sunulmuştur. Her kesin gözünde büyüttüğü, yolunda gitmeye çalıştığı o hastalıklı batı, kadını özgürleştirme adı altında köleleştirmiş ve sokağa itmenin gereksiz yükler yüklemenin adını da özgürlük koymuştur.

Ûstâd Necip Fazıl; İslamda kadının yerini ve değerini “ Kadın; Hıristiyanlıkta yol kesici bir engel, İslamda ise yol açıcı bir kanattır.“ sözü ne güzel ifade etmiştir.

Oysaki İslam dini kadının ve erkeğin sorumluluklarını yaratılış fıtratlarına göre belirlemiş, kadını sadece çocuklarının bakımından, eğitiminden, ailesinden kısacası yuvasından sorumlu tutmuştur. O kadın ki Allah Resulü (s.a.v)’ in “Cennet annelerin ayakları altındadır.”(2)Övgüsüne mazhar olmuştur.

Artık toparlanmamız kendimize gelmemiz gerekiyor. Kadınlar anne olduklarını asıl görevlerinin çocukları eğitmek ve yuvalarında sorumlu olduklarını hatırlamalı ve yaşamını ona göre şekillendirmelidir. Evet, kadında eğitim alır, almalıdır da, ilimde tahsil eder, ama asıl görevi anneliktir. Kariyer yapma, geçiminde sorumlu olma, bunlar ikinci planda kalır.

Kadının fıtratına ters bir yaşam tarzı tercih etmesi ona hayatı çekilmez bir hale getirmekte bu nedenle kadınların büyük bir çoğunluğu yuvası, çocuğu, eşi ve kariyer yapma gibi birçok sorumlulukların arasında duygusal ve fiziksel olarak sıkışıp kalmakta bunun en büyük yarasını ise çocuklar almaktadır. Çocuklar yüce Allah’ın anne babaya verdiği emanetlerdir. Her anne baba çocuğuna en güzel terbiyeyi vermekle yükümlüdür. Yüce Allah ayeti kerimede: “Ey iman edenler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun.
”(3)buyurmaktadır.

Sağlam temeller üzerine kurulmuş aileler ise başarılı kişilerin oluşturduğu güçlü milletler demektir. Resûlullah (sav) “Çocuklar cennet çiçekleridir, kalp meyveleridir, ilâhi ihsan ve rızıklarıdır.” buyurur. O nedenledir ki bu çiçekler küçük kuş yavrusu misali yuvaların da anne sevgisi ve bilgisi ile büyürler, kanatlanarak uçmayı ve yaşamayı öğrenirler.

Babalar ailesinden sorumlu olduklarını unutmadıkları sürece sağlam iradeli kişilikli çocuklar büyür. Kadınlar annelik hislerini kaybetmediği ve asıl görevleri olan anneliği unutmadığı müddetçe imanlı nesiller yetişir. İmanlı bir nesil ise kişiliği kur’an ahlakı ile şekillenmiş bireylerin oluşturduğu güçlü milletler demektir.

İşte ancak o zaman bu dünya “bencilliklerin bittiği, kardeş kavgalarının kalmadığı, adalet terazisinin eşit tarttığı hatta kurtla kuzunun dahi yan yana durabileceği” yaşanası bir yer haline gelecektir.

Annelik duygularımızı, geçici heveslerimize ve hırslarımıza değişmeden, annelik hislerimizi kaybetmeden, geleceğin anne babalarını yetiştirebilmek duaları ile…

---------------------------------------------------------

1-Ahkaf Suresi:15

2- Nesâ-î, Cihad

3-Tahrim: 6

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
Biz Bize / Fitne Adam Öldürmekten Daha Kötüdür
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:41:48 ÖÖ »


Fitne Adam Öldürmekten Daha Kötüdür

Cenâb-ı Hak, Müslümanların birbirleriyle bağlarını kuvvetlendirmediği, dost ve kardeş olmadığı, kâfirlerle dostluğu kesmediği zaman yeryüzünde büyük bir fitne ve fesâdın çıkacağını haber veriyor. “Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür”buyuruyor. O sebeple söylediğimiz sözün veya yaptığımız bir hareketin fitneye sebep olup olmadığına çok dikkat etmeliyiz.

Allahu a’lem âhir zaman fitneleri başladı ve giderek hızını artırıyor. Her tarafta kum gibi fitne kaynıyor. İnsanlar aldatılıyor, bir taraflara yönlendiriliyor, algı oluşturuluyor. Aynı dine mensup insanları bile bir araya getirmek mümkün olmuyor. Öyle ki bazı insanlar Allah’ın Kitâbı ile fitne çıkarıyorlar. Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım âyetleri hakkında şüphe uyandırıyor, bir kısmını da hevâ ve heveslerine göre yorumlayarak insanların zihnini karıştırmaya çalışıyorlar. (1)Âyet-i kerimeler karşısında Müslümanca bir tavır takınamıyorlar.

Toplumdaki kötülüklere ses çıkarmayıp onları kabullenmiş gibi görünmek, doğruları anlatırken menfaat gözetmek ve sözü adamına göre eğip bükmek, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak, birliğimizi bozacak hareketler yapmak, bid’atlerin yayılması, İslâm’ı öğrenme ve diğer insanlara öğretme husûsunda tembel davranmak da birer fitnedir. Bunlardan sakınmazsak zararı sadece faillerine değil bütün Müslümanlara isabet eder.(2)

Cenâb-ı Hak, Müslümanların birbirleriyle bağlarını kuvvetlendirmediği, dost ve kardeş olmadığı, kâfirlerle dostluğu kesmediği zaman yeryüzünde büyük bir fitne ve fesâdın çıkacağını haber veriyor (3)

“Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür”(4) buyuruyor.

O sebeple söylediğimiz sözün veya yaptığımız bir hareketin fitneye sebep olup olmadığına çok dikkat etmeliyiz.

Fitnenin yayılmasını kasıtlı olarak isteyen insanlara sözümüz tesir etmez belki ama bu işi farkında olmadan körükleyen kardeşlerimize bazı şeyler söyleyebiliriz.

------------------------------------------------------

 (1) Bkz. Âl-i İmrân, 7.

(2) Bkz. el-Enfâl, 25.

(3) Bkz. el-Enfâl, 72-73.

(4) el-Bakara, 191.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Serbest Kürsü / En Hayırlı Miras
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:36:18 ÖÖ »


En Hayırlı Miras

Peygamberlerin dünyaya ait maddî bir mirası yoktur. Onların mirası, güzel ahlâk, karakter, merhamet, hakkı tevzî etmek ve Allâh’a lâyıkıyla kul olabilmekte bütün insanlığa sundukları “üsve-i hasene” yani emsalsiz örnek şahsiyet mirasıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine peygamberlik verildiğinde, Mekkeli müşriklerin giderek artan zulüm ve baskılarına rağmen, vakit kaybetmeden Dâru’l-Erkâm’ı kurdu. Orası, ashâb-ı kirâmın ilk inen âyetleri öğrendiği, İslâm’ın nûruyla aydınlandıkları, Efendimiz’in yüksek şahsiyet ve karakterini müşâhede ederek gönüllerine nakşettikleri, beraberce namaz kılıp Kur’ân okudukları ve böylece îmanlarını güçlendirip istikâmet kazandıkları güzîde bir mektepti. bir mektepti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret ettiğinde de evvelâ, ashâbının aynı nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesine, yani gönül eğitimine devâmı için de Mescid-i Nebevî’nin bir köşesini Ashâb-ı Suffe’ye ayırdı. Bütün ashâbı içinde Suffe ehline çok ayrı bir ihtimam gösterdi. Kendisine gelen hediye ve sadakaları hep Ashâb-ı Suffe’ye, yani kendilerini Allâh’ın dînine adamış bu fakir mü’minlere gönderdi. Onların ihtiyaçlarını âile fertlerinin önünde tuttu. Nitekim bir defasında, kendisine ev işlerinde yardımcı olacak bir hizmetçi talep ettiğinde kızı Hazret-i Fâtıma’ya;

“–Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan karınlarına taş bağlarken ve ben de onlara sarf edecek bir şey bulamazken size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” mukâbelesinde bulunmuştu. (Ahmed, I, 106)

Ashâb-ı Suffe talebeleri, Efendimiz’in en çok vakit ayırdığı ve âdeta üzerlerine titrediği kimselerdi. Kendisi aç kalır, onları doyururdu. Onlar, Efendimiz’in taht-ı terbiyesinde; ilim, irfan, güzel ahlâk ve fazîlette zirveleşen kemâl sahibi kimselerdi. Nitekim onların engin gönül dünyalarını aksettirmesi bakımından, Medîne’ye hicret ettikten sonra Ashâb-ı Suffe ile beraber Mescid-i Nebevî’de yatıp kalktığı için her an Hazret-i Peygamber’in yanında ve hizmetinde bulunan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar mânidardır:

“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennet’e yaklaştıran, Cehennem’den de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

Ekseriyetle gençlerden oluşan Ashâb-ı Suffe, hidâyet güneşi olan Efendimiz’den aldıkları İslâm nûruyla, gittikleri her karanlık beldeyi bir dolunay misâli aydınlattılar, o beldelerde hidâyet kandilleri oldular. Bu sebeple de her birinin Efendimiz’in gönlünde çok ayrı bir yeri vardı.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatı boyunca sayısız cefâlara katlandı, nice çile çemberinden geçti. Yedi evlâdından altısının vefat acılarını yaşadı. Tâif’te taşlandı. Yakınları tarafından dışlandı. Geçtiği mübarek yollara dikenler döküldü. Üzerine deve işkembesi atıldı. İlk müslümanların çektiği ıztırap ve cefâlarla yüreği mahzun oldu. Lâkin Efendimiz’in mübârek gönüllerini, bu çile ve sıkıntılar arasında en fazla hüzne gark eden, Suffe ashâbından yetiştirdiği yetmiş talebesinin Bi’r-i Maûne’de şehid edilmesi olmuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu elîm hâdiseden o kadar müteessir olmuştur ki, Tâif’te kendisini taşlayan taş kalplilerin helâk olmaları için bedduâ etmek yerine, hidâyetle şereflenmeleri için duâ ettiği hâlde, Kur’ân muallimlerini katledenlere bir ay boyunca sabah namazından sonra bedduâ etmişlerdir. (Bkz. Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297)

Diğer taraftan Efendimiz’in hayatına baktığımızda, O’nun en mes’ud olduğu zamanın, arkasında iyi yetişmiş bir sahâbe nesli bulunduğunu müşâhede ettiği an olduğunu görüyoruz.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr-ı bekāya irtihâl ettiği günün sabah namazıydı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oda kapısının perdesini kaldırdı ve o esnada Hazret-i Ebû Bekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son defa seyretti.

Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli, ardında bıraktığı o güzîde insan mirasını) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görünce bundan son derece memnun kaldı ve sürûr içinde tebessüm buyurdular. (Buhârî, Meğāzî, 83)

Bu hâdiseyi nakleden Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Demek ki en mühim mesele, hâlimiz ve kālimizle örnek olup arkamızda böyle güzel bir insan mirası bırakabilmek!..

Bunun için de mü’min evvelâ kendini yetiştirecek. Sâlih veya sâliha bir kul olacak. Sonra da tebliğ için var gücüyle çalışacak. Her şeyiyle tebliğ hâlinde bulunacak. Nitekim bir defasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- etrafındakilere bir îkaz mâhiyetinde:

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine hayretle:

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” diye suâl ettiler. Hazret-i Ömer de şöyle buyurdu:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…” Çünkü insanlar sözden ziyâde, hâlin tesiri altında kalır ve şahsiyet sahibi insanları taklit ederler. Söz, hâl ile desteklenmedikçe, muhâtabın kulağını aşamaz, gönlüne hitap edemez.

Bu sebeple de bir mü’min, sözleriyle tebliğ ederken, hâli de ona yardımcı olmalıdır. Bu, kalplerin fethi için zarûrî bir davranıştır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her sözü, güzel ahlâkı ve yaşantısıyla tam bir uyum içinde olduğundandır ki, ebediyete kadar kalplere hitap etmeye, kilitli gönülleri İslâm’a açmaya devam etmektedir.

Unutmayalım ki Efendimiz’in yetiştirip ardında bıraktığı insan mirası olan ashâb-ı kirâm, Allah rızâsını tahsil edebilmenin azmiyle dünyanın dört bir tarafına sefer etti. Onlar, kendilerini sadece âhirete endekslediler. Hiçbir zorluk karşısında korkmadılar, çekinmediler. Zorlukların üzerine cesaretle yürüdüler. Tehlikeler ve çileler içinde piştiler ve yetiştiler. Muhammed İkbal’in naklettiği şu temsilî hikâye de insanın ancak çile ve iptilâlarla pişerek tekâmül ettiğini ne güzel anlatmaktadır:

“Bir ceylân, diğer bir ceylâna şöyle dert yanıyordu:

«–Artık ben bu avcıların şerrinden bıktım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece-gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Bundan sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Mekke’de avcıların avlanması yasaktır. Orada yatar-kalkar, orada otlarım. Artık avcı derdinden eman bulmak istiyorum. Gönlüm biraz da huzura kavuşsun!..»

Bunları dinleyen tecrübeli ve güngörmüş diğer ceylân ise şöyle dedi:

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa! Kendini dâimâ bileyi taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike, kudreti imtihan eder. (Tehlikeler, çileler ve iptilâlar; senin şahsiyetini, karakterini ve îmânını test eder.) Cisim ve canın nelere kādir olduğunu sana o çileler bildirir.»”

Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmın, evliyâullâh ve sâlih kulların Allâh’ın dîni yolunda muhabbetullâh ile gösterdikleri müstesna gayret ve fedakârlıklar, bizlere dâimâ örnek olmalıdır. Çünkü bize emânet edilen bu mukaddes mirası zâyî etmemek ve onu aslî sâfiyet ve berraklığı ile gelecek nesillere intikâl ettirmek, ebedî kurtuluşumuzu ilgilendiren en büyük mes’ûliyetimizdir.

Şâzelî meşâyıhından Derkāvî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Ona dedim ki:

«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım...»

Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:

«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp, bu¬lup, yetiştireceksin.)»”

Dolayısıyla mü’min, çalışıp gayret edecek ve arkasında kendisine sadaka-i câriye ve hayru’l-halef olacak bir nesli miras bırakmaya gayret edecek.

Maalesef bugün nice anne-baba, dünyevî ihtiraslara dalıyor. Bir ebediyet yolcusu olan evlâdının sadece fânî istikbâli için çalışıyor. Ebedî istikbâli unutuyor. Âhiret yolcusu olduğunu idrâk etmeden yetişen bir evlât da perişan olup gidiyor. Hâlbuki bu husustaki ölçüyü Ömer bin Abdülazîz ne güzel ortaya koymaktadır.

Vezîri, Halife Ömer bin Abdülazîz’e:

“–Efendim, Beytülmâl’den aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” deyince, Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- şu muhteşem cevabı verir:

“–Eğer benim geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak; «...Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem!

Yok, sâlih değil de sefih kimseler olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyrulmuştur. Bu nehy-i ilâhîye rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım!” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)

Velhâsıl günümüzde evlâtlarımızı iyi yetiştirerek, tebliğ ve hidâyetlere vesîle olacak Kur’ân ve irşâd ehli hâlinde istikbâle miras bırakabilmemiz ve onları “ayıplayanın ayıplamasından korkmayacak” bir medenî cesaret ile mücehhez hâle getirmemiz elzemdir. Çünkü pısırık, korkak, çekingen, nemelâzımcı ve nefsânî bir anlayışla yetişen insanlar; karşılarına çıkan tebliğ ve irşad fırsatlarında dahî, hidâyetlere vesîle olma ve yanlışları ıslah etme cesaretini kendilerinde bulamazlar.

Yine “Bu zamanda ben ne yapabilirim ki?” sözü de günümüz için aslâ bir mazeret olarak görülemez. Zorluklar, meşakkatler, buhranlar, sabırların zorlandığı çileler ve ağır imtihanlar karşısında dâimâ Allâh’ın yardım ve inâyetini düşünmek lâzımdır. Zira gayret bizden, tevfik Cenâb-ı Hak’tandır. 

Rabbimiz cümlemize, arkasında İslâm kültürü ile mücehhez olan, şahsiyet ve karakteriyle İslâm’ı tebliğ ve temsil edebilen sâlih ve sâliha evlâtlar bırakabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Bizden Sizlere / Kiminle Berabersin
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:31:46 ÖÖ »


Kiminle Berabersin?

İnsan taklit meyli ile yaratılmıştır. Muhabbet duyduğu kimsenin hâliyle hâllenir. Bakışı, konuşması, tefekkürü, gönül dünyası, kalpten kalbe olan akış dolayısıyla aynîleşir. İşte bu hakikat sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak da en sevgili Rasûl’ünü, ömrüne yemin ettiği Habîb’ini, güzel ahlâkın zirve numûnesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, mü’minlere “üsve-i hasene” yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak ihsan buyurmuş, lûtfetmiştir.

Yine Rabbimiz mü’minlere gönül dünyalarını muhafaza etmek için sâdıklarla beraber olmalarını emretmiş,[1] zâlimler topluluğuyla bir arada bulunmaktan da onları men etmiştir.[2]

Zira pek tabiîdir ki gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden râyihalar götürür. Bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da etrafa sadece o çirkin kokuları yayar, böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Aynen bunun gibi, sâlih ve sâdıklardan gönüllere dâimâ huzur, ferahlık, feyz ve rûhâniyet aksederken, gâfil ve fâsıklardan da kalplere sıkıntı ve kasvet yansır.

İmam Gazâlî Hazretleri şöyle der:

“Evlâdım! Son derece dikkat edeceğin bir husus varsa, o da kimlerle düşüp kalktığındır. Şunu iyi bil ki, bir sepet sağlam elma, içindeki bir çürük elmayı sağlama çıkartamaz. Fakat bir çürük elma, hepsini çürütebilir. Bunun için dâimâ sâlihlerle beraber ol!”

Bu itibarla bir müslüman, hayatının her safhasında İslâm şahsiyet, karakter ve vakârına yaraşır şekilde yaşamalı, sâlihlerle beraberliğe gayret göstermelidir. İslâm dışı âdetlere, bâtıl geleneklere, gayr-i müslimlerin hâllerine, onların modalarına, giyim-kuşamlarına heves etmekten ciddiyetle sakınmalıdır. Bu hassâsiyet çok mühimdir. Aksi hâlde îman zaafına sebebiyet verebilir.

Nitekim ashâb-ı kiramdan Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in büyük bir tehdit ihtivâ eden şu hadîs-i şerîfleri de bu hususta temel ölçüyü vermektedir:

“Bir kavme benzeyen, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatına baktığımızda da, gayr-i müslimlere benzememek husûsunda çok titiz davrandığını görüyoruz.

Meselâ 10 Muharrem orucunda, mü’minlere, aynı gün oruç tutan Benî İsrâil’e muhalefet etmelerini, bu sebeple de bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmalarını emretmiştir.

Oruç, İslâm’dan önceki ümmetlerde de vardı. Lâkin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oruç hususunda ehl-i kitâba muhalefet etti. Onlar, yıldızlar belirinceye kadar (yani yatsı vaktine kadar) iftarı geciktirirdi. Peygamber Efendimiz ise iftarda acele edilmesini emretti. Rabbimiz’in kudsî bir hadiste:

“Kullarımın Bana en sevgili olanı, oruç açmakta acele davranandır.” buyurduğunu bildirdi. (Tirmizî, Savm, 13)

Yine ehl-i kitapta sahur yoktu. Peygamber Efendimiz, sahuru sünnet kılarak;

“Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki en mühim fark, sahur yemeğidir.” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 46)

Yine tek olarak cumartesi günü oruç tutmayı, yahudilere benzemek olacağından mekruh kıldı ve şöyle buyurdu:

“Üzerinize farz olunan orucun dışında Cumartesi günü oruç tutmayın.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 38)

“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhalefet etmek isterim.” (Neseî, Sünen, Cum’a, 1)

Mâlum olduğu üzere, İslâm’dan önce de Hazret-i İbrahim’den kalan, fakat tahrif edilen bir hac ibadeti vardı.

Müşrikler Müzdelife’den Güneş doğmadan ayrılmazlardı. Peygamberimiz, müşriklerin haccına muhalefet etmek için, Müzdelife’den Güneş doğmadan ayrılmıştır.

Bunların yanında Peygamber Efendimiz; sakal bırakmak, bıyıkları kısaltmak, saç tıraşında herhangi bir kısmı uzun bırakmamak gibi hususlarda da gayr-i müslimlere muhalefeti tebârüz ettirmiştir.

Yine hicretten sonra Mescid-i Nebevî inşâ edildiğinde, namaza davetin nasıl yapılacağı mevzuu istişâre edilirken, yahudi borusu çalınması ve hristiyanların çanlarını kullanma teklifini reddetmiştir. Yani İslâm’ın namaza davet üslûbunun başka bir kavim ve ümmete benzemesine Peygamber Efendimiz’in gönlü râzı olmamıştır. Daha sonra Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’a rüyada ezan ilhâm edilince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibadete davet için ezanı tatbik etmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28)

Fakat maalesef günümüzde dünya hayatını, âhiret hayatına; geçici ömrü, ebedî hayata tercih eden, gayr-i müslimlere ait âdet, gelenek ve görenekleri taklit eden insanlar çoğaldı. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî’nin aktardığına göre, Rasûlullah Efendimiz bir defasında şöyle buyurmuştu:

“‒Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz / onların inanç ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz. (Yani onların yaptığı her hâl ve hareketi İslâm’ın ölçülerine uyup uymamasına bakmaksızın taklit edeceksiniz.)”

(Hazret-i Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:

“‒Yâ Rasûlâllah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?”

Şöyle buyurdu:

“–Ya başka kimler olacaktı?” (Müslim, İlim, 6)

Hâlbuki bir mü’min, ibadette bile gayr-i müslimlere benzemekten sakınmalıdır. Nitekim Hudeybiye’de Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- elçi olarak Mekke’ye gönderildiği zaman, müşrikler kendisine:

“–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” demişlerdi. Çünkü mevkî sahibi akrabaları vardı.

Hazret-i Osman ise şu sözleriyle Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini tescîl etti:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde (ibadette bile) ben de yokum!..” (Ahmed, IV, 324)

Bugün -maalesef- bâtıl ehline olan özenmeler, mâneviyata zehir saçıyor. İnternetin yanlış adresleri, televizyonun menfî yayınları, modalar, reklâmlar, onların nefsâniyeti tahrik eden ve âhireti unutturan hayat tarzını sürekli gözlere ve gönüllere zerk etmeye çalışıyor. İslâmî eğitimden uzak yetişen genç nesiller de bâtılın nefse hoş gelen yaldızlı hayat tarzına heves etmeye başlıyor. Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, konuşma tarzından tıraş şekline kadar her hususta bir özenti meydana geliyor. Bu şeklî beraberlikler, zihnî beraberliğe, o da zamanla kalbî beraberliğe götürerek îmâna zarar veriyor.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:

“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlum oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır…” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

Hâlbuki Rabbimiz, bir mü’minin kimlerle ülfet etmesi gerektiğini şöyle bildiriyor:

“Sizin velîniz (dostunuz) ancak Allah’tır, peygamberidir, bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (el-Mâide, 55)

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 51)

Cenâb-ı Hak bizlere, günde en az kırk defa şu duâyı yaptırıyor:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿6﴾

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ ﴿7﴾

“Bize doğru yolu göster. Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” (el-Fâtiha, 6-7)

Velhâsıl bir mü’min, gayr-i müslimlere benzememek hususunda çok hassâsiyet gösterecek. Fetih Sûresi’nin son âyetinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında olan mü’minlerin vasıfları sayılırken, ilk olarak “küffâra karşı şedîd” olduklarının zikredildiğini aslâ unutmayacak. Hayatın med-cezirleri arasında dâimâ İslâm’ın haysiyet, karakter ve şahsiyetini muhafaza edecek. Hakk’ı tebliğden aslâ geri durmayacak. Seküler dünyanın mü’min gönülleri ve taze dimağları ifsâd etmesinin önüne geçmeye çalışacak. Bu zamandaki küçük gayretlerin, kulu Allah indinde çok büyük mükâfatlara nâil edeceğinin şuur ve idrâki içinde yaşayacak. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“…Fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir...” (el-Hadîd, 10)

Rabbimiz, dâimâ İslâm’ın karakter, şahsiyet ve haysiyetine yaraşır şekilde bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] Bkz. et-Tevbe, 119.

[2] Bkz. el-En’âm, 68.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Haftanın konusu / Emanetine Sahip Çık
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:25:29 ÖÖ »


Emanetine Sahip Çık

Çocuklar, anne-babaya ikram edilen ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı üzere anne-babaya teslim edilen çocukların saf ve berrak kalpleri -temiz bir toprak misâli- işlenmeye hazır, ham bir cevherdir. Onun diken veya gül olması, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Doğan her çocuk, (İslâm) fıtratı üzere, saf ve tertemiz doğar. Sonra anne-babası, onu yahudî, hristiyan veya mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22, 23; Ahmed, II, 253)

İmâm Gazâlî Hazretleri de şöyle buyurur:

“İnsan, bal mumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.”

Yine bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir.” (Buhârî, Enbiyâ, 2) buyurmak sûretiyle bir nevî insanoğlunu, fıtraten işlenmeye müsait, muhtelif kırattaki cevherlere benzetmiştir. Böylece onlardaki kabiliyetlerin farklılığına, kimilerinin tâlim ve terbiye neticesinde, yani işlenmekle daha da gelişeceklerine işaret etmiştir.

Mâzisi itibârıyla câhiliye insanı olan “Ashâb-ı Kirâm”ın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesi neticesinde, kalpleri merhamet, mârifet ve muhabbetle dolu “Asr-ı Saâdet” insanları hâline gelmesi, bunun en mükemmel misâlidir.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hak da mü’minlere şöyle emir buyurmuştur:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)

Bu sebeple anne-babanın en mühim vazifesi, kendilerine İslâm fıtratı üzere teslim edilen evlatlarını hayırla donatmak ve onları hayırlı bir nesil olarak yetiştirmektir. Hayırlı evlâda sahip olmak, hem dünyada hem âhirette huzur ve saadet vesîlesidir. Bu tâlim ve terbiyenin verilebileceği en hayırlı iklim de aile ortamıdır.

Ailede en mühim vazife ise anneye aittir. Bir anne yüreği ve kucağı, çocuk terbiyesinin yapıldığı muhteşem bir dershanedir. Annelerin bu vasfı sebebiyle; “اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ : Anne bir mekteptir.” denilmiştir. Zira küçük yaştaki çocuğa söylenen her kelime, onun şahsiyetini inşâ eden bir tuğla mesabesindedir.

Şefkatin menbaı olan annelerden güzel bir terbiye alan evlâtlar, hayatları boyunca daha az hata yaparlar. Başarısızlık ve felâketlere rağmen, hayata karşı ümit ve îtimatlarını sonuna kadar muhafaza edebilen kimseler de daha çok sâliha bir anne tarafından yetiştirilen kimselerdir. Bu sebeple mâneviyâtı yüksek sâliha anneler var oldukça, dünya daha huzurlu olur. Çünkü toplumlar, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere, takvâ sahibi nesiller ile müzeyyen hâle geldiğinde gerçek saâdete kavuşur. (Bkz. el-Furkān, 74)

Diğer bir ifadeyle çocuk, hakka ve hayra yönelmenin îcaplarını ilk olarak aile müessesesinde öğrenir. Sonra buna toplumdaki diğer tesirler eklenir. Lâkin aileden aldığı tesir, temeldir. Bu yüzden anne-babanın, evlâdını güzel bir şekilde yetiştirmesi, yani hayır-hasenât ile donatması, kendileri için bir âhiret mes’ûliyetidir.

Bu, aynı zamanda evlâdın ana-babası üzerindeki en mühim hakkıdır. Bu bakımdan ebeveynin, çocuklarının terbiyesi hususunda büyük bir titizlik, îtinâ ve hassasiyet göstermeleri îcâb eder.

Çocuk yetiştirme konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususlar şunlardır:

a. Çocuğa rûhâniyet telkin edecek güzel bir isim konulmalıdır. Zira isim müsemmâyı çeker.

b. Feyizli bir ortamda inkişâf etmeleri için, yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilmelidir.

c. Çocuklarda taklit meyli hâkim olduğu için onlara örnek olacak bir davranış güzelliği sergilenmelidir. Zira örnek olmak kadar tesir edici bir şey yoktur. Hak dostlarının irşâdı da, bu hakikat dolayısıyla sözden ziyâde hâl ile örnek olmak sûretiyledir.

Ayrıca yapılan iyilik ve kötülüklerin her biri, bir benzerini meydana getirir. Meselâ anne-babalarının devamlı münâkaşa ve kavga ettiği ortamlarda büyüyen çocuklar huysuzlaşıp hırçınlaşırlar.

d. Çocukların davranışları dâimâ kontrol edilip göz önünde yapamadıkları kabahatleri gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Zira bu durumda karakterleri zaafa uğrar, iki yüzlü olurlar. Bu hâlin ilk tezahürleri de yalan ve riyâdır.

Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

“...(Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Ben’im nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden bir muhabbet verdim.” (Tâhâ, 39)

Âyetten açıkça anlaşıldığı üzere yavrularımızı muhabbet ve merhametle terbiye ederek maddî ve mânevî tehlikelerden muhafaza etmemiz gerekmektedir. Bunu da baskı ve zor kullanarak değil, sevginin sıcaklığı ile yapmalı, onlar için bir sevgi ortamı tesis etmeliyiz. Dolayısıyla evlâtlarımızı hiçbir zaman ihmâl etmeden dâimâ tatlı bir ilgi, kontrol ve muhafazamız altında yetiştirmeli, gözümüzü üzerlerinden ayırmamalıyız.

Unutmamalıyız ki, maddî meslek sahiplerinin hüneri, bilgi ve zihnî kâbiliyetleri ölçüsünde bir netice verir. Kalbe tesir eden bir eğitim ise, eğitimcinin zihnî bilgisine ilâveten gönlünün de zenginliği nisbetinde gerçekleşir.

e. Çocukların güzel işleri takdir edilip mükâfatlandırılmalı, hatâları ise görmezden gelinmemelidir. Çünkü müsbet davranışlar mükâfat ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir. Buna mukabil, vaktinde îkaz edilmeyen kusurlar da tekrarlana tekrarlana şahsiyetin bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bilhassa kız çocuklarının küçük yaşlardaki kıyafet yanlışlıkları müsamaha ile karşılanmamalıdır. Zira insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryakilikler hâline gelebilir.

f. Sık sık ceza vererek çocuk arsız hâle getirilmemelidir.

g. Emir, yasak ve kâideler, çocukların kavrayabileceği bir şekilde, gerekçeleri de îzâh edilerek ikna edici bir şekilde telkin edilmelidir.

h. Âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kaideleri öğretilmeli, bilhassa varlıklı aileler, çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zira bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara, tevâzu telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki “Karun” kıssası[1], Kehf Sûresi’ndeki “iki bahçesi olan kimse”nin kıssası[2] vb. anlatılmalıdır.

ı. Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınmalıdır. Fakat ne fazla serbest bırakılmalı, ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır.

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-’ın buyurduğu gibi;

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol”unmalıdır. Zira fazla serbestlik; nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur. Fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sahibi olmasına sebebiyet verir. Bu yüzden ölçülü bir üslûp ile vakitlerini fazîletli birer insan olmalarına vesîle olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir.

i. Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılıp hamd ve şükre alıştırılmalıdır. Peygamber Efendimiz’in hayatından misâller verilerek, iç âlemlerinin Peygamber muhabbeti ile yoğrulmasına gayret edilmelidir.

j. Daha küçük yaşlarında iken ibadet ve hizmete alıştırılmalı, ibadet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilmelidir.

Unutulmamalıdır ki; asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur. Evlâtların yetiştirilmesi hususunda çekilen mihnet ve meşakkatler, günahların affına vesîle olur.

Çocukların iyi terbiye edilmesi hususunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)

Bu bakımdan çocuklarımızı bir ibadet vecdiyle yetiştirmeliyiz. Onların terbiyeleri hususunda hiçbir gayret ve himmeti esirgememeliyiz.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ailene namaz kılmayı emret, kendin de ona sabırla devam et!..” (Tâhâ, 132) buyurmaktadır. Âyet-i kerîme muktezâsınca, çocuklarımıza kulluk şuuru kazandırmalı ve onları ibadete alıştırmalıyız.

Yine çocuklarımızı havâîlikten, haşarılıktan, lüzumsuz gezintilerden, eve geç gelmelerden, kötü arkadaşlardan, velhâsıl mânevî dünyalarını zaafa uğratacak her türlü menfîlikten korumalıyız.

Yavrularımız arasında adâlete riâyet edip hasetleşmelerine meydan vermemeliyiz. Vakitleri geldiğinde -imkânlar müsâit olduğu takdirde- onları evlendirmeliyiz. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Hazret-i Ali’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

“Yâ Ali, üç şeyi geciktirme! Vakti giren namazı, hazırlanan cenâzeyi ve dengini bulduğun bekâr hanımı.” (Tirmizî, Salât, 13/171)

Lâkin damat veya gelin alırken de mal, mülk, mevkî gibi fânî, dünyevî ve izâfî kıymetlerden ziyâde; îman, güzel ahlâk ve mânevî hayatı gözetmeliyiz. Zira îmânî ve ahlâkî duyguları itibariyle birleşmeyen eşlerin sonu, ya hazin ayrılıklar veya mezara kadar süren ıztıraplar olur.

Kadının aile ve cemiyetteki ehemmiyetine binâen, kız çocuklarına daha husûsî bir îtinâ gösterilmesini isteyen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Her kim iki kız çocuğunu bulûğ çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağız.” buyurmuş ve parmaklarını bitiştirmiştir. (Müslim, Birr, 149)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

“Her kim kız çocuklarını yetiştirme hususunda bir sıkıntıya uğrar da onları (sırât-ı müstakîm üzere, yani hayırlı bir yolda) iyi yetiştirirse bu çocuklar onları Cehennem ateşinden koruyan bir siper olur.” (Müslim, Birr, 147)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma -radıyallahu anhâ-’nın evinde kaldığı bir gün, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, kendisinden su istemişti. Allah Rasûlü önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Hasan’ı daha çok sevdiği kanaatine vardı.

Efendimiz ise:

“–Hayır, ilk önce Hasan su istedi.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, l, 101) Sonra da şunu ilâve etti:

“–İkram ve ihsanlarınızda çocuklarınıza eşit muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (Heysemî, IV, 153; İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69)

Güçlü toplumlar, güçlü ailelerden meydana gelir. Güçlü aileler de daha ziyâde mânevî eğitim görmüş; yani nefs engelini aşmış, fazîletli annelerin eseridir. Bunun en güzel numûneleri, hanım sahâbîlerdir. Onlar yavrularının gönüllerini, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken veya O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâtlarını îkaz etmişlerdir. Nitekim Huzeyfe -radıyallahu anh-, bir hâtırasını şöyle anlatmıştır:

Annem bana sordu:

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”

Ben de:

“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Bana çok kızdı ve fena bir şekilde azarladı. Ben de:

“–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfar etmesini O’ndan talep edeyim.” dedim... (Tirmizî, Menâkıb, 30/3781; Ahmed, V, 391-392)

İşte evlâtlarını böyle terbiye eden o anneler; hakkı, hayrı ve hidâyeti bütün cihâna yayan örnek bir nesli yetiştirmiş olmanın gönül huzuruyla Rab’lerine kavuştular. Bugün de sahâbî aşk ve heyecanıyla evlâdına Allah ve Rasûl’ünü tanıtıp sevdirerek o mübârek neslin izinden yürümek, her mü’min anne-babanın vazifesidir. Ve böyle anne-babalar, cidden engin bir muhabbete, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Rabbimiz de bu anne-babalar için şöyle buyurmaktadır:

“Ey âyetlerimize inanan (onları yaşayan, yaşatan) ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de. Siz ve eşleriniz, sevinç ve mutluluk içinde Cennet’e giriniz!” (ez-Zuhruf, 68-70)

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] Bkz. el-Kasas, 76-83.

[2] Bkz. el-Kehf, 32-44.
10
Ahmet Demirbaş / Hükümdar Peygamber Davud Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:15:40 ÖÖ »


Hükümdar Peygamber Davud Aleyhisselam

Allahü teâlâ, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olan Davud aleyhisselama Zebur adlı kitabı verdi.

Hazreti Davud, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hem peygamber hem sultân yâni hükümdârdı. Soy bakımından Yakub aleyhisselamın Yehûda adlı oğluna dayanır. Süleyman aleyhisselamın babasıdır. Kudüs’te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefat etti...
 
Allahü teâlâ, Musa aleyhisselamdan sonra, İsrailoğullarına birçok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrat’ın hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrailoğulları, Tevrat’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler, ahlâkları tamamen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût’u onlara belâ olarak gönderdi. Câlût, İsrailoğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Talut isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût’un üzerine yürüdü. Talut’un ordusunda bulunan Davud aleyhisselam, Câlût’u öldürdü. Talut’un ölümünden sonra, Davud aleyhisselam İsrailoğullarının hükümdârı oldu.
 
Bir müddet sonra Allahü teâlâ kendisine peygamberlik vazîfesi ve Zebur adlı kitabı verdi. İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Filistin, Sûriye ve Arap Yarımadasının bir kısmını fethederek memleketi genişletti. Kudüs’ü başkent yaptı. Ayrıca Amman, Haleb, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti.

Mescid-i Aksa adıyla Kur’ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleyman aleyhisselama vasiyet etti...
 
Davud aleyhisselamın çok güzel ve tesirli sesi vardı. Kendisine İbrânî dilinde Zebur kitabı geldi. Bu kitap, manzum şeklinde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur. Zebur, meşhur dört ilâhî kitaptan biri olup, Tevrat’tan sonra gönderilmiştir. Vaaz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrat’ı kuvvetlendirdi. Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından, Tevrat’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Davud aleyhisselam, hazret-i Musa’nın getirdiği dîni kuvvetlendirdiğinden resûl olmayıp, Benî İsrail’e gönderilen nebîlerden biridir.

Davud aleyhisselam çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Gündüzü oruçla, geceyi namaz kılarak ibâdetle geçirirdi. Bir gün oruç tutar, öbür gün tutmazdı.
 
Allahü teâlâ mucize olarak dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebur’u okumaya başlayınca, kuşlar havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebur’u tekrar ederlerdi.
 
Allahü teâlâ Davud aleyhisselama demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mucizesi vermişti. Demirden zırh yapar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Davud’un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi.
 
Davud aleyhisselam yüz yaşında vefat etti. Kabrinin Kudüs surlarının dışında olduğu rivâyet edilir.

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10