Gönderen Konu: Kuran'ın Sistematiğini Doğru Anlamak 1  (Okunma sayısı 114 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5764
Kuran'ın Sistematiğini Doğru Anlamak 1
« : Ağustos 27, 2021, 08:40:53 ÖÖ »
Kuran'ın Sistematiğini Doğru Anlamak  1

Kur’an-ı Kerim’in yapısı incelendiği zaman görülecektir ki, sistematik şekilde konuların belirli bir düzende oluşturulduğu bir kitap değildir. Çünkü hedef sıfırdan bir toplum inşa etmektir. İnsan psikolojisini ve toplumun sosyolojik yapısını dikkate alarak ona göre bir sistematik öngörmüştür.

Bu mükemmel sistematikten dolayı Peygamber Efendimiz (S.A.V.), 23 yıllık kısa bir dönemde sıfırdan bir toplum inşa etmiştir. 622 tarihinde kurduğu İslâm devleti, 632 tarihine kadar geçen on yıl gibi kısa sürede sınırları Arabistan yarımadasının tamamına ulaşmış ve 3 milyon km² yüzölçümüne sahip büyük bir devlet olmuştur.

Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’e akademik kitap sistematiği mantığıyla bakmak cehalettir. Bu yüce kitaba basit, kendi kendine anlaşılır bir kitap muamelesi yapmak da basit mantığın ta kendisidir.

Kur’an-ı Kerim’in sadece bir nasihat kitabı değil, kanunlar manzumesi, toplumu aydınlatacak fikirlerin kaynağı, medeniyetin öncüsü, ilmi ve fikri buluşların altyapısı bir kitaptır.

Kur’an-ı Kerim’de konular belirli bir sistematikte işlenmemiştir. Yeri geldiği zaman bir konu hakkında bilgi verilmiş, bu bilgilendirmeye başka bir ayette hatta başka bir surede devam edilmiştir.

Mesela, “kader” konusu böyledir. Bakara Suresi, 285’inci ayetteki, “Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı.

Peygamberleri arasından hiçbirini ayırmayız, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş sanadır dediler” ifadesinden kadere iman zikredilmemiştir. Keza, Bakara 177, Nisa 136’ıncı ayetlerde diğer beş iman konusuyla birlikte zikredilmemiştir. Ancak, Kamer 49’da, “Biz her şeyi bir kader ile yarattık” (Kamer, 49) ayetiyle kadere iman edilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır.

İslâm dini, toplumu sosyolojik ve psikolojik olarak hazırlamak ve uygun ortamı oluşturmak için tedrici bir metotla hareket etmiş, hükümlerin karara bağlanmasını belirli aşamalardan geçirmiştir. İşte, faizin haram kılınışı ile içki ve kumarın haram kılınışı bu şekilde aşamalıdır:

Birinci aşamada, zekâtın Allah katında değerli olduğu, faizin ise Allah katında artmadığı anlatılarak, “İnsanların malları için de artsın diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka (zekât) böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır” (Rum Suresi, 39) buyrulmuştur.

İkinci aşamada, faiz yiyen Yahudilerin, Allah’ın (C.C.) lanet ve gazabına uğratıldıkları, “Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık.

İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık” (Nisa, 160-161) hatırlatılmış; üçüncü aşamada, “Ey iman edenler, kat kat arttırılmış ribâyı (faizi) yemeyin. Allah’tan korkun, ta ki kurtuluşa eresiniz” (Al-i İmran, 130) ayetiyle yüksek faiz yasaklanmıştır.

Dördüncü aşamada ise, faiz tamamen haram kılınmış ve faiz alan kişinin Allah’a ve Resulüne savaş açtığı vurgulanarak şöyle buyrulmuştur:

“Ey müminler, Allah’tan korkun ve (cahiliyette işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın (almayın), eğer gerçek müminler iseniz. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Resulüne savaş açtığınızı bilin. Eğer tövbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece siz ne başkalarına haksızlık etmiş olursunuz, ne de başkaları size haksızlık etmiş olur” (Bakara, 278-279). Yine Kur’an-ı Kerim’de faiz yiyenlerin “ahiret gününde şeytanın çarptığı kimseler gibi kalkacakları, cehennemde de ebedi/süresiz kalacakları” anlatılmıştır (Bakara, 275).

İçkinin yasak edilmesi de böyledir. Bakara 219’da birinci aşamada, “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar: De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür” buyrulmuş, ikinci aşamada, “Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinciye kadar namaza yaklaşmayınız” (Nisa, 43) ayetiyle sınırlama getirilmiştir. Üçüncü aşamada ise, “Ey İman edenler, içki, kumar, dikili taşlar, fal okları, ancak şeytanın işi birer murdardır. Onun için bunlardan sakının ki muradınıza eresiniz” (Maide, 90) ayetiyle hükme bağlanmıştır. Gerek faizin, gerekse içkinin haram kılınışındaki bu tedrici metot, Rabbimizin sosyal hastalıkları nasıl tedavi ettiğinin en güzel örnekleridir.

Bu sistematik Kur’an-ı Kerim’deki birçok emir ve yasak için böyledir. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerim, insanları İslam’a çağırırken, toplumun ıslahı için çare ve çözümler sunarken, insanların faydasına muhtevi hükümler koyarken; Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Kur’an-ı Kerim’i insanlara açıklarken, insanların hem bu dünyalarını hem de ahiretlerini kurtaracak reçeteyi sunarken belirli bir metot ve sistem dâhilinde hareket etmiştir. İslâm dini, toplumu sosyolojik ve psikolojik olarak hazırlamak ve uygun ortamı oluşturmak için tedrici bir metotla hareket etmiş, hükümlerin karara bağlanmasını belirli aşamalardan geçirmiştir.

Siyami Akyel.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5764
Ynt: Kuran'ın Sistematiğini Doğru Anlamak 2
« Yanıtla #1 : Ağustos 30, 2021, 08:15:15 ÖÖ »
Kur’an’ın sistematiğini doğru anlamak  2

Kur’an-ı Kerim, İslâm dininin genel hükümlerini ihtiva eder, cüzi konulara ise çok az değinir ve tüm insanlar için bir düstur ve anayasa mesabesindedir. Malumat kitabı değil, kanun ve kural kitabıdır; özdür. Bu sebeple mûcezdir. O’nun icazı gereği tafsilatını anlatacak bir müfessire ihtiyaç vardır. Kur’an ana çizgileri, ana kuralları koymuş, bunun açıklamasını ve uygulanabilirliğini göstermeyi Peygamber Efendimize (S.A.V.) bırakmıştır.

Allah-u Teâlâ, Hz. Peygambere (S.A.V.) Kur’an-ı Kerim’i vahyedip, tebliğ etmesini, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanların şerrinden korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” (Maide, 67) emrettikten sonra, açıklama yetkisini de verdiğini, “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 44) ayetiyle bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamberin (S.A.V.) Kur’an-ı Kerim’i “tebliğ” ile birlikte “tebyin” yani açıklama yetki ve görevi de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Biz kitabı (Kur’an’ı) sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri hususu açıklayasın ve onu iman eden bir millete doğru yolu gösterici, rahmet sunucu olsun diye indirdik” (Nahl, 64) buyrulmaktadır.

Peygamber Efendimizin (S.A.V.) görevi sadece “tebliğ” ve “tebyin”le de sınırlı değildir. Kur’an-ı Kerim’in pratik olarak uygulamak ve uygulanabilirliğini göstermek de görevidir. Tebliğ, tebyin ve pratik olarak uygulama hedeflendiğinden insanların içinden seçilmiş elçiler vasıtasıyla Allah-u Teâlâ, emir ve yasaklarını bildirmektedir. Müşrikler melek değil de neden insandan bir peygamber gönderildiğini sormuşlar, Allah-u Teâlâ da, “Yeryüzünde gezenler, melek olsaydı, biz de onlara peygamber olarak bir melek gönderirdik” (İsra, 95) buyurmuştur. Yani, insanoğluna kendi cinsinden bir peygamber göndererek aslında gerek tebliği, gerek tebyini, gerekse pratik uygulamayı gösterme imkânı sunmuştur.

Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimize (S.A.V.) tebliğ, tebyin ve uygulamada başarılı olabilmesi için kitapla birlikte üstün zekânın yanında ilim ve hikmeti de vermiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Daha önce sapıklık içinde olsalar da, onlara ayetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin…” (Cuma, 2). Yine İbrahim ve İsmail’in (A.S.) duasında da buna dikkat çekilerek şöyle buyrulmuştur: “Ey Rabbimiz, bir de onlara kendilerinden bir peygamber gönder de, senin ayetlerini onlara okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin. Onları tüm kötülüklerden arındırsın. Sen Aziz ve Hâkim’sin” (Bakara, 129). Buradan anlaşılan şudur: Bir kimse Kur’an-ı Kerim’i Peygamber Efendimize (S.A.V.) başvurmadan, O’nu rehber etmeden anlayamaz, tefsir edemez. Kaldı ki, sadece peygamberlerde bulunan “hikmet”ten yoksun bir anlayış ve tefsirin hiçbir ihtiyaca cevap vermesi mümkün değildir.

Eğer Kur’an-ı Kerim, açıklanmaya ihtiyaç duyulmayan bir kitap olsaydı, Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’i hepimizin kalbine ilham edebilir, ezberletebilir ve anlayışınıza göre uygulayın diyebilirdi. Hatta Kur’an-ı Kerim’i konu başlıklarına göre düzenleyip, sistematik bir şekilde detaylı anlatımla, gerekirse şekillerle, teknolojinin gelişimini bildiği için sesli ve görüntülü şekilde bize ulaştırabilirdi. Böyle yapmadı. İçimizden en mükemmel insanı seçerek O’na vahyi öğretti.


Çünkü peygamberlerin seçimi tamamen yaratıcının tercihine bağlıdır; dilediğini seçer. Kur’an-ı Kerim’de bunun için, “İşte bu (peygamberlik), Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah çok büyük ihsan sahibidir” (Cuma, 4) buyrulmaktadır.

Allah-u Teâlâ’nın kullarıyla iletişim kurmak için seçtiği özel kulları olan peygamberlerin, İlâhî mesajı alması vahiyledir. Allah (C.C.), beşerle doğrudan konuşmaz. O’nun beşerle konuşması vahiy yoluyla, özel koşullarda ve özel kullarına mesajını iletmesiyle gerçekleşir. Peygamberlerin vahye muhatap olması bazen ilham yoluyla bazen de perde arkasından gerçekleşir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ’nın insanla doğrudan iletişim kurmadığı ancak vahiy yoluyla yani peygamberleri aracılığıyla mesajını ilettiği şöyle anlatılmaktadır: “Allah, bir insanla (doğrudan) konuşmaz, ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Şura, 51).

Sözün özü, Allah-u Teâlâ bizlerle iletişimi doğrudan değil peygamberler üzerinden kurmaktadır. Bizi peygamberlerin önderliğinde istediği istikamete yani bezm-i elestte verdiğimiz söze sahip çıkmaya çağırmaktadır. Vahiyde direkt muhatap alınmayan insanın Kur’an-ı Kerim’in “mübin/açık” olduğu iddiasıyla kendisine Kur’an’ı açıklama misyonu yüklemesi ilginçtir. Üstelik vahyi alan, tebliğ eden ve tebyin yani açıklamakla görevli Hz. Muhammed Aleyhisselam’ı devre dışı bırakarak. Bu ne büyük cehalet, ne büyük hadsizliktir.

Siyami Akyel.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5764
Ynt: Kuran'ın Sistematiğini Doğru Anlamak 2
« Yanıtla #2 : Eylül 13, 2021, 09:47:04 ÖÖ »
Kur’an’ın Sistematiğini Doğru Anlamak   2

Kur’an-ı Kerim, İslâm dininin genel hükümlerini ihtiva eder, cüzi konulara ise çok az değinir ve tüm insanlar için bir düstur ve anayasa mesabesindedir. Malumat kitabı değil, kanun ve kural kitabıdır; özdür. Bu sebeple mûcezdir. O’nun icazı gereği tafsilatını anlatacak bir müfessire ihtiyaç vardır. Kur’an ana çizgileri, ana kuralları koymuş, bunun açıklamasını ve uygulanabilirliğini göstermeyi Peygamber Efendimize (S.A.V.) bırakmıştır.

Allah-u Teâlâ, Hz. Peygambere (S.A.V.) Kur’an-ı Kerim’i vahyedip, tebliğ etmesini, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanların şerrinden korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” (Maide, 67) emrettikten sonra, açıklama yetkisini de verdiğini, “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 44) ayetiyle bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamberin (S.A.V.) Kur’an-ı Kerim’i “tebliğ” ile birlikte “tebyin” yani açıklama yetki ve görevi de vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Biz kitabı (Kur’an’ı) sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri hususu açıklayasın ve onu iman eden bir millete doğru yolu gösterici, rahmet sunucu olsun diye indirdik” (Nahl, 64) buyrulmaktadır.

Peygamber Efendimizin (S.A.V.) görevi sadece “tebliğ” ve “tebyin”le de sınırlı değildir. Kur’an-ı Kerim’in pratik olarak uygulamak ve uygulanabilirliğini göstermek de görevidir. Tebliğ, tebyin ve pratik olarak uygulama hedeflendiğinden insanların içinden seçilmiş elçiler vasıtasıyla Allah-u Teâlâ, emir ve yasaklarını bildirmektedir. Müşrikler melek değil de neden insandan bir peygamber gönderildiğini sormuşlar, Allah-u Teâlâ da, “Yeryüzünde gezenler, melek olsaydı, biz de onlara peygamber olarak bir melek gönderirdik” (İsra, 95) buyurmuştur. Yani, insanoğluna kendi cinsinden bir peygamber göndererek aslında gerek tebliği, gerek tebyini, gerekse pratik uygulamayı gösterme imkânı sunmuştur.

Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimize (S.A.V.) tebliğ, tebyin ve uygulamada başarılı olabilmesi için kitapla birlikte üstün zekânın yanında ilim ve hikmeti de vermiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Daha önce sapıklık içinde olsalar da, onlara ayetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin…” (Cuma, 2). Yine İbrahim ve İsmail’in (A.S.) duasında da buna dikkat çekilerek şöyle buyrulmuştur: “Ey Rabbimiz, bir de onlara kendilerinden bir peygamber gönder de, senin ayetlerini onlara okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin. Onları tüm kötülüklerden arındırsın.

Sen Aziz ve Hâkim’sin” (Bakara, 129). Buradan anlaşılan şudur: Bir kimse Kur’an-ı Kerim’i Peygamber Efendimize (S.A.V.) başvurmadan, O’nu rehber etmeden anlayamaz, tefsir edemez. Kaldı ki, sadece peygamberlerde bulunan “hikmet”ten yoksun bir anlayış ve tefsirin hiçbir ihtiyaca cevap vermesi mümkün değildir.

Eğer Kur’an-ı Kerim, açıklanmaya ihtiyaç duyulmayan bir kitap olsaydı, Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’i hepimizin kalbine ilham edebilir, ezberletebilir ve anlayışınıza göre uygulayın diyebilirdi. Hatta Kur’an-ı Kerim’i konu başlıklarına göre düzenleyip, sistematik bir şekilde detaylı anlatımla, gerekirse şekillerle, teknolojinin gelişimini bildiği için sesli ve görüntülü şekilde bize ulaştırabilirdi. Böyle yapmadı. İçimizden en mükemmel insanı seçerek O’na vahyi öğretti. Çünkü peygamberlerin seçimi tamamen yaratıcının tercihine bağlıdır; dilediğini seçer. Kur’an-ı Kerim’de bunun için, “İşte bu (peygamberlik), Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah çok büyük ihsan sahibidir” (Cuma, 4) buyrulmaktadır.

Allah-u Teâlâ’nın kullarıyla iletişim kurmak için seçtiği özel kulları olan peygamberlerin, İlâhî mesajı alması vahiyledir. Allah (C.C.), beşerle doğrudan konuşmaz.

O’nun beşerle konuşması vahiy yoluyla, özel koşullarda ve özel kullarına mesajını iletmesiyle gerçekleşir. Peygamberlerin vahye muhatap olması bazen ilham yoluyla bazen de perde arkasından gerçekleşir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ’nın insanla doğrudan iletişim kurmadığı ancak vahiy yoluyla yani peygamberleri aracılığıyla mesajını ilettiği şöyle anlatılmaktadır: “Allah, bir insanla (doğrudan) konuşmaz, ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Şura, 51).

Sözün özü, Allah-u Teâlâ bizlerle iletişimi doğrudan değil peygamberler üzerinden kurmaktadır. Bizi peygamberlerin önderliğinde istediği istikamete yani bezm-i elestte verdiğimiz söze sahip çıkmaya çağırmaktadır. Vahiyde direkt muhatap alınmayan insanın Kur’an-ı Kerim’in “mübin/açık” olduğu iddiasıyla kendisine Kur’an’ı açıklama misyonu yüklemesi ilginçtir.

 Üstelik vahyi alan, tebliğ eden ve tebyin yani açıklamakla görevli Hz. Muhammed Aleyhisselam’ı devre dışı bırakarak. Bu ne büyük cehalet, ne büyük hadsizliktir.

Siyami Akyel.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41