Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
C - Ç / Cemal Kuru - Ağlayu Ağlayu 320 kbps + Flac
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:09:34 ÖÖ »


2013 - Cemal Kuru - Ağlayu Ağlayu 3'= + Flac (7 / 33:28)
------------------------------------------------------------------------
Cemal Kuru - 01 Eylül Ekim Kasım Gel Aralık  04:32
Cemal Kuru - 02 Ben Rabbime Gideceğim  05:10
Cemal Kuru - 03 Ağlayu Ağlayu  03:05
Cemal Kuru - 04 Cehennemin İlk Gecesi  05:40
Cemal Kuru - 05 Kul Hakkı İle Gelme  04:44
Cemal Kuru - 06 İslam Ordusu  07:31
Cemal Kuru - 07 Bir Göçüp Gideceksin  02:42




Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap



Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2


Kendimize Gelelim! Özümüze Dönelim sabır ve Şükrü Hayatımıza Yerleştirelim

Ahlaksız ve manasız “Cinnet uygarlığı”nın krizden krize sürüklediği insanlığı bu krizden kim kurtaracak?

Teknolojinin, paranın, şanın, şöhretin, şehvetin insanlığın dengesini bozduğu asrımızda yerinden koparılan değerleri yerine kim koyacak? Toprağın yerini ziftin ve betonun aldığı bir çevreye rengini kim verecek? Ailelerin dağılmaya yüz tuttuğu, içkinin, kumarın, fuhşun alabildiğine yayıldığı bir devirde “Durun kalabalıklar!” diye kim haykıracak?

“Tuz koktu” dedirten bir dünya, zeminin kaydığı bir dünya… Her şeyin hercümerc içinde olduğu bir dünya. Kadının teşhir metaı olarak görüldüğü bir dünya.

Mehmet Akif’in “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” dediği bir dünyada yaşıyoruz.

Her denge anormalliği, tıbben hastalık değildir. Bunu yapanlar, anormal insanlar; ama hasta değil, akıl hastası değil. Bunlar düşünce hastası. Hastalıklı düşüncelerin tutsağı olmuş insanlar. “Düşünce hastası” tabirindeki hastalık kelimesi tıbbî bir anlam içermiyor, sadece bir anormalliği vurguluyor. Düşünce hastasının tedavisi, tıpla ilaçla yapılmaz. Özenmeler, binalardaki su kaçağı gibi yavaş yavaş yayılıyor. İddia ile söylüyorum ki, toplumumuzda “şiddet” akıl almaz boyutlarda, çeşitli tezahür biçimleriyle yayılıyor. “Gençlik” görüntüsü, adeta bir potansiyel tehlike sembolü haline geldi.

Anormallikte ölçü olmaz. Anormallikten normal insanlar korkar, duygularında sınır yok; şartları elverişli gördüğünde, her şeyi yapabilir. Şuur, vicdan, inanç; bir tevil ve nisyan perdesinin ardında kalmış, devrede değil. Düşünürken onlardan hiçbir etki almıyor. Onları devrede tutan duyarlılık özellikleri silinmiş, kazınmış. Dokunma duyusu kaybolunca insan nasıl sıcağı soğuğu fark etmez ise, sorumluluk duygusu tamamen kaybolmuş bir insan da iyi ile kötü arasında “kalbî-vicdanî” bir fark görmemeye başlar. Ceza görmeyeceğini düşünürse, yapmayacağı şey yoktur.

Cezayı taşıyabileceğini düşünürse de yapmayacağı şey yoktur. (İdam cezasını tamamen kaldırmak bunun için yanlıştır.) Bu olay bireysel, bölgesel, töresel bir hal değil. Bu olayda, toplumsal beşerî yapımızla ilgili çok vahim ve çok kahredici bir alarm sesi var.

Olayları objektif, ilmî ve tarafsız tahlil etme imkanını bile bırakmıyorlar. Peşin hükmün, tahakkümün, ideolojinin hâkim olduğu bir ortamda sıhhatli düşünüp doğru teşhis koyup bu teşhis doğrultusunda tedaviye başlanabilir mi? Hâlâ ilerici-gerici tartışmaları sürülüyor.

Bu durumda hastalık da ilerler, yangın da düşman da…Hastalığı-yangını-düşmanı ilerletenler ilerici, geriletenler gerici midir? İçinde yaşanılan zamanı savunmak manasına gelen çağdaşlığın-çağdaşlaşmanın neresi ilericiliktir? Uçuruma doğru ilerleyene ilerici, onu geriye çekmek isteyene gerici; bugün bozulmuş olanı savunana ilerici, onun dünkü sıhhatini benimseyene gerici denilebilir mi? ‘Kendimize gelelim, özümüze dönelim’ demek bile suç.

Her şeyin aksiyonu olur. Ahlâksızlığın-sorumsuzluğun-zulmün-vahşetin-zulmetin de aksiyonu olur. Öyle bir aksiyona tepki göstermek elbette ki müsbet bir mana taşır. En basit bir mantık kaidesidir ki; iyiye tepki göstermek kötü, kötüye tepki göstermek iyidir.

Her şeyden kaçan bir toplum haline geldik. Hastadan kaç, sana hastalığı hatırlatır. Muhtaçtan kaç, sana külfet yükler. Duygudan kaç, acı verir. Düşünceden kaç, sıkıntı getirir. Maziden kaç, şimdiki halinden utandırır.

Vefasızlığa, sevgisizliğe, sorumsuzluğa, basitliğe, ilkelliğe, maddeye, zamansızlığa, gaflete, medeniyetin uyuşturucularına doğru kaç. Unuta unuta, sıfırlaya sıfırlaya, devire devire, yabanlaşa yabanlaşa, köleliğe doğru kaç. Peki, bu kaçış nereye? Kaybolan/kaybedilen değerlerimizle yerine konulan ‘hız-haz-hırs’ üçgeninde yaşatılan insanımızın durumu.

Hayatımızda düşünceye, duyguya, sorumluluğa, sevgiye saygıya, itidale, insafa vicdana utanmaya yer vermeyen bir yapı oluşturuldu. Başına ne geleceğini/getirileceğini düşünmeyen bir yapı. Bilgisayar teknolojisinin âlet ve edevatları, maddi imkânlarımızın artmış olması bu gerçeği ne değiştirebilir ne de telafi edebilir. Ruhun “aleyhine” olan maddenin ve bedenin “lehine” olur mu hiç? Fakat maddenin lehineymiş gibi görünen ifratların ruhen aleyhine işlediği ve mutsuzluk getirdiği açıktır. O hâlde akıl neyi gerektirir? İkisinin de lehine olan dengeyi mi, ikisinin de aleyhine olan dengesizliği mi?

Uğraşırsınız, didinirsiniz, bir de bakarsınız ki insanlığınız azalmış! “Nasıl azaldı insanlığımız” diye de hayrete düşersiniz. Besleyemediğinizi, hatta “dengeli” besleyemediğinizi ne koruyabilirsiniz ne de geliştirebilirsiniz. İlk sebep ve hata bu hususla ilgilidir.

İnsanın, insan ruhunun, beslenmeye ihtiyacı var. Bütünlüğü dikkate alan dengeli bir beslenmeye. Bunu varlığınızı geliştirirken de gözetmelisiniz, devam ederken de varlığınızı koruyup geliştirirken de.

“İnsanların en hayırlısı, insanlığa faydalı olandır.” Hayat prensibini unutmadan. Kendimize gelelim, özümüze dönelim. Sabır ve şükrü hayatımıza yerleştirelim.

İslam; insanın, hayatın ve hakikatin bütünlüğünü anlatır ve “düşününüz, tefekkür ediniz, tezekkür ediniz” der. Ama biz düşünmeyiz! Tekrarlarla tekerrürlerle, tepkiselliklerle, hayatı ve ömrümüzü daraltarak güya yoğunlaşmaya çalışırız Kendi içimizi, ruhumuzu, aklımızı, bütünlüğümüzü murakabe etmeye, yoklamaya, ışıklandırmaya cesaretimiz yok. Hâlbuki İslam’ın “düşünce, bütünlük şuuru ve sevgi” beraberliğinden oluşan ve hayatı “akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim” olgunluğu içinde yaşamamızı öngören temel izahını içselleştirmek en büyük ihtiyacımız, anlatmak ise en büyük görevimizdir.

İnsanımızın İslam’ın ışığından faydalanmalarını sağlama amacına yönelik sunuşlarımız bu dünyayı değiştirebilir.

Yardım etme görevimizi atlarsak, yardıma muhtaç olma çaresizliklerinden kurtulamayacağımızı da bilmeliyiz. Şu ayetin meali ile bitireyim.

“İnsanları, Allah’a kulluk ve ibadete, Allah yoluna davet eden, teşvik eden, sevkeden, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarını, İslâmî düzeni hayata geçiren, iş barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün bollaşmasını sağlayan, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olan, cârî-kalıcı hayırlar-sâlih ameller işleyen: “Ben de İslâm’ı yaşayan Müslümanlardan biriyim” diyen, sorumluluk şuuruyla görevini yerine getiren kimseden, Müslümandan daha güzel, daha doğru sözlü kim olabilir?” (41 Fussilet 33)

Yaşar Değirmenci.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Süleyman Gülek / İman İbadet ve Güzel ahlaka Önem Vermeli
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:53:44 ÖÖ »


İman İbadet ve Güzel ahlaka Önem Vermeli

İslâm’da ilk önce iman gelir. Çünkü iman, her Müslümanın öncelikle sahip olması gereken bir özelliktir. Zaten insanın yaratılış gayesi, Allah’ı tanımak, inanmak, O’nu sevmek ve O’na kul olmaktır. Yüce Allah “Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp (hesap vermek için) getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mü’minun, 23/115) âyetinde insanların belli bir amaç üzere yaratıldıklarını bildirmiştir. Allah Teâlâ insanları en iyi ve en güzel şekilde yaratmış ve dünyadaki her şeyi de onlar için var etmiştir: “O (Allah) ki, yeryü­zünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara, 2/29)

 Yeryüzündeki her şey insanlar için, insanlar da Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu gerçeği Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir:

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye ya­rattım.” (Zâriyât, 51/56)

Allah'a kulluk yapmak için yaratılan insanlar, bu kulluk görevlerini yapıp-yapmamakla imtihan oluyor.

Dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunu, dünyayı ve insanları yoktan var eden Yüce Rabbimiz şöyle ifade etmektedir: “O (Allah) hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.”

(Mülk, 67/2) Ayetten de açıkça görüldüğü gibi, dünya hayatı insanlar için bir imtihandan ibarettir.

 İmtihan ilk insanla başlamışır ve son insana kadar devam edecektir. Akıllı olup buluğa eren herkes için imtihan başlamıştır. Bundan kaçmanın ve kurtulmanın imkânı yoktur. Kimseye haksızlik edilmez. İyilik yapan da kötülük yapan da karşılığını eksiksiz görecektir. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “O gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”

(Tekâsür, 102/8); “Ve siz, mutlaka (dünyada) yaptığınız şeylerden sorumlu tutulacaksı­nız.” (Nahl, 16/93);

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzal, 99/7-8)

İslâm dini genel olarak; inanç, ibadet ve ahlâk olmak üzere üç alandan oluşur. “Allah sevgisi” imanın göstergesidir.

İman ebedi mutluluk yeri olan cennetin anahtarıdır.

İman etmek, mutluluğa ermektir. İman, dünya zorluklarına karşı, insanın tek güvencesi, umudu ve sevincidir. İman, insanı sadakat ile Allah'a bağlayan ve yaşanan hayatı İslâm'a ayarlayan en üstün değerdir.

İman, insanı yalnızlıktan, boşlukta kalmaktan kurtarır.

İmanlı mü’min, sorumluluklarının bilincine sahip insandır. Çünkü inanan insan, bir gün Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine inandığı için, Allah’a ve insanlara karşı olan görevlerini ve sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmeye çalışır.

Kul hakkı yememeye çok dikkat eder. Sözlerinde ve davranışlarında ölçülü olur. Her türlü aşırılıktan sakınır.

Ailesine, çevresine, tüm insanlara ve hatta hayvanlara karşı şefkat ve merhamet gösterir. İyilik yapanların mükâfatını göreceğine, kötülük edenlerin de cezasını çekeceğine kesinlikle inanır.

 Dolayısıyla Müslümanın en değerli şeyi imanıdır. Zira insan dünyada huzur ve saadete, âhirette ebedi mutluluğa ancak imanla kavuşabilir. İman itaat ister.

İmanın gereği Allah’a ve Rasûlüne itaat et­mektir.

Rabbimiz Allah bu itaati bizlere emretmektedir:

“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldık­ları zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte felâha (mutluluğa)  kavuşanlar bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse ve Allah’tan korkup emirlerine uygun yaşarsa (iman, ibadet ve güzel ahlak sahibi olursa) ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.” (Nûr, 24/51-52) İslâm dininin temeli Allah’a ve Rasûlü’ne itaat esasına dayan­maktadır.  Yüce Allah şöyle buyurur: “İman etmiş olarak, kadın-erkek kim sâlih amel işlerse ona (dünya ve ahirette) güzel bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl, 16/97); “Kim sâlih amel (iyi işler) yaparsa kendi lehine, kim de kötü amel işlerse kendi aleyhinedir (zararınadır).” (Fussilet, 41/46)

Allah Teâlâ’nın rızası gözetilerek, O’nun emrine uygun olarak yapılan işler sâlih ameldir. Bir Müslümanın imanını sâlih amellerle bütünleştirmesi, bütün dav­ranışlarını güzelleştirmesi, İslâm’a uygun hale getirmesi gerekir. İnsanlara faydalı olmak, onlara her türlü iyilik ve yardımda bulunmak, insanlarla iyi geçinmek, onlara güzel davranmak, yararlı olmak da sâlih ameldir. Her Müslümanın, imanını sâlih amellerle ibadet anlayışı içerisinde bütünleştirerek bütün davranışlarını güzelleştirmesi ve iyi ahlâk sahibi olması gerekir.

Bize düşen bu fâni dünyanın geçici malına, mülküne, makamına, mevkisine, keyfine, zevkine aldanmayıp Allah’a iyi kul olmaya çalışmaktır. İçki, kumar, zina, faiz, haksızlık, ahlaksızlık, hırsızlık, rüşvet gibi haram olan şeylerden de sakınmakır. Yüce Allah şöyle buyurur:

“Asıl hayat (dünya hayatı değil) âhiret hayatı; işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64) Bu gerçeği bilenler; huzuru ve mutluluğu İslâm’a aykırı olan şeylerde değil, İslâmî anlayış ve yaşayışta ararlar, onun gereği ne ise onu yaparlar ve böylece dünya ve âhirette mutlu ve huzurlu olurlar.

İman zorunlu olarak ibadeti, iman ve ibadet de güzel ahlâk sahibi olmayı gerektirir. Bu nedenle bir Müslüman dünya ve ahirette huzur içersinde olmak istiyorsa iman, ibadet ve güzel ahlaka önem vermeli  ve İslâmî anlayış ve yaşayış üzere olmaya özen göstermelidir!

Süleyman Gülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Zekat / Zekât İslam’ın 5 Şartından Biridir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:42:49 ÖÖ »


Zekât İslam’ın 5 Şartından Biridir

Resulü Efendimiz (S.A.V.) buyuruyor

“Bir insan Allah’a (C.C.) iman ettikten sonra küfürden tövbe ederek başta kelime-i şehadet getirmesi sonra namazını doğru kılması sonrasında ise zekâtını vermesi gerekir.”

Cenab-ı Hakk’ın 3’üncü olarak emri zekâttır. Zekât, İslam’ın 5 şartından birisidir. Zekâtın farz oluşu Ku’ran-ı Kerim, Efendimizin (S.A.V.) sünnetleri, icmâ ve makul iledir. Kur’an-ı Kerim’in 37 farklı yerinde zekât ile ilgili ayet-i celile geçer. Buradan anladığımız, Rabbimizin bizlere yapmamızı emrettiği bir ibadettir zekât. Zekât artmak demektir. Temizlemek anlamına da gelir.

Zekâtınızı verirseniz malınız artar. Verilen zekât aynı zamanda günahlarınızdan sizi temizler.

EFENDİMİZİN (S.A.V.) ZEKÂT İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLERİ

Efendimiz (S.A.V.) buyuruyor: “İslam beş esas üzerine kurulmuştur. Birincisi şehadettir ki Allah’tan (C.C.) başka ilah yoktur. Muhammed (S.A.V.) onun resulü olduğuna gözüyle görüyor gibi inanmak. İkincisi namazı dosdoğru ve her zaman kılmak. Üçüncüsü zekâtı vermek. Dördüncüsü Ramazan ayında orucu tutmak.

Beşincisi yol bakımından gitmeye gücü yetene hacca gitmek.” Bu hadis-i şerifte beyan edildiği üzere zekât Allah (C.C.) bizlere İslam’ın şartı olarak emrettiği üçüncü emirdir. Resulü Müctebâ Efendimiz (SAV) bir başka hadis-i şerifinde buyuruyor: “Rabbinize ibadet edin, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan ayında orucunuzu tutun, Rabbinizin evi Kâbe-i Muazzama’yı tavaf edin ve mallarınızın zekâtını verin. Bunları isteyerek yaparsanız Allah’ın (C.C.) cennetine girersiniz.” Zekât ayet-i kerimeler ve böyle hadis-i şeriflerle sabit olup icmâ ile de sabit olan bir ibadettir. Zekâtı verirken usullere dikkat etmemiz gerekiyor. 

ZEKÂTI KİM VERECEK VE ZEKÂT KİMLERE VERİLECEK?

Zekâtı Müslüman olan, aklı başında olan ve zengin olan vermesi gerekir. Zekât sadece fakir Müslüman’a verilir.

Su kuyusu yaptırmak, cam-i şerif yaptırmak veyahut yol yaptırmak bunlar zekât yerine geçmez bunlara sadak-i cariye denir. Zekâtın şer’an tayin edildiği şekilde tarifi: “Malın bir kısmını fakir Müslüman’a temlik etmektir.”

Bu tarif çok önemlidir. Şimdi görüyoruz televizyonlardan ya da farklı platformlardan hayır işliyoruz diye fakir ülkelerin insanlarına bilhassa Afrika’ya zekâtlar topluyorlar. Bu yapılan güzel, yalnız şöyle bir husus var. Zekâtın gerekçelerinde yazan, usul-ü füruya verilemez. Yani babaya, anneye, çocuğa ve toruna zekât verilemez. Lakin ilk başta ihtiyacı var ise kardeşine vermen gerekir. Kardeşin fakir değil, akrabanda fakir yok, komşuna vereceksin. İlk olarak sana yakından başlayacaksın. Kardeşin fakir iken komşun fakir iken Afrika fakirine zekât vereyim. Afrika’ya yardım etmek istiyorsanız sadaka niyetiyle verin. Böyle bir şey usule aykırıdır. Yukarda şer’an tayin edildiği şekli yazmıştık. Cümlede “temlik” kelimesi var.

Temlik demek şer’i hükümlere göre zekâtını verdiğin kişiye malı devretmektir. Yani zekâtı verdiğin kişi, verdiğin malı kendi malı gibi istediği gibi yiyebilir, içebilir veya istediği başka bir kimseye verebilir demektir.

ZEKÂT İÇİN KASTEDİLEN ZENGİNLİK NEDİR?

Zekât kazanç sağlayıcı nitelikte mala sahip olan yani nisap miktarı mala sahip olan kimselere farzdır. Nisap miktarı nedir? Nisap miktarı ne kadar mala tekabül eder. Bu miktar altında 80,18, gr. devede 5, sığırda 30, koyunda veya keçide 40 adet olarak belirlenmiştir. Günümüz şartlarında maddi olarak bu verilen ölçülerden herhangi birine uygun malı olan Müslüman’a zekât farz kılınmıştır.

Prof. Dr. Cevat Akşit.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Nihat Hatipoğlu / Sosyal Medya Kirliliğine Dikkat
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:32:05 ÖÖ »


Sosyal Medya Kirliliğine Dikkat

Sosyal medyayı manipüle edenler dâhil hiç kimse sosyal medyanın kirleten ve kirlenen yüzünden memnun değil.

Kirletenler de günün birinde mutlaka kirleniyor bu döngüden. Bumerang gibi çirkin şablonlar gelip yüzlerine çarpıyor. "Sen kirlettiğinden daha kirli ve çirkinsin" diyor adeta. Sosyal medyayı kullananlar birkaç çeşittir.

1-   Normal bir haberleşme ve bilgi ağı olarak sosyal medya platformunu kullananlar. Bunlar iyi niyetli kişilerdir.

2- Sosyal medyayı ideolojik bir iletişim formu olarak kullanan kişiler. Bunların bir inanç, felsefe veya dini algıları, niyetleri, hatta hassasiyetleri vardır.

3- Bu grup ise hiçbir kutsalı, kırmızı çizgisi, saygın karakteri olmayanların oluşturduğu ilkesizler grubudur.

Bunlar sosyal medyayı inançsızlık, din düşmanlığı, kaos, fitne, algı, şantaj ve daha ne kadar çirkin hedef varsa bu amaçla kullanıyorlar. Her bir internet hesabını açtığınızda bunları görürsünüz.

Yalan, dolan ve daha nice olumsuzluğu bunlar kendilerine meşru görürler. Zira bunların Allah, din, iman ve ahiret konusunda da bir endişeleri yoktur. Bunlar menfaatlerine göre inançlarını dizayn ederler. Ama kendilerini sizden daha dindar sayarlar. Hatta her gün gelir size din öğretirler. Bunlar algı, fitne, iftira, yalan, kaos, çatışma ve daha ne kadar zararlı unsur varsa dinimizin tam merkezindeler. Bunu da bilerek yaparlar. Son yıllarda ise bunların sayısı hayli çoğaldı.

KİRLİLİKTEN KURTULUŞUN YOLU

Bilgi soslu bu kandırmacılığı nasıl etkisiz hale getirebiliriz. Özellikle gençlerimizi bu hususlarda uyarmalıyız. Bu hususta atmamız gereken adımlar var. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

HABERİN KAYNAĞINI ETÜT ET

Kuran herhangi bir haber servis edildiğinde haberin kaynağını ve haber getireni inceleyin diyor. Hucurat Suresi 6. ayet bu hususta elimizde önemli bir anahtar veriyor. Ayet şöyle: "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın."

Ayet, bizlere "Haberi getirenin kişiliğine ve karakterine bakın" diyor. Eğer karakteri bozuk, art niyetli biriyse onun haberini önemsemeyin, kadraja almayın, yok sayın. Gelen haber hangi amaçla servis edildi, kimin yararına, kimin zararına, kaos içeriyorsa bu kaos kimin yararına bütün bunların hepsini gözden geçirin. Aksi takdirde günahı olmayan, masum birilerini zarara sokarsınız da sonra pişman olursunuz. Sözü getirenin karakteri bozuk ise yani "fasık" ise haberi ihtiyatla karşılayın ve oyuna gelmeyin.

Bu metot İslam'ın her hadisede öngördüğü metottur. Spordan dine, kültürden mal satışına kadar her şeyde ölçü budur.

DEDİKODUYA KULAK VERME

Herhangi bir dedikoduyu, fitneyi, yalanı, ikiliği, kaosu, düşmanlığı yayan, onu ortaya koyanla aynı günaha ortaktır. Zira dedikodu, söz taşıma, yalan, itham birer kul hakkıdır. "Ben böyle duydum; başkasının yalanına, fitnesine bilmeden ortak olmuşum" sözü bir mazeret değildir. Nitekim Allah her kula akıl vermiştir. "İnsanın her duyduğunu yayması, ona günah olarak yeter" diyor Sevgili Peygamberimiz. Nice aileler boş konuşanlar yüzünden dağılmıyor mu?

AYRIMCILIK YAPANA BAK

Toplumda sosyal medya aracılığıyla yalan hesaplardan, kaçak yollarla kaos, düşmanlık, mezhep, meşrep, dil, bölge ayrımcılığı yapanlara bakın. Düşmanın okları nereye gidiyorsa, oranın doğru yolda olduğunu bilin.

BİLMEDİĞİN KONUDA KONUŞMA

İsra Suresi'nin 36. ayeti şöyle buyuruyor: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."

GIYBET OLAN YERDEN UZAKLAŞ

Hucurat Suresi'nin 12. ayeti, gıybeti "ölü insan etini yemek" olarak nitelendirir. Onun için herhangi bir ortamda birinin gıybeti yapılıyorsa, dedikodusu yapılan bu kişi inançsız veya gayrimüslim biri de olsa orayı hemen terk edin. En azından oradaki günaha dalmamış olursunuz.

Nitekim büyük âlimler, kâmil insanlar böyle yaptılar. Hiçbir Müslüman'ın gıybetine prim vermediler. Ya orayı terk ettiler ya da konuşanı susturdular.

DUDAĞINI ISIRMAYI DENE!

Büyükler şöyle der: Her aklına eseni konuşma. Her duyduğunu yayma. Herkesi günahkâr ve kötü sanma.

Kibirlenme. İnsanların namus ve edebiyle uğraşma.

Kendi iffetini korumaya bak. Eden bulur. Unutma, bir müminin saygınlığı Kâbe'den daha düşük değildir.

Küfretme, hakaret etme. Birini sevmeyebilirsin ama bunu edep dâhilinde beyan et. Kırmızı çizgin olsun. Düşmanlığın da bir namusu var. Bazen konuşmadan önce dudağını ısır.

KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR

Sahabeden biri, Hz. Peygamber'in karşısına oturdu.

Devamlı Efendimizi seyredip gözyaşı döktü. Efendimiz "Neyin var" buyurdu. Sahabe şöyle dedi: "Ya Resulullah, seni bir gün göremezsem özlüyorum. Ya mahşerde seni göremezsem? Makamınız yüksek olacak. Ya size orada ulaşamazsam? Gözyaşım bundandır."

Efendimiz buyurdu: "Üzülme, kişi ahirette sevdiğiyle beraberdir.

Orada bizimle olacaksın." O zaman kimi sevdiğimize bakalım. Dünyada sevdiğinle ahirette de birlikte olacaksın. Cennet veya cehennem. Artık tercihi kişi yapacak!

BANA ŞEYTANI GÖSTER

Bir Müslüman, büyüklerden birine ısrar etti:

"Ne olur bana şeytanı göster." Allah dostu "Boş ver, şeytanı görüp de ne yapacaksın. Şeytanı görmek fayda sağlamaz" dese de adam ısrar etti.

Allah dostu kabul edip adama şeytanı gösterdi. Şeytan, gördüğü Müslüman'a şöyle dedi: "Sana şöyle bir yumruk atmak istedim, hatta belki de bu yumruğumla öldürmek dahi içimden geçti. Ama senin daha 40 yıl ömrünün olduğunu bildiğim için vazgeçtim."

Şeytan bırakıp gitti. Adam sevinip "Daha 40 yıl ömrüm var. Ben bunun 20 yılında günah işleyeyim, her türlü dolabı çevireyim. Geri kalan 20 yılda da nasılsa tövbe ederim" dedi. Adam gevşedi fakat 3-4 sene sonra ölüp gitti. E, şeytan bu! Bir görüşmede bile şeytanlığını yaptı. Ve adamı 40 yıl yalanıyla uyuttu.

OĞLUMA VERDİĞİM ARSAYI GERİ ALABİLİR MİYİM?

Ebu Hanife ve Ahmet Bin Hanbel'e göre almanız doğru olmaz. İmam-ı Şafii ve Malik'e göre ise geri isteyebilirsiniz. Bir hadiste, kişinin bağıştan dönmesinin doğru olmadığı belirtilir ancak baba bundan istisna edilir. Netice itibarıyla, oğlunuzdan zarar görmediyseniz veya bu bağışla diğer çocuklarınıza ciddi bir haksızlık yapmadıysanız verdiğinizi geri almanız hoş olmaz.

 İmansız (inançsız) ölene şefaat imkânı var mı yoksa bu kişi ebediyen ateşte midir?

Bu husus âlimler arasında tartışılmıştır. Konuyla ilgili görüşleri aktaralım: İmam Kurtubi, "Ateşten çıkmazlar, şefaatle azapları hafifletilebilir" der;

Müddessir Suresi'nin 48. ayetini buna delil gösterir. Beyhaki, "Genel anlamda böyle bir şefaat olamaz. Ama özel anlamda şefaat olabilir" der.
Buna delil olarak Peygamberimizden Ebu Talib'in azabının hafifletildiğine ait rivayet delil gösterilir. Yine Ebu Leheb'in Peygamberimizin doğumu üzerine kendi kölesi Süreybe'yi azat etmesinin ahirette yararını gördüğü rivayeti de bu noktadaki delillerdendir. Kurtubi, Enbiya Suresi'nin 47. ayetini de bazı kişilerin azabının hafifliğine delil sayar. Yine Fatır Suresi'nin 36. ayeti de, "Küfrün azabı değil, günahların azabı hafifletilir" şeklinde yorumlanmıştır. Bu konuda hayli görüş vardır. Ama özetle görüşler böyledir.

 Peygamberimiz, amcası Ebu Talib'e ölüm anında neden sürekli 'Lailaheillallah de' buyurmuş da Muhammeden Resulullah dedirtmemiştir?

Ebu Talip, Peygamberimizin peygamber olduğunu zaten biliyordu. Bunu defalarca söylemiştir. Peygamberimiz bunu söyletmeye gerek görmedi. Ama Allah'ın birliğini ifade etmemişti. Peygamberimiz onu söyletmeye çalışmıştır.

Nihat Hatipoğlu.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
Yetenekli Kalemler / Ben Duygusundan Sıyrılmak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:21:59 ÖÖ »


Ben Duygusundan Sıyrılmak

Aslında yazının başlığına bakarak “bencillik egosundan nasıl kurtulmalıyız?” sorusuna cevap aramak istediğimi belirtmeliyim.

Bunun zıddı olan açılım ise 'biz' yani paylaşımcı olmaktır. Sadece kendimiz için değil, çevremizdeki ve dünya insanı için birlik, beraberlik ve katılımcı ruhunu içimizde hissetmeliyiz.

Öncelikli olarak yapmamız gereken kendimizi bir gözden geçirmektir. Söylemlerimiz nasıl olmalı? “Hep bana, bana diye mi?” Önceliğim ben, başkası beni ilgilendirmez mi? Bu düşüncede olanların duygularını tekrar gözden geçirmelerinde fayda var diye düşünüyorum. Çok kazansan, istediğin gibi yaşasan, istediğini yapma kudretine ve makamına sahip olsan ne olacak? Nereye kadar? Konuya bu çerçeveden bakar ve bazı insanların hayatlarını incelersek gerçekleri çok daha iyi görürüz. R. H. ABD’nin o zamanki en meşhur artistlerinden birisi. Hele çevirdiği filmle çok sükse yapmış, sinema dünyasında her şey onun istediği gibi oluyordu. Şaşaalı bir hayat yaşıyordu. Bu hayat böyle gidecek zannedildi. Ancak alkol bağımlılığı, hastalıklar ve yalnızlık… Menfaatin öne çıktığı hayat şartlarında ben duygusu devreye girince gerçeklerle yüzleşmek.

Seksen küsur yaşında köhne bir evde, yatalak ve perişan hâlde hizmetçisiyle baş başa kalınan bir sonuç. Sefillik içinde ölümü uzun süre bekledi. Sefilliği, perişanlığı ve yalnızlığı gördü...
 
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ben zihniyeti maddi düşünceyi harekete geçirmeyi tercih etmektir. Aslında bu, bir anlamda yalnızlığı seçmektir.
 
Marmara depreminde en çok yardım eden Japonlar aynı felaketi yaşadığında Türklerde aynı duyarlılıkla karşılık vermiştir. Yine Afrika’daki açlıkla mücadelede Türkler hemen yardıma koşmuştur. Duyarsız kalan ülkeler aynı felaketi veya benzerini yaşamayacaklarından çok mu eminler? Tercih sizin duruşunuzdur. Neyi tercih ederseniz onu yaşarsınız.
 
Nurettin Bozan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Ahmet Demirbaş / Allah'tan Korkan İnsan İffetsiz - Ahlaksız – Olamaz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:15:54 ÖÖ »


Allah'tan Korkan İnsan İffetsiz - Ahlaksız – Olamaz

Günümüzde, iffetsizlik tehlikeli boyutlara ulaşmıştır! İffeti muhafaza için, gençleri zamanında evlendirmeli, bu güzel hasleti zedeleyecek yerlerden uzak durmalıdır.

 Şu bir gerçek ki; dünyadaki pek çok rezaletlikler, cinayetler, kavgalar; kısacası bütün fenalıklar, iffetsizlikten, hayâsızlıktan meydana gelmektedir.

İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin, utanmazlığın kötülüklerini bildikleri hâlde, kendilerini bu yollara sapmaktan alıkoyamaz. Bu kuvvetli duygu karşısında, elbette insanları alıkoyacak çareler vardır. Bu; terbiye ve ahlak meselesidir... Allah'tan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza Allah korkusunu öğretmeye çalışmak, bizim için en başta gelen görevimiz oluyor...
 
Günümüzde, iffetsizlik tehlikeli boyutlara ulaşmıştır! İffeti muhafaza için, gençleri zamanında evlendirmeli, bu güzel hasleti zedeleyecek yerlerden uzak durmalıdır.
 
Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Bir kızın küfvünü [dengini] bulunca, hemen evlendiriniz!) [Tirmizi]

 Görülüyor ki, kızı küfvüne, yani dengine vermek gerekir. Küfv, erkeğin soyda, malda, din işlerinde ve şerefte kadına uygun olması demektir. Erkeğin, yalnız zengin olmasını, ev-araba sahibi olmasını isteyenler, kızlarını felakete sürüklemiş, Cehenneme atmış olurlar...
 
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hadis-i şerifte, (Hayâsızlık insanı küfre düşürür) buyuruldu. Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur.
 
Hazret-i Ebu Bekir, "Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan gibidir" buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
 
(Hayâ, iffet, dile hâkimiyet ve akıl, imandandır. Böyle kimselerin ahiret arzusu çoğalır, dünya hırsı azalır.

Cimrilik, müstehcenlik, çirkin sözlülük, hayâsızlıktan, nifaktan ileri gelir. Böylelerinde dünya hırsı çoğalır, ahiret arzusu azalır.) [Beyheki]
 
Bir gün Hazret-i Lokman Hakîm'e oğlu sordu:
 
"Babacığım bir insan için en hayırlı haslet nedir?"

"Dindir." "Ya iki haslet olsa?" "Din ve maldır." "Üç haslet olsa?" "Din, mal ve hayâdır." "Dört olsa? "Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır." "Ya beş haslet olsa?" "Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir."

"Oğlum, bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan Allahü tealanın kendisine yakın kıldığı kullarından olup, şeytan bundan kaçar. Bir insan için bunlar kâfidir..."
 
Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirrûh) buyurdu ki: "Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar, bütün peygamberler ümmetlerine şu nasihati yapmıştır: Eğer sen utanmıyorsan, her şeyi yaparsın!”

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Fetvalar + Sorullar Cevaplar / Abdest Gusül ve Teyemmümün Faydaları
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:03:14 ÖÖ »


Abdest  Gusül ve Teyemmümün Faydaları

Yüzün yıkanması, cildi kuvvetlendirir, baştaki ağırlığı ve yorgunluğu hafîfletir.

 Sual: İbadet maksadıyla alınan abdestin, guslün ve su bulunmadığı zaman toprakla yapılan teyemmümün, insan bedenine, insan sağlığına ne gibi faydaları vardır?
 
Cevap: İbadet maksadıyla yapılan abdest ve gusül, beden sağlığımız için pek çok faydaları hasıl etmektedir. Bedenî faydalarının yanında, ruh sağlığı yönünden de faydası çoktur. Tesbit edilen sayısız faydalarından bazıları şöyle sıralanabilir:
 
1-Günlük hayatımızda, ellerimizin dokunmadığı yer, kapmadığı mikrop kalmıyor. İşte abdest alırken, el, yüz ve ayakları yıkamak, cilt hastalıkları ve iltihapları için en güzel bir korunmadır. Mikroplar, parazit bakterilerin bazıları vücuda deri yoluyla dâhil olurlar.
 
2-Solunum sistemimizin bekçiliğini yapan burnu yıkamakla, toz ve mikrop yığınlarının vücuda girmeleri önlenmiş olmaktadır.
 
3-Yüzün yıkanması, cildi kuvvetlendirir, baştaki ağırlığı ve yorgunluğu hafîfletir. Damarları ve sinirleri harekete geçirir. Devamlı abdest alanların, ihtiyarlasalar, yaşlansalar bile yüzlerindeki güzelliklerinin gitmemesi bu yüzdendir.
 
4-Cünüblüğe sebep olan hâllerde büyük bir enerji harcanmakta, kalb ve dolaşım hızı artmakta, solunum hızlanmaktadır. Vücudun aşırı çalışmasıyla da yorgunluk, bitkinlik, uyuşukluk ve gevşeklik hissedilmekte, umumiyetle zihnî faaliyetler oldukça yavaşlamaktadır. Gusül ile vücut eski zindeliğini kazanır.

Vücudu belirli aralıklarla devamlı yıkamak, koruyucu hekimlik yönünden fevkalade önemlidir.
 
5-Abdest ve gusül abdestinin, dolaşım sistemi üzerinde de olumlu tesirleri bulunmaktadır. Damarlardaki sertleşme ve daralmayı önler. Abdestte mevzii bir uyarılma vardır. Lenf sistemi, en önemli merkezlerinden biri olan burun arkası ve bademcikler yıkanarak uyarılmaktadır. Ayrıca boyun ve yanlarının yıkanması da, lenf sistemine tesir eder. Abdest ve gusülle kolaylaşan lenf dolaşımı sayesinde, lenfosit denen savaşçı hücreler vücudu zararlı unsurlardan korurlar ve vücut direncini arttırırlar.
 
6-Su bulunmadığı zaman toprakla yapılan teyemmüm de büyük ölçüde vücuttaki statik elektriği yok etmektedir.
 
Sual: Yeni Müslüman olan bir kimsenin, mutlaka gusül abdesti alması gerekir mi?
 
Cevap: Yeni Müslüman olan bir gayr-i müslimin, Müslüman olunca, gusül abdesti alması müstehabdır.

Osman Ünlü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Genel Konular / Kutlu Bir Dava
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 11:41:38 ÖS »


Kutlu Bir Dava
 
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münkerde bulunur ve (yalnızca) Allâh’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Allah Teâlâ’nın birliğini ilân etme, İslâmiyet’i yüceltme mânâlarına gelen İ‘lâ-yı kelimetullâh, Allah adının ve kelime-i tevhîd ile özetlenen İslâm Dîni’nin yaşanarak tebliğ edilmesi ve yüceltilmesi demektir.

O ki, hizmetlerin en yücesi… O ki, mü’minlere emanet edilen azametli bir dâvâ ve kutlu bir vazifedir. Bu dâvânın özü, Allah Rasûlü’nün bizlere emaneti olan Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin yaşanması ve yaşatılmasıdır. Bu dâvâyı sahâbe-i kirâm efendilerimiz ile mübârek ecdâdımız yüzyıllardan beri ne şekilde koruyup, idrâk edip, bizlere kadar ulaştırmışlarsa, bize düşen de bu dâvânın kutlu bir neferi olarak bayrağı devralmak ve gelecek nesillere öylece taşımaktır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“(Allâh’ın kelimesini yücelten ve adâletten ayrılmayan) sultan, yeryüzünde Allâh’ın gölgesidir. Zayıf kimse(ler), ona sığınır; mazlum(lar), onun vesîlesiyle (zâlimlerden) intikam alır. Kim böyle bir sultâna dünyada ihsân ederse (madden ve mânen yardımcı olursa), Allah da ona kıyâmet gününde yardımcı olur.” (Feyzü’l-Kadir, 4, 143)

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, cihan devleti Osmanlı’nın hasletlerini ne güzel dile getirmiştir:

“Osmanlı’nın, husûsiyle ilk üç asrı, Hazret-i Ebû Bekir’in îman ve sadâkatinden, Hazret-i Ömer’in şecâat ve adâletinden, Hazret-i Osman’ın hayâ, aşk ve vecdinden, Hazret-i Ali’nin ilim, irfan ve cengâverliğinden coşup âlemi kuşatan bir i‘lâ-yı kelimetullâh şerâresidir.”

İ‘lâ-yı kelimetullâh gâyesi ile doğup sonrasında kıtaları gölgesine alan koca bir çınar hâline gelen Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi Hazretleri’nin sayılı nefesleri sona ererken oğlu Orhan Gâzi’ye etmiş olduğu şu vasiyet, Osmanlı Devleti’nin bir nevî anayasasını oluştururken, sonraki devirlerde de mü’min gönüllere rehberlik yapmıştır:

“Oğul! Biricik vasiyetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.

Oğul! Din işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, din ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!

Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!

Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..

Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır.

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, “i‘lâyı kelimetullâh”tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..

Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrum kalsın!..

Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların âilelerini koru!..

Devlete mânen güç veren fazîlet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memleketine dâvet et! Din ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah -celle celâlühû-’nun birçok lûtuflarına mazhar oldum!..

Sen de benim yolumdan yürü!.. Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanaat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”

Böyle bir vasiyetle 600 yıl dünya üzerinde hüküm süren bir devlet ve Hak dâvâ uğruna canını, malını, her türlü maddî-mânevî imkânlarını seferber eden bir millet… Evlâtlarına vasiyet olarak mal paylaşımı değil, devlet-i ebed-müddetin temelini bıraktılar. “Kızılelma” mefkûresi üzerine ömürler tüketerek örnek âbide şahsiyetler hâline geldiler.

Orhan Gâzi’nin de, oğlu Murad Hân’a verdiği şu tâlimat, sahip oldukları îmânın ne güzel tezahürüdür:

“Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükmetmek yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) azmi, iki kıt’aya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır! Selçuklular’ın vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın (Avrupa’nın) da vârisi biziz!..”

Peki ya, Osmanlı Devleti’nin vârisleri olan bizler, torunları olmaktan iftihar ettiğimiz ceddimizin, uğruna her şeyini fedâ ettiği “i‘lâ-yı kelimetullâh” dâvâsının neresindeyiz?

Böyle olmamalıydı…

Bir dâvâ böyle yetim, böyle yıkık, böyle garip kalmamalıydı…

Soralım kendimize şu çetin soruyu: “Neresindeyiz bu aziz dâvânın, hangi dertlerle dertlenmekteyiz?”

Sonra da adına dert dediklerimizi sıralayalım, kalbimizde ve beynimizde… Din nâmına, devlet nâmına, i‘lâ-yı kelimetullâh nâmına derdimiz nedir? Ya da bizim böyle bir derdimiz var mıdır?

Kutlu bir dâvânın temsilcileri olarak, ecdâdıyla övünmekten geri durmayan, fakat tarihini televizyon dizilerinden öğrenen, tek derdi fânî dünya oyuncakları olan bizler, bizden sonraki nesillere daha güzel bir ev, iyi bir araba ve daha nice dünyalık bırakmakla mı mükellefiz, yoksa Osman Gâzi gibi bir ömrü nihayete erdirirken sadece ve sadece “Oğul! Biricik vasiyetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme!” diyerek hayatlarının her ânına kutlu bir ölçü, bir yol haritası, mukaddes bir dâvâ bırakmakla mı mükellefiz?

Güzel bir kariyer ile iyi bir fakültenin diploması yeterli gelir mi, bu yüce dâvâya samimî bir nefer olmaya? Evet, cihada çıkmıyoruz belki, devir o devir değil, pusatlarımız kınında bile değil, ama yaşantılarımıza bakarak soralım kendimize, “büyük cihad” diye vasıflandırılan “nefislerimizle cihadımızda” hangi hâldeyiz? Farkında olmadan bu savaşı çoktan kayıp mı ettik, yoksa?!

Ölüm döşeğinde kendisine:

“-Pâdişâhım, şimdi Allah ile olmak zamanıdır.” diyen lalası Hasan Can’a:

“-Lala, lala! Sen şimdiye kadar bizi kiminle beraber sanırdın?” diyen Yavuz Sultan Selim gibi bir sultânı yetiştiren îmandaki aşk, ahlâktaki fazîlet, idealdeki ulvîliğe ne kadar muhtacız!

Ertuğrul Gâzi’ler, Osman Gâzi’ler, Fatih Sultan Mehmed’ler, Yavuz Sultan Selim’ler, Kânunî Sultan Süleyman’lar, Abdülhamid-i Sânî’ler ve i‘lâ-yı kelimetullâh dâvâsı uğruna ömür tüketen nice erler, hoş birer sadâ bırakarak göçerken ebedî âleme, bizlere nice öğüt ve dersler ile yüce bir dâvâ emaneti bıraktılar.

Cenâb-ı Hak ile beraber olmak, O’nun adını yüceltmek, dînini yaşamak ve en güzel şekilde onu yaymaya çalışmak, her mü’minin en ulvî vazifesidir. Bilinmelidir ki, dünya hayatındaki her sorumluluk, bu ulvî vazifeden sonra gelmektedir. Bu sebeple günümüzün gelip geçici sıkıntılarını kendimize dert edinmeden önce bu terazide tartmak gerekir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
İslamda Evlilik / Huzurun Kaynağı Olan Evliliği Geciktirmek
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 11:36:37 ÖS »


Huzurun Kaynağı Olan Evliliği Geciktirmek

“Üç şeyi geciktirmeyin:

Vakti giren namazı, hazırlanan cenâzeyi,

dengini bulduğun bekâr kadını (veya erkeği evlendirmeyi.)”

(Tirmizî, Salât, 13)

İçinde bulunduğumuz çağın mânevî hastalıklarından sayılabilecek bir durumdur, evliliği ertelemek… Kız olsun erkek olsun, gerek kariyer planlamaları, gerekse adaylarda aranan maddî-mânevî özellikler sebebiyle, maalesef evlilikte yaş ortalaması gün geçtikçe ilerlemektedir.

“Liseyi-üniversiteyi bitireyim, askerliğimi yapayım, güzel bir iş bulayım, ondan sonra yuvamı kurarım!” düşüncesiyle geciken evlilikler, nice gencimizin zarar görmesine sebep olmaktadır. Bu düşünceler, bazen evlenecek gençlerde ortaya çıkmakta, bazen de âileleri, büyükleri tarafından hedef olarak ortaya konulmaktadır.

Hâlbuki hiçbir fuzûlî gerekçe, bir gencin iffet ve namusunu koruması için büyük bir kalkan olan evliliği geciktirmesine sebep olmamalıdır. Nitekim kişi hem rûhen, hem bedenen, hem de fıtrat olarak buna muhtaçtır.

“Size, kendileriyle huzur bulasınız diye kendi türünüzden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhameti yerleştirmesi, O’nun âyetlerindendir…” (er-Rûm, 21) buyuran Hâlık-ı Zülcelâl Hazretleri, hem gençleri evliliğe teşvik edecek büyüklere, hem de yuva kuracak gençlere yol haritası çizmektedir.

Huzurun kaynağı ve sekînet yuvası olan evlilik müessesesi için bilinmelidir ki, “huzur”, ne diploma ile ne kariyer planlamaları ve uygulamaları ile ne de eş olarak seçilecek gençlerin sosyal, maddî durumları iledir. Huzur, kişinin Allah rızâsını gözeterek kendisine uygun eşi bulması ve onunla yuva kurması iledir.

Seçme-seçilme yaşı 18, askerlik yaşı 20 iken, bugün evlenme yaşı ortalama erkeklerde 28-30 yaş, hanımlarda 25-28 yaş civarındadır.

Askerliğini yapmış olsun, evi olsun, arabası olsun, düzenli ve yüksek gelirli bir iş sahibi olsun denilerek ertelenen her evlilik, gençleri güvensizliklere, ümitsizliklere ve mutsuz yaşantılara itmekte, onlarda ciddî gerilimlere yol açmaktadır. Kişi, bu hâl ile içinden çıkılamaz yollara ve düşüncelere gark olmaktadır. Kişinin bu hâlde beklentileri artmakta, karşılanması çok zor, hattâ imkânsız hâle gelebilmektedir. Öyle ki:

“-Bunca yıldır beklemişken neden şu isteğim de karşımdaki adayda olmasın!” düşüncesi hâkim olmaktadır.

Belki de bu düşüncelerle kişi kendi kaderini de olumsuz yönde çizmekte olup, kendisine tâlip olan nice ahlâk ve iffet sahibi eşleri geri çevirmek durumunda kalmaktadır.

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin hanım kızlarımız için yapmış olduğu şu tespitler, kariyer planlamaları yapılırken göz ardı edilmemelidir:

“Kadınların saâdeti, hanımefendi olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise, âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler de âfâkî şekilde değerlendirilmelidir.

Yani cemiyetin ihtiyaçları ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır. Birtakım boş heves ve mazeretlerle çiğnenen sınırlar, sadece kendimizi aldatmaca ve kandırmacadır ki, neticeleri hep hüsrana çıkmıştır. Nice hanım kızlarımız, bu şekilde âhir zamanın gaflet girdabında kaybolup gitmiştir. Rezaletin üstüne örtülmüş yaldızlara kanan nice gözler, ilâhî hakîkatlere âmâ olmuş ve kendi saâdetine kıymıştır.

Bilinmelidir ki, İslâm nazarında hanımlar, nikâhın billur âvizesi içinde parıl parıl ışık saçan birer hayat iksiridir.”

Her mü’min genç, üzerine düşen sorumluluğun şuurunda olmalıdır. Bilhassa rızık endişesi, yuvaların temelini sarsmaktadır. Rezzâk olan Allah, yarattıklarının rızıklarına kefildir. Evlenmekle erkek, hanımının ve çocuklarının her türlü maddî ihtiyaçlarını karşılamak sorumluluğunu üzerine almış demektir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, âilesinin yemek-içmek, giyinmek ve barınmak gibi ihtiyaçlarını, emsâli standardında, helâlinden kazanarak temin etmek, erkeğin so¬rumluluğundadır. Kadın, bu ağır mesûliyetin altına girmiş bulunan erkeğe maddî olarak yardım etmek zorunda değildir. Yani kadın, evin geçimini temin etmekten sorumlu tutulmamıştır.

Kadının sorumluluk ve vazifesi, meşrû ölçüler içerisinde kocasına itaatten ibârettir. Şâyet kadın, kendi isteğiyle -yine meşrû ölçüler çerçevesinde- ticârî hayatın içine girip bir şeyler kazanacak olsa yahut miras, hibe vb. yollarla daha önceden varlıklı bile olsa, evin geçimine katkıda bulunmaya zorlanamaz. Ancak o, kendi gönlü ve rızâsıyla, sahip olduklarından kocasına veya çocuklarına yardımda bulunmak isterse, o başka!..

Ama kadın da eşinin kazandığına kanaat etmeli, onu olur olmaz lüks ve konfor gerektiren istekleri için gayr-i meşrû yollara sürüklememelidir.

İffet ve hayâ sahibi gençlerin evliliği ertelemelerinin en büyük tehlikelerinden biri de harama düşme ihtimalidir. Zira nefis, durmadan yanan bir ocak gibi, erkek-kız bütün insanları her an belli bir kıvamda tutar. Meşrû bir nikâh ile bu ateş söner veya hafifler. Aksi hâlde kıvılcımın etrafı tutuşturması tehlikesi her an söz konusudur.

Evliliğin geciktirilmesi ile gelen problemlerden biri de çocuk sahibi olma ve çocuk yetiştirme zorluklarıdır. Geciken yaş ile birlikte kişi istediği kadar çocuk yapamamakta çocuklarını doğru bir şekilde yetiştirmek için gerekli olan zamanı, sabrı ve enerjiyi de bulamamaktadır.

Burada gençler kadar büyüklere de mühim vazifeler düşmektedir. Âdet hâline gelmiş olan:

“-Oğlumuz ne iş yapıyor; evi var mı, arabası var mı?” gibi sorular artık bir kenara bırakılmalı, bunun yerine Peygamber Efendimiz’in de evlilik için “Siz ahlâkı güzel olanı seçin!” buyurduğu üzere ilim, irfan, ahlâk, edep, hayâ sahibi olanlar tercih edilmelidir. Yaşadığımız pek çok örnekte görüldüğü gibi, maddî olarak her türlü imkânı elinde bulundurmak, güzel bir kariyer sahibi olmak, her zaman huzurlu bir yuvanın anahtarı değildir.

Cenâb-ı Hak, kulunun iffetli ve huzurlu yaşamasını arzu eder. İffeti en güzel temin eden şey ise evliliktir. Toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenlerin evlenmesi gerektiği gibi, evlenmeye gücü yetmeyenlerin de evlendirilmesi, İslâm toplumuna yüklenmiş ilâhî bir vazifedir. Âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:

“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Cihan devleti Osmanlı’da, imkânı olmayan gençlerin evlendirilmesi için hususî vakıflar kurulmuş, bu vakıflar vasıtasıyla hayır sahipleri, toplumun düzen ve ahlâkı için büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.

Peygamber Efendimiz; “En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik hususunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Nikâh, 49)

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazileti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”

Cenâb-ı Hak, nikâhı, ümmet-i Muhammed üzerine bereket vesîlesi kılmış; Kur’ân’ın ve Sünnet-i Seniyye’nin gölgesi altında kurulan bir evliliği, dünyada saâdet cenneti kılmıştır.

Peygamber Efendimiz:

“Kim evlenirse îmânın yarısını tamamlamış olur; kalan diğer yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!” (Heysemî, IV, 252) buyurmuştur.

Başka bir hadîs-i şerîfte ise:

“Evlenin, çoğalın! Çünkü ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin (çokluğunuzla) iftihar edeceğim!” (Abdurrezzâk, el-Musannef, VI, 173; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII, 131) buyrulmuştur.

Cenâb-ı Hak, “…Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz…” (el-Bakara, 187)  buyurarak, kişinin aslında yarım olduğunu ve evlenince tamam olacağını ve evlilik sayesinde insanların pek çok ayıbının örtüleceğini bildirmiştir.

Evliliğin gecikmesi için mazeret olarak sayılan sudan bahaneleri, olmazsa olmaz gibi görenler, büyük umutlar ve hayallerle kurulan maddî açıdan eksiksiz (!) âile yuvalarının, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle yıkılmasına her geçen gün şahit olmaktadır.

Yuva kuran veya kuracak olan gençlere nâçizâne tavsiyemiz şudur ki, eş seçimlerinde dikkat etmeniz gereken hususları bir kez daha gözden geçirin. Evlenme namzedi kişide aranacak özellikleri, Peygamber Efendimizin tavsiyeleri istikametinde göz önünde bulundurun. Allâh’a ve Rasûlü’ne îtimad eden, onların rehberliğiyle yürüyen kimse, hiçbir zaman pişman olmaz!..

Hülâsa âile müessesesinin sağlam ve devamlı olması, yetişecek çocukların da o derecede güzel ve ahlâklı olmasını sağlayacaktır. Her bozulan evlilikte, yıkılan yuvada enkaz altında maalesef çocuklar ve geleceğimiz kalmaktadır. O yüzden evliliklerimizi, sadece nefsânî arzularımız için değil, aksine kendimizin ve neslimizin dünya-âhiret mutluluğunu hedefleyerek kuralım. Kul olarak elimizden geleni yaptıktan sonra da, Rabbimiz’den bize “göz aydınlığı olacak eş ve zürriyetler” isteyelim.

Rabbimiz, cümlemizi, âile imtihanımızı da yüz akıyla verebilen kullarından eylesin.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10