www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ

FANİDUNYA NET iSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE => İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE => İslamda Ana Baba ve Anne Baba Hakları => Konuyu başlatan: türkiyem - Mayıs 15, 2019, 11:03:25 ÖÖ

Başlık: Anne Baba ve Büyüklerle İlişkiler
Gönderen: türkiyem - Mayıs 15, 2019, 11:03:25 ÖÖ
Anne Baba ve Büyüklerle İlişkiler

Hak Dostlarında İnsan İlişkileri

Anne Baba ve Büyüklerle İlişkiler

İmam Gazâli hakikate ulaşma seyrini anlattığı meşhur eseri “el-Münkızu mine’d-Dalâl” isimli eserinde şöyle bir tespitte bulunur:

“Araştırmalarım, tecrübelerim ve müşâhedelerim neticesinde diyebilirim ki: Allah’a giden yolda en önde olanlar âriflerdir. Gidişâtı en güzel olan onlar, yolları en doğru olan da yine onlardır. Ahlâkları da en güzel ahlâktır. Hatta denilebilir ki, onların yaşayış ve ahlâkını değiştirmek ve daha iyisine dönüştürmek için akıllıların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, âlimlerin ilimleri bir araya getirilse, yine de bu güzelliğe erişilemez. Çünkü onların zâhirî ve bâtınî (görünen-görünmeyen) hareket ve duruşları tümüyle peygamberlik kandilinin nurundan alınmıştır. Zaten yeryüzünde nübüvvet nurunun ötesinde daha güçlü bir aydınlık kaynağı da yoktur.”

Evet, Hak dostlarında görülen güzellikler, Hakk’a kurbiyetlerinin (yakınlıklarının) bir tecellisi ve nübüvvet çerağından yayılan nûrun kendilerinde yansımalarıdır. Habibullah Efendimizin muhterem refikaları Âişe (radıyallâhu anha) anlatıyor:

“Bir gün Peygamber Efendimiz ashabıyla oturuyordu. Yanı başında Ebû Bekir ile Ömer (radıyallâhu anhüma) vardı. O sırada Abbas (radıyallâhu anh) çıkageldi. Ebû Bekir, Abbas’a yer açtı. O da geldi, Ebû Bekir ile Allâh Resûlünün arasına oturdu. Bunun üzerine Efendimiz:

“Fazîlet ehlinin değerini ancak fazîlet sâhipleri bilir.” buyurdu.

Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), amcasıyla konuşurken sesini o kadar kısmıştı ki Ebû Bekir, Ömer’e:

“Rasûlallah’a bir şey oldu diye endişe duyuyorum.” dedi. Abbas (radıyallâhu anh) işini bitirip döndükten sonra Hazreti Ebû Bekir:

“Yâ Resûlallâh, biraz önce rahatsızlandınız mı?” diye sordu.

“Hayır.”

“Sesinizi çok kıstığınızı gördüm de endişe ettim” dedi. Resûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Cebrail sizlere benim huzurumda yavaş konuşmanızı emrettiği gibi bana da amcamın yanında alçak sesle konuşmamı emretti.” buyurdu.1

Bir gün Zeyd İbn Sâbit (radı-yallâhu anh) hayvanına binecekti. İbn-i Abbâs (radıyallâhu anhüma) üzengisini tuttu. Zeyd:

“Ey Resûlullâh’ın amca oğlu! Lütfen böyle yapma, onu bırak” dedi. İbn-i Abbâs:

“Biz âlimlerimize ve büyüklerimize böyle yapmakla emrolunduk!” karşılığını verdi. Zeyd:

“Eline bakabilir miyim?” dedi. İbn-i Abbâs elini çıkarınca, Zeyd de hemen onu öptü ve:

“Biz de Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Beyt’ine böyle davranmakla emrolunduk!” buyurdu.”2

İlişkilerin merkezinde samimiyet, muhabbet, saygı, nezâket, ihsan ve ikrâm olunca, elbette ortaya cennet rayihaları ve güzellikleri yayılır. Buna mukabil abus çehreler, diken gibi batan sözler ve ibâdullahı istihkâr mimiklerinin sahnelendiği ortamlar ise kasvet, nefret ve düşmanlık ateşlerinin çıkardığı dumanlar içinde bir nevi cehenneme dönüşürler.

Hak dostlarının anne-baba ile ilişkilerinin muhteva çerçevesini şu iki kelimede özetlemek mümkündür: “İhsân ve ikrâm”. Her iki kelime de Rabbimizin yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim’de anne-baba ile ilgili ilişkilerde anahtar bir kavram olarak kullanılır:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza “ihsan”la muamele etmenizi emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de (onur ve şereflerini hissettiren, ikram edici) “kerîm bir söz” söyle.” (İsra 17/23)

“İhsân” kelimesi, mana cihetiyle kökü derinlerde ve dalları göğe yayılmış meyveli bir ağaca benzer. Güzellik anlamına gelen “hüsn” kökünden türemiş bir kavramdır. Ma’ruf, ma’kul ve güzel bir şeyi en güzel bir şekilde yapmak anlamındadır. Aynı zamanda Allah’ın gördüğü şuuruyla ve hatta yapılan iyilik ve güzelliği Allah’a takdim etme şuuru içinde gerçekleştirmektir. Yine varlığımıza ait zâhir ve bâtın bütün meleke ve uzuvlarımızla, ihsana muhatap olan kişiye ya da varlığa bir güzellik katmaktır. Allah böylesi Muhsin kullarını sevdiğini haber vermiş, muamele ve ilişkilerde “ahsen kıvamı”nı hedef olarak göstermiştir.

Âyet-i kerimede geçen “Kavlen kerimâ” ifadesi de son derece dikkat çekicidir. “Kerîm bir söz söyle” demektir. Kerîm söz, her şeyden önce muhataba ikram yerine geçen bir sözdür. “Güzel bir sözün sadaka” olduğunu Allah Resûlünün beyanlarından öğreniyoruz. “Kerem” cömertlik demektir. “Kerîm” kelimesi Arapça’da cömert anlamında kullanılır.

Öyleyse ikram yerine geçecek sözü, cömertçe kullanabilmelidir. Böylesi bir cömertlik, gönül darlığından kurtulmuş, hasetlik, fesatlık, kin ve düşmanlıktan arınmış derya gönüllerden çıkar. Yine “kerim” kelimesinde şeref ve izzet anlamı da vardır. Bu anlamda anne babaya “kerim bir söz söylemek” demek, onlara şeref ve izzetlerini hissettirecek ve hatta şeref ve onurlarını daha da artıracak pırlanta kelimelerle konuşmak demektir.

İşte Hak dostları, hamlıktan kurtulmuş ve deryalaşmış bir gönle sahip olmaları sebebiyle, hem ihsanda ve hem de ikramda hayranlık uyandıran bir ilişki kalitesini zorlanmadan bir meleke halinde gösterebilmişlerdir. Onlar, anne baba rızasını, hem ilâhî rıza kapısı ve hem de rahmet-i ilâhîye ermenin en üstün vesilelerinden biri kabul etmişlerdir. Selef-i salihînde bunun sayısız örneklerini görmek mümkündür.

Altın silsilenin kol başlarından Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-’un şöyle dediği nakledilir:

“Tüm mücâhedelerde, riyazetlerde ve gurbette aradığımı anne rızasında buldum. Bir gece annem benden su istedi. Ne testide ne de ibrikte su kalmıştı; çaya gidip su getirdim. Annem uyuyakalmıştı. Gece de soğuktu, testiyi elimde tutuyorken uyandı, durumu fark etti. Su dolu testinin durduğunu görünce bana dua edip, ‘Testiyi niçin yere koymuyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Uyandığında yanı başında bulunamam diye korktuğumdan,’ dedim. Başka bir seferinde annem, ‘Şu kapının bir kanadını aç,’ de-di. Annemin emrine aykırı hareket etmiş olmamak için seher vaktine kadar acaba kapının sağ kanadını mı yoksa sol kanadını mı açmam gerek diye düşünüp taşın-dım. Derken seher vakti aradığım şey (manevi devlet) kapıdan içeri giriverdi! Annem şöyle dua ediyordu: Ârifler sultanı olasın oğul!”
Bâyezid-i Bistâmî’nin “Sultânu’l-arifîn” diye anılmasında herhalde bu ana duası, bir tohum vazifesi görmüştür. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de “Ben babam İbrahim’in duasıyım” buyurmuşlardır. Baba duasının bir evlat için peygamber duası mesabesinde olduğunu söyleyen de yine Habibullah Efendimizdir. Anne-baba ve evlatların birbirleri hakkında Rablerinden af, mağfiret ve rahmet niyazları, muhteşem bir ilişkinin dua tablosuna dönüşmesidir. Şu âyetlere bir de bu gözle bakalım:

“(İbrahim şöyle dua ediyordu:) Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle; rabbimiz, duamı kabul et! Rabbimiz! Hesap kurulacağı gün beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim 14/40-41)

“Onlara (anne-babana) merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster” diyerek dua et.” (İsrâ 17/24)

Dua ilişkisi, ilişkilerde kalite göstergesidir. Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan bir soru üzerine şunları söyler:

“Her verdiğim sadakayı Üstazı-mın, babamın, annemin ruhlarına hediye ettim. Babamın, annemin ruhlarına her gün sabah namazından sonra bir Fatihây-ı şerife ve üç ihlas-ı şerif okurum.”

Vasiyetnamesinde de nesline yaptığı şu dua çok mânidardır:

“Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle. Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki bir taraftan kulluklarına devam ederken, diğer taraftan Senin kullarına hizmet etsinler ve her an Seni tevhid edenlerden olsunlar!”

Öyle ilişkiler de vardır ki, insanın elini duaya kaldırmaya mecal bırakmaz. Böylesi hallerden Allah’a sığınırız.

Mûsâ Efendi -rahmetullahi aleyh- babasına hayran bir insandı. Ondaki merhamet ve ciddiyeti kendisine örnek almıştı. Der di ki:

“Allah rahmet eylesin babam çok ciddi ve vakarlı idi. Hepimiz hem korkar hem de severdik. Evde çocukla çocuk, büyükle büyük olur, böyle bir hayat yaşardık. Aileyi fazla şiddetle korkutmak da muvafık değil. Herkes evin bir köşesine kaçmayacak, birlikte yaşanacak. Şimdi herkes çocuğunu şehzâde gibi büyütüyor. Benim çocuğum aslan, benim çocuğum kaplan. Çocuğa para veriyor hesabını sormuyor. Babam benden bir gün beş kuruş aldı, hiç unutmam. O zaman gazete beş kuruştu. Bir ay sonra “Musa al, dedi, şu beş kuruşu senden almıştım”. Bize böyle itinâ ettiler elhamdülillah.”

Anne-babaya ihsan ve ikrâmın hem hayatta hem de vefattan sonra devamı istenilir ve beklenir. Bu da ayrı bir edep ve ilişki kıvamıdır. Vefatlarından sonra onlar için dua ve istiğfarda bulunmak, sözlerini yerine getirmeye çalışmak, akrabalarına iyilik ve ihsanları sürdürmek ve dostlarına sıcak ilgi ve ikramı devam ettirmek nebevî tavsiyelerdendir.3
Abdullah İbni Dînâr anlatıyor:

Bir defasında Abdullah ibni Ömer Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Birgün İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona:

“Sen falan oğlu falan değil misin?” diye sordu.

Adam:

“Evet”, deyince eşeği ona verdi ve:

“Buna bin”, dedi. Başındaki sarığı da ona uzatarak, “bunu da başına sar”, dedi.

Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e:

“Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin”, deyince İbni Ömer şunları söyledi:

“Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyururken duydum. Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’in dostuydu.”4
Özgüven adına saygısızlığın, özgürlük adına sorumsuzluğun yaygınlaştığı ve hatta teşvik edildiği bir dönemde, böylesi örnekler çağın insanı için ne anlam ifade eder bilinmez. Fakat Hakk’ın kullarına sû-i zan beslemek de Hakk’a karşı bir sû-i edeptir. Öyleyse hiçbir zaman ümidi yitirmemeli, ihsan ve ikramı tabiat-ı asliye hâline getirmenin bir yolunu bulmalıdır. Böylesi bir arayışta Hak dostlarının bir deniz feneri misali yol ve yön gösterici olacaklarında da şüphe yoktur.

------------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:

1) Ali el-Müttakî, Kenz, XIII, 514/37321

2) Ali el-Müttakî, Kenz, XIII, 396/37061.

3) Ebû Dâvûd, Edeb 120. Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 2

4) Müslim, Birr 11–13. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 5.