Gönderen Konu: Etnik Irkî Fitne ve Parçalanmanın Günümüze Yansıması  (Okunma sayısı 94 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Etnik Irkî Fitne ve Parçalanmanın Günümüze Yansıması
« : Eylül 25, 2020, 06:20:04 ÖÖ »
Etnik  Irkî Fitne ve Parçalanmanın Günümüze Yansıması

Etnik/ ırkî fitne ve parçalanmaların, ümmeti düşürdüğü  durum adeta yürekleri dağlamaktadır. Buna karşı bir asır öncesinde Müslümanları uyaran ve bunun ilmen ve fikren mücadelesini veren şahsiyetlerden biri de merhum Ahmet Naim Beydir.

O’nun kaleminden o günlerde yaşanılan ve bugünlerde ki  felaketlerin temel nedenleri olan yanlış düşünceleri  ve atılan adımları naklen okuyoruz. Diyor ki:

Uydum kalabalığa diyen ve nereye, niçin gittiğini bilmeyen çoğunluk bir tarafa bırakılırsa halis Türkçü önderlerin ikiye ayrıldığını görüyoruz: Katışıksız (halis) Türkçüler ve Türkçü-İslamcılar.

Halis Türkçüler geleneklerimizle alakalarını keserek yepyeni bir mefkûre (ortak gaye, ideoloji), yeni bir iman, yeni bir kavim, yeni bir millet çıkarmak istiyorlar. İleri gelenlerini dinlediğimiz zaman davalarını şöyle özetleyebiliriz:

Bizi, kavimcilik gayesinin peşine düşmeye iten şey, Türklerin dışarıdan ve içeriden karşılaştığı tehlikelerdir. Şimdiye kadar bu devletin bekası için en büyük fedakârlığı yapan Türkler şimdi zayıf düştüler. Maarifi, ticareti, sanayii, ziraati mahvoldu. Bu vatanda yaşayan bunca Müslüman ve gayr-i müslim kavimlerden ise bunca fedâkârlığa karşı ancak cefa gördüler. Artık fedâkarlığı onlardan biraz kısıp kendilerine yönlendirmenin zamanı geldi. Bunun için yeni bir mefkûreye (ideolojiye) ihtiyaç var. İslam bağı (rabıtası) ikinci dereceye kalır. Din mefkûresi bizi mesut ettikçe arkasından koşabiliriz. Ama şimdi o mefkûre gevşedi.

Demek ki, eski iman ile kurtulacağımız yok. Bir de bu kavimcilik/milliyetçilik davası Avrupa’dan kopup gelen coşkun bir seldir, onu durdurmak mümkün değildir. Çağdaşlaşarak ilerleyeceksek Avrupa topluluğundan (cemaatinden) ayrılamayız. Avrupa’da dine dayalı mefkûre müzelik olmuştur, biz hâlâ o yolu izlersek müzelik oluruz. Buna binaen bu halk önce Türk, sonra Müslüman olmalıdır. Ayrıca dışarıda kalan İslam toprakları Avrupalıların eline geçti, içeride de Müslüman etnik gruplar, İslam kardeşliği adına sanıldığı kadar yapışık değil. Şu halde Türklük mefkûresiyle Boğaziçi’nden Okyanus’a kadar, ırkı ve dili aynı olan seksen milyon halkı bir bayrak altında toplamak için niye çalışmayalım!

Ahmed Naim Bey, halis Türkçülerin tezini şöyle karşılıyor:

Bunlar ile uzun boylu tartışmanın manası yok. Aşılamak istedikleri şey açıkça dinsizlik mefkûresidir. Halktan dini soyup onun yerine bir başka şey konamayacağını, “Allah’ın dinini hakim kılma: i’lây-ı kelimetullah” uğruna kılı deprenmeyen bir herifin ta Kamçatka yaylalarındaki ırkdaşları için silaha sarılamayacağını, bin yıldan beri kardeşimdir dediği, bin yıldan beri sevincine ve kederine ortak olduğu, uğrunda hayatını feda etmekten çekinmediği din kardeşini bırakan bir kimsenin Sibirya’nın bilmem hangi boz ovalarında Hristiyan mı, Şamanî olduğu bilinmeyen Yakut kardeşini sevemeyeceğini düşünemeyen, Türklerin ikbal devirlerinin İslam dinine sımsıkı sarıldıkları dönemde olduğunu, gerileyip bozulmalarının ise iman ve inancın gerilemesi ile başladığını gizleyen kişilerle tartışma yeri herhalde bu makale değildir.

Biz yalnız Türkçü-İslamcılarla dertleşebiliriz. Zira bunlarla İslam dairesinde anlaşmak, onlara hakikati din namına kabul ettirmek daha kolaydır zannındayım. Bunlarla yaptığımız tartışmalarda daha insaflı olduklarını gördüm. Bunlar gerçi Türk unsurunun zayıflığından, yardıma muhtaç olduğundan bahsederler, ama İslam camiasını (topluluğunu, ümmeti) kırmak istemezler. Bu camiayı, hem diğer müslüman grupların (kavimlerin, ırkların) ayrılmaması hem de Türklerin daha kolay eğitilmesi ve yükselmesi için gerekli görürler.

Ama bir noktada yanılıyorlar: “Türklük camiası (Türk birliği) İslam camiasını takviye eder, ırk davası İslam’a aykırı değildir, iki mefkûre birbiri ile çatışmaz, aksine birbirini tamamlar. İslam’dan nasip alamamış birçok gençleri, hiç değilse kavmiyet ve vatan davası ile İslam’a ısındırmaya çalışabiliriz…” diyorlar. Din imanı yanı başında bir de kavim imanı koyuyorlar. İçlerinde iman ve İslam’a bağlılıklarından asla şüphe etmediğim bazılarının, kavmi ile övünmesi İslamî duyarlığına hiç zarar vermiyor, aksine “bir insan, müslüman da olsalar diğer kavimlere karşı bir gurur duygusu içinde övünürse bu, onun yükselmesini ve ilerlemesini sağlar” diye inanıyorlar.

Bunlarla tartışıp da davalarını savunamaz duruma düşürdüğünüzde “Ne yapalım, biz bu davayı bıraksak Türklük mahvolacak, Araplar ve Arnavutlar daha önce başladılar, biz meşru savunma durumundayız, başlatan daha zalimdir…” diyorlar. Ama Araplara dönseniz onlar da buna benzer mazeretler ileri süreceklerdir.

Biz Türkçü-İslamcı kardeşlerimize deriz ki:

Türkün yardıma ve irşada muhtaç olduğu inkar edilemez. Türkü bundan sonra da zarar verecek yorgunluklara salıp dünya ve ahiret saadetini düşünemeyecek hale getirmek haksızlıktır. Türkün sosyal, ekonomik ve ahlaki durumunu ıslah etmek takdire şayan, Allah katında makbul bir iştir. Bunu elde etmek için diline hizmet etmek, edebiyatını ruhunun gıdası haline getirmek, kavmin ilim ve amel (aksiyon) gücünü arttırmak pek mübarek bir vazifedir. Kendileri Türk olmadıkları halde Türkçe konuşan diğer Müslüman kardeşlerinizin de bu konuda size yardım etmeleri dini vazifedir. Fakat bu faaliyetlerin hiçbiri sizi, sınırı aşarak İslam öncesi kavimcilik davasına dönmeye, atalarla övünmeye sevk etmemelidir. Dil bir anlaşma aracıdır.

Türkün dilini ve bilgisini geliştirin, ama ona “Ey Türk” diyecek yerde, “Ey Müslüman” diye hitap edin. Onu gayrete getirmek istediğinizde bunu, Türklük namına değil Müslümanlık namına yapın. Dört beş senedir bu ham davanın arkasına düştünüz; bu size, diğer Müslüman kardeşlerinizi kırmaktan başka ne getirdi? Kim üç nesil geriye gidince halis muhlis Türk çıkar?

Cengiz’in yasasını, İlhan’ın yurdunu tanımak, Altın Ordu’yu anmak bize lazım değil; mazideki şirk ile övünülmez. Bize Muhammedî şeriatı, İslam yurdunu, İslam mücahidlerini bilmek, tanımak gereklidir. İslam şerefinin yanında kavmiyet şerefi anılmaya değmez!

Bir kimse kavmine sırf kavmi olduğu için, haksız da olsa yan çıkar, tarafını tutar, yardım ederse bu meşru değildir; ama kavmine hak dairesinde ve hiçbir tarafa haksız ve düşmanca davranmaksızın yardım ederse bu meşrudur, güzeldir.

İslam’ın hedefi, kavmiyet bağını, İslam bağı içinde eritmektir. (Prof. Dr. Hayreddin Karaman, 15 ve 17.03.2013, günlü yazıları)

Sözlerimizi şu ilâhi ikaz ve ilgili açıklamalarını hatırlayarak bitirelim:

 “Bütün müminler ancak kardeştirler.” (Hucurar,10)  Elmalılı merhum bu âyetin açıklamasında “ Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler” kaydını düşer. (Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.7, s.201)

Mevdudi merhum da “..bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır.” (Mevdudi, Tefhim’ul- Kur’an, c.5, s.440) diyerek iman kardeşliğinin zorunluluğuna ve yüceliğine işaret eder.

Ne mutlu iman kardeşliği bilinç ve nimetine erebilenlere!

Ne mutlu bu idrak ve bilincin gereğini yerine getirebilenlere!

Süleyman Önsay.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41