Gönderen Konu: Atalarımızın Yanlışına Da Mı Tabi Olalım  (Okunma sayısı 225 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Atalarımızın Yanlışına Da Mı Tabi Olalım
« : Haziran 28, 2020, 07:16:13 ÖÖ »
Atalarımızın Yanlışına Da Mı Tabi Olalım

Her gün yaşadığımız olaylar hepimizi sürüklüyor. Gündemi biz belirleyemiyoruz. Fikirler/düşünceler yok.

Magazin, sosyal medya, internet teknolojisi, dijital istila, zihin ifsadı var.

Kur”an-ı Kerim, hadis-i şerifler, siyer bu üçlü hep hayat tarzımın ölçüsüdür. Âyetler bugün nazil olmuş gibi çeşitli meallerle/tefsirlerle okurum. Ama bir âyet ama bir sayfa…

Anlamaya çalışarak, tefekkür ve tezekkür ederek. Okurken şu âyet dikkatimi çekti.

İç ve dış dünyama ışık tuttu. Dindarı, muhafazakârı, liberali, vs. herkes -İslam’ı yaşasın yaşamasın- kendi değer ve ölçülerimize vurması gerekiyor. Nasıl mı? Buyrun düşünerek okuyalım:

“Onlara, Allah‘ın indirdiğine uyun, dendiğinde: Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!” Kur‘ân-ı Kerim; bu ve buna benzer elliye yakın âyetinde kötülüğünden ve tahribinden yakındığı ecdatperestliği daha çok atalarının geleneklerini ilahlaştırmak, bu gelenekleri dokunulmaz ilan etmek, başka bir ifadeyle, ‘gelenek tabuculuğu’ olarak vermektedir. Bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah‘ın emrine ve Hakk deliline uygun olmasıdır.

Allah‘ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine Hakk‘ın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere (atalar bile olsa) uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi yenilerde de böyledir.

Kısaca hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne bilgisizlik ve istektir. Allah‘ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Âyet gösteriyor ki, kısaca ve genişçe bir hak (doğru) delile dayanmayan yalnız başına taklid, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup taklid etmek aklen bâtıl olduğu gibi, şüpheli olan konuda da delilsiz taklid, din açısından uygun değildir.

Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi, Allah‘a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Çoğu insan, şeytana, kendi vehimlerine kapılıp doğru yoldan sapmıştır. Artık onların ardından gelen nice nesiller de körü körüne onları taklid edip bâtıl yolda yürümüşlerdir. Bu insanlara gittikleri yolun yanlışlığı gösterilip hak yola dâvet edilseler, bir türlü körü körüne saplandıkları taklid bataklığından çıkamazlar. Gittikleri yolun yanlışlığı ispat edilse bile, onlar atalarının gittiği yolun doğru olduğuna inanır, bir türlü ondan ayrılmazlar. „Üstâd böyle dedi, büyüğümüz böyle buyurdu. Onun dediği tartışılmaz itaat edilir.

onun dediği doğrudur.“ diye ısrar ederler. Bilmezler ki hatadan salim olan yalnız Allah‘tır. Yalnız Peygamberler masum ve mahfuzdurlar.

Ölçü kitap yani Kur’an ve sünnet yani Peygamberin yoludur. Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş olan en mükemmel insan da Peygamberimizdir.

Peygamberler, onların vârisleri olan âlimler, bu sapık insanları yola getirmek için kendilerine nice deliller gösterirler, nice hikmetli konuşmalar yaparlar ama bunlar bir türlü anlamazlar. Kendi düşüncelerini, yetişme tarzının getirdiklerini doğru kabul edip dinin yerine koyarlar.

Doğrunun ölçüsü, Resulüllah’ın sünneti ve onun talim ve terbiyesiyle sahabenin inanıp yaşadığıdır. Hakikatin yegâne ölçüsü olarak kendi grubunun, ya da kendi üstadının söylediklerini görmek, Resulüllah’ın verdiği o ölçüden uzaklaşmanın en belirleyici özelliğidir. Sapkınlıkların temelinde, yetişen nesillerin sahih İslami bilgiden mahrum bırakılması yatmaktadır. Eskilerin gelmiş oldukları noktada kalmak, bir adım dahi ileri gidememek, hatta onların vardığı fikri seviyeden daha geride kalmak, İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Her nesil, kendi toplumunu daha ileriye götürmekle yükümlüdür.

Salih ataları takip edip ilmen ve ahlâken ilerlemek lâzımdır. Ancak imandan ve ilimden yoksun ataların yolundan gidilmez. İşte Kur’ân-ı Kerim de bunu anlatıyor. Dini anlamada ve onu kendi dini kılmada aklını ve fikrini kullanmayanlar dini asla doğru anlayamazlar. Resulüllah Efendimiz “Cahillik illetinin şifası sormaktır” buyurur. İlmiyle meşhur sahabiler kafalarındaki ‘acaba’ları Resulüllaha bile, hep sormuşlardır. Bu kör taklit bizi başkalarının ulaştığı hakikatlerden mahrum kalmaya götürür.

‘Hepiniz hata eden insanlarsınız, ama hata edenlerin iyisi, hatasından tövbe edenlerdir’ buyrulur. Müslüman olmuş bir Batılı entelektüelden -Roger Garaudy’den- örnek vereyim:

“Niçin bu gün İslâm, bu Allah’ın yolu, Dünya üzerinde ışıldamıyor? Niçin Müslümanlar, sömürgecilikten kurtulmuş olmalarına rağmen, tarihin müessir (etkin), öznesi değil de nesnesi olarak kalıyorlar?

Niçin tarihi girişkenlik (önderlik) örneği vermiyorlar?” sorularına cevap ararken şu tesbitleri yapıyor:

“Çünkü bu kanun, bu şeriat, tarihin ilk yüzyıllarından itibaren, canlı gelişimi içinde durdurulmuş, çarpıtılmıştır.

Kur’an kendi çağlarının sorunlarını çözme dehası göstermiş olan insanların gözüyle okunmuyor. Oysa biz kendi çağımızın problemlerini onların ‘formüllerini tekrarlamak’la yetinerek değil, ancak onların metodlarından ilham alarak halledebiliriz. Kaynaklara dönüş demek, gözler geçmişe dikilip kalmış halde, geleceğe geri geri giderek girmek değildir. Aksine yaşayan kaynağa ve İslâm’ın ilk yüzyıllarının dinamizmini bulmak demektir. Şeriat, gidilip bulanık ve kokuşmuş su alınacak durgun bir su birikintisi (Bir gölet) değildir. Şeriat, parıldayarak gürül gürül akan ve güçlü dalgalarıyla kıyıları döverken oraları verimleştiren güzelim bir nehirdir.” (Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, kitabına bakabilirsiniz.)

Yularını başkalarının eline verip güdülen bir varlık gibi onun peşinden giden, onun yaptığı şeyleri düşünmeden yapan kimseye ‘mukallit’ denir. Taklid, insanı hiçbir bilgiye ulaştırmaz. Ancak dini hükümleri; asıllarından çıkarma yeteneğinde bulunmayan kimse, zamanının en mutemet bilginini bulup onun fetvâlarına uyar. Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden) sorun.” (Nahl 43) buyurmuştur.

Peygamberin getirdiklerine uymak kuru taklid değildir.

Çünkü Peygamberin getirdikleri, en doğru yoldur. Yüce Allah, Peygamberin diliyle: “Ben size, babalarınızın üzerinde bulduğu (din) den daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yolunu) mu (tutacaksınız)?” (Zuhruf 24) âyeti ile Peygamberin getirdiği en doğru yola uymayanları kınamaktadır.

Şüphesiz yaratılmış en yüce insan Peygamberimizdir. Ama onu yüce bilmede aşırı gidenleri, Allah da Resulü de uyarmıştır. 

Allah Rasulü’nün yaşadığı “model hayat” hiçbir sahteliğe izin vermeyecek kadar gerçek ve açık olarak ortadadır.  Resulüllah Efendimizin hayatı hep ifrat ve tefritten uzak, ‘itidal hayatı’dır. Her sözü ve hareketi itidal güzelliği taşır. Peki nasıl oluyor da Müslümanlar itidali, ölçü ve dengeyi bırakıp, ‘aşırılıkları, abartıları’ önemsiyorlar? Peygamberimiz: “Dinde ifrat (aşırılık) helake sebeptir.” buyuruyor. Çünkü itidalden uzaklaşmak, dinin özünden/esasından sapmadır. Böyle olunca tenkid şöyle dursun, karşı fikir bile söyleyemezsiniz. Peygamberimizin hayatında da hakikati ve asıl maksadını gizleme şeklinde bir sünnet yoktur. Aksine, ‹Emredildiğini açıkça haykır› vardır.

Müslümanların bir avuç olduğu Mekke döneminde bile ‘Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize’ buyurulmuştur.

‘Müşriklere karşı şedid, müminlere karşı rahîm’ olması istenen Müslümanlar, bu emr-i ilahinin tam tersini yapar hâle gelmiş/getirilmiştir maalesef…

Yaşar Değirmenci.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ynt: Müslüman Körü Körüne Taklit Etmez ve Aldatmaz
« Yanıtla #1 : Haziran 30, 2020, 05:26:52 ÖÖ »
Müslüman Körü Körüne Taklit Etmez ve Aldatmaz

Kur’ân-ı Kerim; gerçek imanın ancak bir şeyi düşünüp, doğruluğuna kanaat getirmekle elde edileceğini, körü körüne taklidin, kâfirlerin işi olduğunu açıkça belirtiyor.

Bundan dolayı mü’minlerin, saplantılarından kurtulup inançlarını araştırma, düşünme ve tam kanaat üzerine bina etmeleri gerekir. Taklidin karşıtı tahkiktir. Tahkik, hakk kökünden gelir. Hakk, Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri ve Allah’ın isim-sıfatlarının bir tanesidir. Hakk, gerçek, doğru, delile deneye, akla, bilgiye uygun olan ve bunlar tarafından doğrulanıp desteklenen keyfiyet demektir. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ın hak üzere geldiğini ve hakkı getirdiğini söyler.

Bunun mecburi (zorunlu) sonucu, hakka dayanmayan yani tahkik ürünü olmayan hiçbir şeyin Kur’ân’dan tasdik (onay) alamayacağıdır. Kur’ân-ı Kerim tahkike dayanmayan imana bile değer vermez. Taklide dayanan iman ancak başlangıçta, bir hazırlık devresi için kabul edilebilir. Bunun en kısa zamanda tahkike geçirilmesi şarttır. Tahkikin kısa yoldan ifadeye konuluşu şudur:

Gerçeğe uygunluğunu belirlemek üzere karşıt kavramları da dikkate alarak araştırmak, bilgi ve düşünce süzgecinden geçirerek doğruluğunu ortaya çıkarmak. Bu yapılmadan peşinen benimsenen keyfiyet ne olursa olsun Kur’ân-ı Kerim buna bilgisizlik, karanlık ve körlük demektedir. İslam, özellikle çağdaş Müslümanların elinde bir din olmaktan ziyade, bir menfaat aleti halini almıştır. Son yaşadığımız (samimiyet ve gafletimizden aldatıldığımız) olaylar; İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnete göre hareket edilmemesinden, yetkili ve etkili âlimlerden değil, şeflerinin emrinde olan vatan, millet, ümmet ve devlet düşmanlarının emrine girenlerin istilasına uğramamızdandır. Bütün yaşadıklarımızın çıkışı, Müslümanların yanlış din anlayışlarıdır. Ölçümüz edille-i şer’iyye (Kitap, sünnet, icmâı ümmet, kıyası fukaha) değil, mensubiyetlerimiz oldu adeta. Bunlar, çıkarları uğruna Allah’ın vahyine ambargo koyan din istismarcılarıdır. Kur’ân bu istismarcıların başında Yahûdi ve Hıristiyan din adamlarını görmektedir. Ancak buradaki beyan geneldir. Bu din bezirganları kurdukları sömürü tezgahının gaflet ve bilgisizliğe oturduğunu bildikleri için kitlenin gerçek dini öğrenmesini sağlayacak bilgi ve bilince giden yolları ısrarlı bir biçimde tıkarlar. Bu yoldaki engelleri kaldırmak ve aşmak isteyenleri, kitlenin gözünde karalayıp etkisiz kılmak için iman ve vicdandan nasibi olan hiçbir canlının tenezzül edemeyeceği çamurlamalara başvururlar.

Vahyi tebliğ etmemek veya olduğu gibi tebliğ etmemek İslâm dünyasının önemli problemlerinden biridir. Politik, ekonomik, ırki, bölgesel hesaplar yüzünden çağlardan beri işlenen bu günahlar; sahibi ve koruyucusu Allah olan İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’le kitlenin irtibatını büyük ölçüde azaltmıştır.

Ortaya İslâm başlığı altında toplanan yığınlarca uydurma ve yalan çıkmıştır. Bu uydurma ve yalanların yaşamasına bağlı yüzlerce zümre ve anlayışın saltanatı vardır. Bu saltanatın yıkılmaması için, Kur’ân’ın kitleler tarafından öğrenilmemesi ve dinin vahyin dışındaki kabullerden arındırılmaması, çıkarcıların tek sığınakları halinde yaşatılmaktadır. Aklını kiraya veren ve basiretini kaybeden bu insanların taassubu vatana ihanet boyutuna taşınmış, kör bağlılığın ne kadar yıkıcı olabileceğini hepimize göstermiştir. Fertleri (bireyleri) mutlaklaştırma, masum ve dokunulmaz ilan etme de İslam’a aykırıdır. Bir insana bağlılık, onun her hali, sözü, kararı, iddiası, kayıtsız şartsız kabule dönüşürse idrak tutulması yaşanır. İnsanoğlunun hata edebileceği, unutabileceği ve isabetsiz davranabileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır. Verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak her şeyden önce vicdanların derinliklerinde yer eden inançları temelinden sarsar.

Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiçbir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği ve yemininden yalan çıktığı için insanların gözünde de inançlara karşı bağlılığın kaybolmasına sebep olur. Ve herkes bilir ki onun yaptığı yemininin aslı astarı yoktur ve hile yapmak, aldatmak için yemin etmektedir. Ve bu kötü örnek yüzünden onların Allah’ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur.

Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok milletlerin İslâm’a girdiği görülmüştür.

Müslümanlardaki sadakat ve doğruluk, inançlarındaki samimiyet ve ihlas, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları İslâm’a girdirmiştir. Böylece “ahde vefâ” ile kaybettikleri basit menfaatlerin yerine pek büyük kazançlar sağlamışlardır. Ahlâki anlamda insan, “ahdine vefa eden, sözünde duran varlık” diye tanımlanabilir.

Mükemmel insanın tanımı ise tamamen budur. Rasulullah Efendimiz: “Ahdine vefası olmayanın imanı da olamaz” buyuruyor. Bir yerde de şöyle buyuruyor: “Ahdine vefası olmayanın dini de olamaz.

” Ahde vefasızlık, küfrün en rezil şekli olan münâfıklığın da bariz (belirgin) niteliklerinden biridir. Peygamberimiz bu hususta: “Münâfık kişinin alâmeti üçtür: Konuşunca yalan konuşur, vaadedince vaadine ters düşer, kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder.”

Kur’ân ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefanın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Dinimiz bu prensipleri şöyle koyuyor: “Ahde vefa gösterin, sözünüzde durun.” (İsra 34)

Ve: “Ey îman edenler! Akidlerinize vefalı olun.” (Maide 1)     

Sözünde durmayan, her şeyden önce aldatan biridir. Ve Hz. Peygamberimiz: “Aldatan, bizden değildir” buyurarak, Muhammedî bir benliğin belirgin niteliğinin söze sadakat, ahde vefâ olduğunu belirtmiştir. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: “Nâmert ve kahpe bir benlik her şey olabilir ama, Muhammedî olamaz.” 

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41