www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ

FANİDUNYA NET GENEL => KUR'ANI KERİM => Kur'an-ı Kerim Tefsiri => Konuyu başlatan: KOYLU - Haziran 12, 2019, 08:23:32 ÖÖ

Başlık: Maide Sûresi 67. Âyetinin Tefsiri
Gönderen: KOYLU - Haziran 12, 2019, 08:23:32 ÖÖ
Maide Sûresi 67. Âyetinin  Tefsiri

Cenâb-ı Hak Azîmüşşan Hazretleri Mâide Sûresi 67. âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

’Ey Rasûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah (c.c.), seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah (c.c.) kâfirler topluluğuna hidayet etmez.’

Bu âyet-i kerîmenin tefsîrini üç ana bölümde inceleyeceğiz:

Birinci Bölüm:

RASÛL-İ EKREM (s.a.v.)’İN TEBLİĞ VAZİFESİ

Allah-u Azîmüşşân Hazretleri Peygamberi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e: ’Ey Rasûlüm! Sana inzâl olanı (Allah’ın emirlerini, onları ketmetmeden ve korkmadan) teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.’ emrini veriyor.

Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmesiyle; insanlardan korkmayarak, emirlerden bir şey eksiltip ketmetmeyerek ve bu âyetleri geciktirmeden insanlara teblîğ et, diye Habîbine emir veriyor. Çünkü Cenâb-ı Hak geçmiş Peygamberlerden bazılarına emir verdiği zaman, bu emr-i ilâhîyi geciktirenler olmuştu. Bunlardan birisi de Hz. Yahyâ (a.s.)’dır. Allah Teâlâ kendisine beş ayrı emir vermiş, onları da halka iletmesini istemişti; fakat Hz. Yahya (a.s.) bu emirleri geciktirdi.

Cenâb-ı Hak Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Yahya (a.s.)’a emir gönderip: ’Sana emrettiğim beş ayrı emri halka bildir, yoksa onları ben bildiririm.’ dedi. Bunun üzerine Hz. Yahya (a.s.) Hz. İsa’ya: ’Eğer bu hususta sen benden önce davranıp harekete geçersen, bu suçumdan dolayı yer yarılıp içine girmemden ve azap edilmemden korkarım.’ dedi. Bunun üzerine halkı Beytü’l-Makdis’e toplayıp Cenâb-ı Hakk’ın beş emrini halka şu şekilde anlattı:

1- Allah’a ibadet edip (hem de) O’na ortak koşmayın.

2- Allah size namaz kılmanızı emretti. Namaz kılınca sağa sola bakmayın. Çünkü Allah size namaz da nazar eder.

3- Allah size oruç tutmanızı emretti.

4- Allah size sadaka vermenizi emretti.

5- Allah size kendisini çok zikretmenizi emretti. Çünkü şeytan insanı daima takip eder. İnsan ancak Allah’ı zikrederek onun elinden kurtulur.

İşte Hz. Yahya (a.s.), Cenâb-ı Hakk’ın bu emirlerini halka bildirmeyi geciktirmişti. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Peygamber-i Zîşân Efendimiz’e: ’Sana inzâl olunan emirleri ketmetmeden, geciktirmeden, insanlara anlat. Eğer bunu yapmazsan, elçiliğimi yapmamış olursun!’ demesinin sebebi, Allah-u a’lem, bu olsa gerektir.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Allah-u Teâlâ’dan gelen emirleri ketmetmeden tebliğ ettiği, Tekvîr suresi 24. âyet-i kerîmesinde açıkça belirtilmektedir: ’O, ğaybın bilgilerini (sizden) esirgemez.’
İkinci Bölüm:

RASÛLULLAH’IN KORUNMUŞLUĞU

Şimdi de âyet-i kerîmenin ikinci bölümü olan: ’Allah seni insanlardan koruyacaktır.’ kısmını açıklamaya çalışacağız:

Peygamber-i Zîşan Efendimiz, risalet emrini aldıktan sonra kendisine inzâl olunan Allah’ın emirlerini insan topluluklarının içine girerek korkmadan, çekinmeden teblîğ ediyordu; fakat insanlardan en yakın tanıdıkları bile Allah’ın vahdaniyetini ve kendi risaletini ilân ettiği zaman, büyük bir kinle Rasûl-i Kibriya’ya düşman oluyor ve açıkça karşı koyuyorlardı. O’na türlü türlü hakaretleri ve O’nu öldürmek dâhil, her türlü zulmü reva görerek çeşitli planlar düzenliyor ve bu düşmanlıklarını açıkça sürdürüyorlardı. Hatta bir zaman Ebû Cehil Rasûlullah (s.a.v.)’i öldüren kimse için yüz deve vaat etmişti. İşte bu ortamda Rasûl-i Kibriya (s.a.v.), yalnız başına bütün kavmini karşısına alarak, açıktan açığa Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyetini ve kendi risaletini insanlara aktarıyordu.

Bu teblîğ işi Mekke’de öyle bir yayılmıştı ki, Mekke müşrikleri bundan fazlaca rahatsız oluyorlardı. Nihayet bir araya toplandılar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’i de oraya davet ettiler. O’na şöyle vaadlerde bulundular:

’Yâ Muhammed (s.a.v.)! Sen bizim kavmimizin içine fitne düşürüp insanların kafalarını karıştırdın. Putlarımıza hakaret edip tek bir ilâha çağırıyorsun. Bu da bizi fazlasıyla rahatsız ediyor. Baba ve dedelerimizden gördüğümüz putlara tapmayı kaldırman, bize çok ağır geliyor. Gel, sen bu işten vazgeç. Putlarımıza dokunma. Eğer gayen emir olmak ise, sen bizim emirimiz ol. Eğer zengin olmak istiyorsan, aramızda para toplayalım, en zenginimiz ol. Eğer gayen kadınlara sahip olmak ise, en güzel kadını sana verelim. Eğer ki cinler sana musallat olup da bu işleri yaptırıyorlarsa, en iyi kâhinleri çağırıp seni tedavi ettirelim. Yeter ki, sen bu işten vazgeç.’

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onlara dedi ki: ’Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, ben bu tebliğden ve davamdan vazgeçmem!’

Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nün böyle sıkıntılı zamanlar geçirdiğini elbette ki biliyordu. Allah Teâlâ Azîmüşşân Hazretleri, Sevgili Peygamberi’nin teblîğ vazîfesini en güzel biçimde yapmasından dolayı, kendisine memnûniyetini ve bu hâlden râzı olduğunu bildirmek ve O’nun moralini takviye etmek için bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurmuştur:
’Allah seni insanlar(ın şerrin)den koruyacaktır.’

Bu âyet bir nevî Peygamberini tebrîk ve takdîr etmesi demektir.

Cenâb-ı Hak Azîmüşşân Hazretleri: ’Ey (şanlı) Peygamber, sana vahyolunanı tebliğ et.’ buyuruyor. Âyet-i kerîmedeki bu emri ve o emîrdeki ince manayı biraz açalım:

Allah’tan inzal olunan âyetleri teblîğ etmek için risaleti teblîğ eden Peygamber’de şu vasıfların bulunması şarttır:

1- Ruh ve bedeninin sıhhatli olması.

2- Akıl: Akl-ı selîm sâhibi olması.

3- Gözünün bütün hatalardan sâlim olması.

4- Kulağının sıhhatli olması, sağır olmaması.

5- Ellerinin sağlam ve kusursuz olması.

6- Ayaklarının sıhhatli ve kusursuz olması.

7- Dilin peltek olmaması ve bütün azalarının sağlam, vazife görür şekilde olması.

Kur’ân-ı Kerîm’de de buna ışık tutan örnekler vardır. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ (a.s.)’ı vahdâniyet ve risâleti teblîğ ile vazîfelendirdiği zaman, ilk olarak Firavun’a göndermiştir:

’(Ey Mûsâ) Firavun’a git; çünkü o hakîkaten azdı. (Bunun üzerine Mûsâ) şöyle dedi: Yâ Rabbi, benim yüreğime genişlik ver. Tebliğ vazifemi kolaylaştır. Dilimdeki peltekliği çöz ki, insanlar sözümü anlasınlar. Âilemden birini; kardeşim Hârûn’u da bana vezir ver.’

Bu konuya ışık tutan diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

’Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür…’

Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini insanlara tebliğ eden Peygamberlerde akıl ve zekâ mükemmelliğinin olması gerekir. Zaten peygamberlikteki beş sıfattan bir tanesi de ’fetânet’tir. Fetânet ise kendi zamanlarındaki insanların en akıllısı ve zekisi demektir. Şu bilinmelidir ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), gelmiş geçmiş bütün insanların en akıllısı ve zekisidir. Cibril (a.s.) âyetleri okurken, bir okuyuşta Hz. Rasûlullah (s.a.v.) ezberlerdi. Efendimiz’den bu zamana kadar yaklaşık 1500 yıl geçtiği hâlde, rüya ve seyirlerimizde o zamanın hareket ve sözlerini aynen bildiriyor.

Lisanın fasih ve beliğ olmasının önemini de, Hz. Musa (a.s.)’ın duasından anlıyoruz. Kulağın önemi ise, konuşulan kelimeyi iyi işitmeyi sağlamasıdır ki o konuşulan kelimeye göre cevap verebilsin. Görülüyor ki, tebliğdeki mükemmellik, bu azanın da mükemmel olmasıyla yakından alâkalıdır. Elin ve ayağın da sağlam olması lâzımdır ki, insanların yanına gidip tebliğ etsin. Yine cihad yapılabilmesi için de bu azaların sağlam olması gereklidir. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak; Mâide sûresi 67. âyetiyle Peygamberi’nin hiçbir yerde mağlup olmayacağını, esir edilemeyeceğini, aklından da hiçbir şeyin alınmayacağını ve öldürülemeyeceğini garanti altına alarak şöyle buyurmuştur:

’Allah (c.c.) seni insanlar(ın şerrin)den koruyacaktır.’

Rasûlullah (s.a.v.)’in Tâif’te taşlanması, Uhud’da dişinin şehit olması ve miğferinin açtığı yaradan dolayı mübarek yüzünden kan akması olaylarına gelince; bu, beşeriyet ahvalini insanlara göstermek içindir. Çünkü Ebû Leheb de dâhil olmak üzere insanların birçoğu, bir peygamberin melek olması gerektiğini düşünüyorlardı. İşte bundan dolayıdır ki, bir peygamberin melek olmayacağını, ancak insan olacağını onlara ispat için bu olaylar vuku bulmuştur. Zaten Kehf suresinin sonuncu âyetinde de: ’De ki; ben yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâhınızın tek ilâh olduğu vahyediliyor.’ buyurulmaktadır. Üstelik bu olayların nübüvvete ve inzal olunan âyetleri teblîğ etmeye hiçbir zararı yoktur.

Diğer bazı peygamberlerde zuhur eden hâllere gelince; Hz. Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı, Hz. Zekeriyyâ (a.s.)’ın şehîd edilmesi, Hz. Yunus (a.s.)’ın balığın karnında hapsedilmesi ve bunun gibi olayların hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın birer imtihanıdır.

Bu konuya açıklık getiren bir hadis-i şerifi Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle rivayet ediyor:

’Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi insanlar en çok belâ çekerler?’ dedim. ’Peygamberler!’ buyurdu. ’Ey Allah’ın Rasûlü! Sonra kimler?’ dedim. ’Sonra sâlihler!’ buyurdu.’

’Allah seni insanlar(ın şerrin)den koruyacaktır.’ âyet-i kerîmesindeki diğer bir sır ise Buhârî, Müslim, İbn-i Mâce gibi hadîs-i şerîf külliyâtında Hz. Âişe (r.anhâ)’dan nakledilen bir rivâyet ile ortaya çıkmaktadır. Bu rivayette Peygamberimiz (s.a.v.)’in sihirden müteessir olduğu bildirilmektedir; fakat aslında Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), bu şekilde bir hastalıktan müteessir olmamıştır. Nitekim Hayber’deki zehirli koyundan yediği hâlde ömrünün sonuna kadar zarar görmemesi, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bu tip hastalıklardan etkilenmeyeceğini göstermektedir. Çünkü bu tür hastalıklardan müteessir olması, O’nun nübüvvet vazifesini engelleyecekti. Oysa Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in nübüvvet vazifesini engelleyecek hâllerden korunmuş olduğu yukarıdaki âyet-i kerîme ile sâbittir.

Şimdi sihrin ne manaya geldiğini açıklamaya çalışalım:

Sihir; olmayan bir işi olduğu gibi göstermek ve karşıdaki insanı bununla tesir altına almaktır. Bunu da Kur’ân-ı Kerim’deki Hz. Mûsâ ile sihirbazlar arasında geçen şu muhâvereden anlıyoruz:

’(Sihirbazlar) dediler ki: ’Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ’Hayır, siz atın.’ dedi. Bir de baktı ki büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ birden içinde bir korku duydu.

’Korkma!’ dedik. ’Üstün olan kesinlikle sensin! Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa iflâh olmaz.’

İşte bu âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı üzere, sihir, olmayan bir işi olmuş gibi gösterip hîle ve göz boyamaktan başka bir şey değildir.

Aslında sihir ilmi vardır ve Peygamberimiz (s.a.v.)’e de her türlü zulüm ve hakareti, hatta ölümü bile reva görerek sihir yapmışlar, zehirlemek de istemişlerdir; ama bu sihir ve zehirleme işi ona tesir etmemiştir, edemezdi de... Çünkü öncelikle Rasûlullah (s.a.v.) Allah’ın bizatihi nurundan yaratılmıştır. Bunun için tesir etmez.

İkinci olarak da Allah-u Azîmüşşân, âyet-i kerîmede: ’Allah seni insanlar(ın şerrin)den koruyacaktır.’ buyurarak kendisine bir nevi teminat vermiştir. Bu sebeple, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’i zehirlemelerine ve sihir yapmalarına rağmen, Allah (c.c.) onların şerrinden Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’i korumuştur.

Burada karşımıza çıkan bir husus da şudur: Buhârî-i Şerif’te yer alan zehirleme ve sihir hadisinin manalarını direkt alacak olursak Mâide 67. âyetiyle bu hadîslerin çatıştığı zannedilebilir. Yani bu hadisleri tevil ve tefsir etmediğimizde bu hâlle karşılaşırız. Bazı âyet-i kerîmelerin manalarını direkt alamayız da, tevil ve tefsîr yaptıktan sonra anlayabiliriz. İşte tefsirini yaptığımız Mâide 67. âyetinin üçüncü bölümü de böyledir. Onu da anlayabilmemiz için tefsir ve te’vîl etmemiz lâzımdır ki âyet-i kerîmenin sırrını anlayabilelim. Bâzı âyet-i kerîmeleri anlayabilmemiz için te’vîl ve tefsîr yapmamız gerektiği gibi, konumuzla alâkalı Hz. Âişe (r.anhâ)’den mervî hadîs-i şerîfi de diğer bâzı hadîsler gibi te’vîl ve tefsîr etmek lâzımdır.

Hadîs-i şerîflerin te’vîline bir örnek:

Meselâ bir hadis-i şerifte: ’Kibirli kişi, deve iğne deliğinden geçmediği müddetçe cennete giremez.’ buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfte olduğu gibi, söz konusu illet, devenin iğne deliğinden geçmesi değildir; fakat kibrin büyüklüğünün deveye teşbihiyle bu büyük kibri cehennemde yakarak ondan bir zerre kalmayacak kadar küçülmesi kasd edilmektedir. Yani; deve kadar büyük kibir küçülüp, yok olacak, kişinin kibirsiz bir şekilde cennete girmesi ancak mümkün olacaktır. Aksi takdirde kibirle birlikte cennete giremez. Yoksa elbette ki, devenin iğne deliğinden geçmesi düşünülemez…

Üçüncü Bölüm:

HİDÂYETİN HAKÎKATİ

Şimdi de âyetin üçüncü bölümü olan; ’Muhakkak ki Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez.’ kısmını açıklamaya çalışacağız:

Âyet-i kerîmenin bu bölümünü bu hâliyle anlayacak olursak, bu sünnetullâha ve sünnet-i Rasûl’e aykırıdır. Zîrâ âyet-i kerimeyi direkt aldığımızda; madem kâfirler hidayete ermiyecek, onlara niye bu dini tebliğ edelim diye düşünenler olabilir. Bu âyeti şöyle anlamak gerekir:

Cenâb-ı Hak Azîmüşşân Hazretleri ruhları yarattıktan sonra, hepsini bir araya toplayıp ’Benim vahdaniyetimi ve birliğimi kabul edin!’ diye ferman buyurdu. O zaman ruhların bazıları hemen secde etti. Bazıları da hiç secde etmedi. Böylece ruhların bir kısmı iman edip secde ettiler. Bir kısmı da iman etmeyip secde de etmediler. Başka bir kısmı da bilahare Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetini kabul ettiler.

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

’Ruhlar kuşanmış askerler gibidirler. Orada iman eden ruhlar, burada da birbirlerini severler; orada birbirlerini evmeyenler, yeryüzünde birbirlerini sevmezler.’

İlk defa iman edip secde eden Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in ruhaniyetidir. Onun için yaratılanların en şereflisi, en üstünü, en sevgilisi, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’dir. İşte âlem-i ervahta secde etmeyen ruhların, bu hareketini isbat etmek için, Cenâb-ı Hak âlem-i isbat olan yeryüzünde (dünyânın bir adı da âlem-i isbattır), iman etmeyenleri fiilleriyle ispat ederek, kâfir olduklarını ayan-beyan ortaya çıkarmıştır. İşte zaman zaman Cenâb-ı Hak Azîmüşşân Hazretleri peygamberler göndererek, insanlara âlem-i ervahtaki misakı hatırlatmıştır. Nice kâfirler vardır ki, Rasûlullah Efendimiz onlara defalarca gidip, Allah’ın vahdaniyetini tebliğ etmiştir; fakat onlar Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyip, bu daveti kabul etmemişler, küfürlerini açıktan açığa ortaya bırakmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın sünnetullâhı ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in sünneti olan teblîği, o kâfirler gürûhuna anlatılmıştır.

Onlardan bir kısmı iman edip, bir kısmı da iman etmemişlerdir. İşte böylece dünyada iken peygamberler insanlara hatırlatmışlardır; fakat yine de kâfirlerin bazıları iman etmişler, bazıları da iman etmemişlerdir. Kâfirler gürûhundan Rasûlullah (s.a.v.)’in teblîğinden sonra imana gelenler, âlem-i ervahta sonradan pişman olup iman edenlerdir.
Görülen şudur ki; bir kâfir topluluğuna, kâfir olduklarından dolayı teblîğ etmemek söz konusu değildir. Onlara da teblîğ edilmiştir. Onlar inkâr ettiklerinden dolayı Cenâb-ı Allah bu kâfirlerin inkarını teyid için; ’Muhakkak ki Allah kâfirler topluluğuna hidayet etmez.’ âyet-i kerimesini indirmiştir.

İşte, kâfirler topluluğuna dahi mutlaka davet lazımdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in hareketleri bunu göstermektedir. Yoksa bunlar kâfirdir diye Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyetini tebliğ etmemek söz konusu değildir. Zaten Cenâb-ı Allah, bu âyet-i kerîmeyi başka bir âyet-i kerîme ile de teyid etmektedir:

’Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz.’

Mâide Sûresi 67. âyetinin içinde Allah Teâlâ hem Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e kâfirlere tebliğ yapmasını emretmekte, hem de âyet-i kerîmenin son bölümünde: ’Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.’ buyurmaktadır. Aynı âyet-i kerîmenin ilk kısmı tebliği emretmekte, bunu tekidli bir şekilde vurgulamaktadır. Aynı âyetin içinde yer alan bu iki ifade, ilk anda, sanki birbirine zıtmış gibi görülebilir. Aslında burada bir zıtlık yoktur. Burada tevil ve tefsir gereklidir. Çünkü tebliğ, her hâlükârda yapılması gereken bir görevdir; fakat tebliğe muhatap olan insanlardan bir kısmı hemen iman ederken, bir kısmı bazı tereddütlerden sonra inanmakta, bir kısmı ise hiç inanmamaktadır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Ebû Cehil’e tebliğ için otuz sekiz defa gitmiştir. Kendisi inat ederek küfürde kalmış ve o şekilde ebedî cehennemlik olmuştur. Oğlu İkrime (r.a.) ise Mekke’nin fethinden bir müddet sonra Rasûlullah’a gelerek müslüman olmuştur. Bu sebeple tebliğe muhatap olan kişinin inanacağı düşünülerek hareket edilir. Elbette ki hidayete erdirmek Allah’ın elindedir, ancak mü’minler de insanlara tebliğ yapacaklar, sonucunu ise Allah Teâlâ’ya bırakacaklardır. Zaten âyet-i kerîmede de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den tebliğ görevini en güzel bir şekilde yapması istenmektedir. Tebliğ vazifesi en güzel bir şekilde yapılır; ancak ümit kesilirse ondan uzaklaşılır. Bundan anlaşılan şudur ki, iman etme ümidi kalmayan kâfirlere Allah hidayet etmeyecektir. İşte bu sebeple tebliğ vazifemizi en güzel bir şekilde yapmalı ve Cenâb-ı Hakk’ın tebliğ emrini yerine getirmeliyiz.