Gönderen Konu: Tevekkül Etme ve Sebeplere Sarılma Arasındaki Denge  (Okunma sayısı 97 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5719
Tevekkül Etme ve Sebeplere Sarılma Arasındaki Denge
« : Eylül 22, 2021, 07:46:02 ÖÖ »
Tevekkül Etme ve Sebeplere Sarılma Arasındaki Denge

İslam her konuda denge dini olduğu gibi tevekkül etme ve sebeplere sarılma konusunda da dengeli olarak davranmayı emretmiştir. Tevekkül, müminin Allah’ın vaadine güvenmesiyle meydana gelir. Mümin O’nun kazasının meydana geleceğine şüphesiz olarak inanır. Ancak yeme, içme ve düşmana karşı silahlanma gibi sebeplere sarılmaktan da kaçınmaz. Bununla beraber o, kalbini sebeplere bağlamaz. Onların kendi başlarına/müstakil olarak menfaat veya zarar verdiğine inanmaz. Sebebin de, neticenin de Allah’ın fiili olduğuna ve O'nun dilemesiyle olduğuna inanır. Kişi tamamen sebebe meylettiğinde bu onun tevekkülüne zarar verir.

Kur’an’da geçen kıssalara baktığımızda bu dengeyle karşılaşıyor ve bunun tatbikatını görüyoruz. Bazı örnekler verelim;

Yakup (A.S.) kendi beldesinde kuraklık ve kıtlık baş gösterince oğullarını gıda maddesi almak üzere Mısır’a göndermişti. Onları Mısır’a gönderirken şöyle demişti: “Oğullarım! (Şehre) bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber Allah tarafından mukadder olan herhangi bir şeyi sizden def edemem. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben Allah’a tevekkül ettim. Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül etsinler.”

Yakup (A.S.) burada tevekkülün ve sebeplere yapışmanın keyfiyetini açıklamaktadır. “Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin” sözü sebeplere yapışmayı ve tedbiri ifade etmektedir.

Ancak Allah’ın izni olmadan bunun tesiri olmaz.

İşte bu sebeple o, sebeplere yapışmanın kaderi def edemeyeceğini de beyan etmektedir. Bilakis bu, Allah Teâlâ’dan yardım istemek ve O’ndan gelebilecek beladan kaçıştır. Nitekim, “Allah tarafından mukadder olan herhangi bir şeyi sizden def edemem” demiştir. Yani; bu tedbir, size emrettiğim şey Allah tarafından gelebilecek herhangi bir şeyden sizi kurtaramaz. Bu iş takdire uygun düşerse iki fayda birden hâsıl olur, uygun düşmezse bir fayda hâsıl olur ki o da Allah Teâlâ’nın emrine imtisal edilmesi ve nefsin aşırılıklarına meydan verilmemesidir.

Yakup (A.S.) burada oğullarına sebeplere yapıştıktan sonra Allah Teâlâ’nın tevfik ve lütfuna itimadı öğretmektedir. Sebeplere yapışıyor, sonra takdiri gözlüyor.

Bu sebeple sebeplere güçlü bir tevekkül kalkanı gerekmektedir. Muradın hâsıl olmasını kolaylaştırmak için sebeplerin kendi yörüngesinde yürütülmesi, hakikatinden dışarı çıkarılmaması gerekir. Çünkü sebepler tesir itibariyle müstakil olmadıkları için başka şeylere ihtiyaç duyarlar.

Dolayısıyla sebeplere yapışan kişiye gerekli olan bununla birlikte tevekkül etmektir. Doğru olan da budur, akıllı kişinin yapacağı şey de budur.

Fiilî sünnete baktığımızda Resulullahın (S.A.V.) muharebede üstü üste iki zırh birden giydiğini, başına miğfer geçirdiğini, okçuları geçide yerleştirdiğini, Medine etrafına hendekler kazdırdığını, önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret izni verdiğini, bizzat hicret ettiğini, yediğini, içtiğini, aile fertlerinin yemesi için azık biriktirdiğini, mahlûkat içinde buna en layık kişi o olduğu halde kendisine gökten rızık indirilmesini beklemediğini görürüz. Bütün bunlara rağmen o, kesinlikle sebeplere bel bağlamıyor, bu hususta en ufak bir gaflet eseri göstermiyordu.

Hicret esnasında da Ebubekir Sıddık (R.A.) ile birlikte gerekli bütün tedbirleri aldılar, hiçbir meselede gevşeklik göstermediler. Hicret hadisesi üzerinde düşünen kişi planlamanın çok dikkatli yapıldığını ve baştan sona gerekli bütün sebeplere yapışıldığını görecektir.

Sebeplere sarılmak farz bir emirdir. Ne var ki bununla her zaman netice hâsıl olmaz. Nitekim Resulullah (S.A.V.) hicret esnasında tedbirleri aldı, sebeplere sarıldı ama aynı zamanda Allah’a dua etti ve O’ndan başarıya ulaştırması için yardım istedi. İşte orada dua kabul olundu ve mağara ağzına kadar gelen müşrikler onları göremediler, Süraka’nın atı da sürçüp yere kapaklandı. Bu şekilde çalışma başarıyla taçlandı. Kavlî sünnete gelince; Resulullah (S.A.V.) bir taraftan, “Cüzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç”(1) derken diğer taraftan cüzamlıyla birlikte yemek yemiştir.

(2) Hadislerin zahiri tevekkül ile sebeplere sarılmanın birbiriyle çeliştiğine delalet etmektedir.

Ancak tahkik ehli şöyle demiştir; Rasulullah (S.A.V.) hastalığı ve şifayı verenin Allah olduğunu öğretmek için cüzamlı ile birlikte yemiştir.

Cahiliye döneminde insanlar hastalığın tabiatı icabı kendi başına mutlak olarak sirayet edici olduğuna inanıyorlardı. Resulullah (S.A.V.) ise hiçbir şeyin tabiatı itibarıyla sirayet edici olmadığını, bilakis Allah’ın dilemesiyle sirayet ettiğini göstermek ve onların bu yanlış itikadını çürütmek için bunu yapmıştır. Rasulullahın (S.A.V.) cüzamlıdan uzaklaşılmasını emretmesi ise Allah Teâlâ’nın bunun neticesini icra ettiğini öğretmek içindir.

Yasaklaması sebeplere sarılmayı ispat etmekte, fiili ise bunun müstakil olarak hareket etmediğine işaret etmektedir. Bilakis eğer Allah dilerse onun gücünü kırar, o da etkili olamaz. Eğer dilerse onu güçlü kılar, o da etkili olur. İşte tevekkülün geniş alanı burasıdır.(3) Bu, her bir hâlin kendine ait bir makamı olduğunu göstermektedir.

O halde sebeplere yapışmak bir zorunluluk olduğu gibi sebepleri tek başına sonuca götüren esas amil/etken olarak görmemek de bir zorunluluktur.

1.            Buharî, Tıp, 19.

2.            Sünen-i Tirmizî 4/266.

3.            Fethu’l-Bârî 10 / 160-161 (Geniş bilgi için Bkz. Ali Muhammed Sallabi, Kadere İman).

Mustafa Kasadar.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41