Gönderen Konu: SÜNNETİ NASIL ANLAMALIYIZ  (Okunma sayısı 660 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
SÜNNETİ NASIL ANLAMALIYIZ
« : Kasım 19, 2017, 09:41:39 ÖÖ »
Sünneti Nasıl Anlamalıyız?

Sünnet; Rasulullah’ın Kur’an’ı esas alarak hayatın her alanında; inanç, ibadet, eğitim, hukuk, ekonomi vs. gibi konuları kapsayacak şekilde ortaya koyduğu bir model ve dünya görüşüdür. Diğer bir ifade ile Allah Rasulü’nün İslam’ı anlama ve hayatın her alanına tatbik etmede teorik ve pratik (sözlü veya uygulamalı) olarak ortaya koyduğu bir düşünce ve hayat tarzıdır. Peygamber hayatı, bir kalıp, bir şablon değil, bir numune, emsal, örnek, model olarak ele alınıp değerlendirilmelidir. Sünnetin söz ve şeklinden ziyade hikmet, ruh, ilke, mana ve gaye ile anlaşılması gerekir. 

Genelde Rasulullah’ın yaptıkları, söyledikleri ve meselelere getirdiği çözümler hep şekli olarak ele alınmıştır. Sünnet anlayışımız, sadece geçmişin bir tekrarı olmamalı, asrımızdaki İslam toplumlarının karşılaştığı problemlerde yol gösterme (kılavuz-rehber) fonksiyonu taşımalıdır. Sünnet şuuruna varmak, sadece Peygamberimizin giyim-kuşam gibi davranışlarını taklid değil, sünnetten ilham alarak Müslümanın bir dünya görüşüne sahip olduğu Rabbimizin razı ve memnun olduğu hayat tarzını ortaya koymaktır.

Sünnet, Müslüman toplumun kimliğini korumak, onların beraber yaşadığı Müslüman olmayan toplumların içerisinde erimesine, kişilik zaafına düşmesine, kendi dışındakileri taklit ederek kişiliksizleşmesine karşı koymaktır. Bütün peygamberlerin gönderiliş amacı, Allah’ı, insanın kendisini, çevresini, hayatı, varlığı doğru anlamasını sağlamaktır. O yüzden peygamberler, hep anlamın kaybolduğu, ortalığı yanlış anlamanın kapladığı bir zaman ve zeminde gelmişlerdir. Kendisini, çevresini, hayatı, varlığı ve Allah’ı yanlış anlayan, bunun sonucunda da hayatın anlamını kaybeden insanlığa doğru anlamanın en kalıcı yöntemini bizzat yaşayarak göstermişlerdir. Sünnet, hadisle birlikte İslami hayat tasavvurunun, İslâm’ı dünya ve âlem görüşünün ete kemiğe bürünmüş şeklidir. 

Kur’an-ı Kerim, Peygamberi örnek gösterir. Allah’ı sevenlerin Peygamberi izlemelerini emreder. Peygamber ise, hep Kur’an’a çağırır ve kendisinden sonrakilere Allah’ın kitabının, ona sarılanın ebedi kurtuluşa ereceğini söyler. Kur’an, vahiydir ve Allah’tandır. Sünnet ve hadis, vahyin Hz. Peygamber tarafından yapılan yorumu, yani okunması ve beyanıdır. Peygamberimizin sünneti ise, Hz. Peygamberin dini uygulama yöntemidir. O herhangi biri değil, vahyin ilk muhatabıdır ve tabir caizse icracısıdır.

Sünnetler içerisinde en tartışmasız olanları “ameli sünnet”lerdir. Ameli sünnetler ağızdan ağza nakledilmezler, hayattan hayata nakledilirler. Bunların en başında namaz ibadetinin usul, vakit, rekat ve şekilleri gelir. İslâm’ı sünnetsiz bırakma, onu hayatsız bırakmaktır. Dini hayat tarzımıza sokmamak, geleceği yeniden inşa iddiasını kaybetmek demektir.  Sünnet ve hadis, Peygamberimizin manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardandır. O sütunları parçalamak, dinimizi, kitabımızı, Müslümanları İslâm ile buluşturan bütün faaliyetleri parçalamak/mahrum etmek anlamına gelir. 

Rasulallah bir gün şöyle dua eder: “Allah’ım, Muhammed de bir beşerdir. Her beşer gazaba gelip öfkelendiği gibi Muhammed de öfkelenir. Allah’ım! Her hangi bir Müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl.” Her hal ve şartta ümmetini düşünen bir Peygamberimiz. Peygamberimizin ahlakı Allah tarafından ‘muhteşem’ olarak nitelendirilmiştir. Dinimizi yaşamanın kuvvetlenmesi ve hayat imkânı kazanmasını temin edeceği tek ilâç, Peygamberimizin sünnetidir. Sünnet, İslâmî diriliş ve gelişmeyi anlamanın anahtarı olmuştur. Ümmetin şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın da anahtarı da vahiyden/sünnetten/hadisten uzak yaşamanın sonucudur. Resûlullah’ın sünnetini uygulamak, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın terkidir. Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelettir. Peygamberimizin hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği esasların tefsiri ve canlı temsili idi. Vahyi bize tebliğ edene uymadıkça, Kur’ân’ın hakkını ödemiş olamayız.

İslâm’ı diğer sistemlerden ayıran esaslar içinde en önemlisi, insan hayatının rûhî ve maddî tarafları arasında kurduğu tam âhenktir. İslâm’ı, altın çağında, her girdiği yerde zafere ulaştıran sebeplerden biri de işte budur! Eski davetlerin yani dinlerin dünyayı küçümsemeyi şart koştuğu ve dünya ahiret dengesinden mahrum olduğu anlamı çıkarılmasın diye, İslâm, âhirette kurtulmak için dünya ahiret dengesini sağlayarak yepyeni bir davetle gelmiştir. 

Resulüllah’ın hayatı, Kur’an-ı Kerim’in canlı halidir. O halde Sünneti, hadisi bilmeden Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlayabiliriz? Sünnet devreden çıkarılınca Resulüllah nasıl tanınabilir? Peygamberimizin tanınıp bilinmesine bu toplumun, bu milletin, bu ümmetin ihtiyacı yok mudur? Belirli gün ve gecelerde ‘anılmak’la olur mu? Tartışma ve yarışma gibi TV programları dini vicdanlarda bırakmak, hissiyatla mevlid ve ilahilerle hatırlatılmaktan ibaret görmek ne kazandırır? Siyer kitaplarıyla, siyer dersleriyle kronolojik bazı tarihleri, olayları bilmek İslâm’ın hangi hükmünü, emrini ifadır? Okuyup amel etmek, sünneti çağa taşımak şarttır. Sünnet, Kur’an’ın hayata açılımından başka bir şey değildir.

Sünnet, Kur’an’ın hayata, nasıl aktarılacağını gösteren bir model, bir örnektir. Nitekim Hz. Aişe validemiz “O’nun ahlakı Kur’an’dı” derken Peygamberimizin hayat biçiminin, sünnetinin Kur’an’la içli dışlı olduğunu ifade etmiştir. Bazı İslam düşünürleri ise “Hz. Peygamber yaşayan Kur’an’dı” diyerek sünnetin bu yönüne dikkat çekmişlerdir. O’nun yaptıklarını bugünün şartları içerisinde yeni bir yorumla yeni bir ruhla, ama aynı hedefleri, temsil ettiği aynı ilkeleri muhafaza etmek kaydıyla yeniden üretmektir. Her türlü zulümle, haksızlıkla, eşitsizlikle, baskıyla, sömürüyle, açlıkla, kıtlıkla, sosyal ve fiziki çevre problemleriyle yüz yüze gelmek ve bütün bunlara çözüm bulmaya çalışmak, Peygamberimizin sünneti ve hadisleriyle irtibat kurmaya bağlıdır. Bunun için de sadece Peygamber’i anmak değil, yapıp ettiklerini kurumsallaştırmak, gerek kendi kişisel hayatımıza gerekse bütün insanlığa kazandırmaya çalışmak gerekir. Bir anlamda bu “Siz insanlar için (tarih sahnesine) çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (3 Al-i İmran 110) ayetinde Müslümanlara biçilen misyondur.

Sünneti yaşamak Peygamberimizi çağa taşımak ve onun gözettiği ilkeleri aynen gözetmek suretiyle yaptıklarının bir benzerini yapmaktır. Çünkü biz bu çağda yaşıyoruz, dolayısıyla bu çağı kendi açımızdan verimli ve yaşanır hale getirmek için Sünnet’ten nasıl ilham alabiliriz, ondan nasıl beslenebiliriz? Asıl bu sorunun cevabını bulmaya çalışmak lazım. Müslümanların bireysel kurtuluşları kadar toplumsal kurtuluşu da hedef almaları önemlidir. Yani bizim kişisel olarak kurtuluşu hedef almamızdan daha ziyade kendi dışımızdakiler için ne yaptığımız önem arz etmektedir. Bizim dışımızdakiler kendi ailemiz, akraba ve dost çevremiz, şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz ve nihayet bütün bir dünya olarak geniş bir yelpazeye sahiptir. Müslümanların aslında en önemli problemi ellerinde muazzam bir hazine olmasına rağmen bu hazineyi ne şekilde kullanacaklarını bilememeleridir. 

Şu anda Müslümanların inançları ile yaptıkları örtüşmüyor. İnancımıza göre hareket etmemiz gerekir. İslam dünyasına bakıldığında, teorik planda Müslüman olmasına rağmen eylem noktasında iflas etmiş durumdadır. Artık Müslümanlığı sadece teorik bir şey olmaktan çıkarıp eylem merkezli bir tanıma kavuşturmak lazım. İmanla amel arasındaki açı farklılığının mutlaka giderilmesi gerekir.

Müslüman Kur’an’ın prensiplerini, düşünce, inanç ve davranış olarak hayata geçirdiği zaman çok büyük ölçüde Sünnet’e uymuş olur.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Sünneti çağa taşımak mecburiyetindeyiz
« Yanıtla #1 : Kasım 19, 2017, 09:43:26 ÖÖ »
Sünneti çağa taşımak mecburiyetindeyiz!

Bir hayat tarzı olan sünneti, dar kalıplar içinde değerlendirmek basit hareketlerden ibaret görmek, aslî mana ve tebliğ (mesaj) tarafını yaşayış tarzımıza uymadığı için ihmal edip sünneti gölgede bırakmak, şekli/örfî bir Müslüman hali ortaya koyar.

Bunalımlı insanlık, hercümerç içinde tefrika ve keşmekeş toplumda yaşayan herkes huzurlu, mutlu, olarak yaşamanın İslâm’ı yaşamaya bağlı olduğu gerçeğini bilmeli. Yanlış ve kötü örnekler yüzünden Müslümanlardan ümit keser hale gelmeyip M. İkbal’in ‘İslâm kusursuz, Müslümanlar kusurlu!’ sözünü unutmamalı. Çare ve ümit ışığının ‘Dinimizi yaşamak’ hakikatine gölge düşürmemeli. Bizim sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’in esaslarını açıklayan yegâne tefsir ve -gerek bu esasları anlamak, gerekse amelî hayatımıza tatbik etmek hususlarında- ihtilâfı önleyen tek vâsıta olarak kabul etmemiz gereklidir. Çünkü sünnet, Peygamberimizin İslam’ı bütünüyle uygulama tarzıdır ve Kur’an-ı Kerim’in canlı halidir, onun hatasız uygulamasıdır. Sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim’i anlamamız mümkün değil. Dinimizin yegâne kaynağı vahiydir, Kur’an-ı Kerim’dir, ama onu doğru anlamak için öncelikle Sünnet’i doğru anlamak gerekir.

Hadisi Şerifler, Peygamberimizin sözleri, ‘sözlü Sünnet’tir.
Müminler İslam’ı doğru yaşayabilmek için sünnete/Peygamberimizin örnek uygulamasına ihtiyaç vardır.

Sünnet Kur’an-ı Kerim’in beyanı olması bakımından Kur’an’a tâbidir. Kur’an Sünnet’e tabi değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’e muhalif sünnet düşünülemez.
Sünnet’ten maksat, Rasûlullah’ın ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür. Şu âyetler de Peygamberimize uymanın Kur’an-ı Kerim’e uyma emri olduğunu ortaya koyar. “Rasûl size neyi getirirse onu alın, kabul edin, size neyi yasaklarsa ondan da uzak durun” (Haşr: 59/7), “Gerçekten Rasûlullah’ta sizin için güzel bir örneklik vardır.” (Ahzâb: 33/21), “De ki, Allah’’a ve Rasûlüne itâat edin...” (Âli İmrân: 3/32)

İslâm vücudunun, hem sağlık hem de hastalık zamanında yönelebileceği, bünyesine sindirerek organlarının tam mânâsıyla kuvvetlenmesini ve hayat imkânı kazanmasını temin edeceği tek ilaç, Resûlüllah Efendimizin sünnetidir.

Sünnet, İslâmî diriliş ve gelişmeyi anlamanın anahtarı olmuştur; şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın da anahtarı da hadis-i şerifler ve sünneti seniyyedir. 

Resûlullahın sünnetini uygulamak, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın çökmesidir.

Sünnet, Resulüllah Efendimizin yapma ve söyleme şeklinde ortaya koyduğu ‘üsveyi hasene’ oluşu, bizlere ‘örnek’lik teşkil etmesidir. O’nun hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği esasların pratiği/uygulaması, yaşayan/yaşatan Kur’an oluşudur. Vahyi bize tebliğ edene (Peygamberimize) uymadıkça, Kur’ân’a da uymamış oluruz. Âyet ve hadislere/sünnete tarihselci yaklaşmak, o döneme aitmiş gibi değerlendirip zaman ve mekan üstü bir dinimiz olduğunu unutmak/unutturmak dinden uzak bir hayatın tercih edildiğini gösterir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Peygamber Efendimizin Yusuf aleyhisselam zamanında yaşanan olayları, o devirde bir Peygamberin verdiği cevap ve uygulamaları/sünneti iki-üç bin sene sonra Peygamberimizin yaşaması/yaşatmasıdır. Nasıl mı? İşte cevabı!

Mekke’nin fethinden bir süre öncesindeyiz. Peygamberimizin sütkardeşi Ebu Süfyan bin Haris (Mekke reisi Ebu Süfyan Bin Harb’le karıştırılmamalı), ticaret maksadıyla Şam’a gider. –ki kendisi, Hz. Muhammed aleyhisselam peygamberlikle görevlendirildiğinde Mekke müşrikleri gibi O’na karşı durmuş, O’nu reddetmişti; Hz. Peygamber de süt kardeşinin bu tutumuna, anlayışsızlığına çok üzülmüştü. – orada Rum Kayzeri ile görüşür. Kayzer dahil herkesin Hz. Peygamberden ve O’nun davetinden çokça söz ettiğine şahit olur. O zaman durup düşünmeye başlar; sıradan bir Mekkeli gibi yanı başındaki insanın sözlerini kale almadığına, O’nu anlamaya çalışmadığına hayıflanır. “Onlar bir yol tutup gittiler, biz de o yolu tutup gittik” der. Oysa Mekke’den fersah fersah uzaklardaki bu yerlerde herkes Muhammed’den ve O’nun risaletinden söz etmektedir. Bu arada Hz. Peygamber’in konumu da giderek güçlenmiştir. Yaptığı bu özeleştiri ve nefis muhasebesi, nihayet Müslüman olmaya karar vermesiyle sonuçlanır. Mekke’nin fethine saatler kala, yanına oğlunu da alarak Medine’ye yönelir. Yolda İslam ordusuyla karşılaşır. Hz. Abbas’tan kendisini Hz. Peygambere götürmesini ister. Rasullulah onu görünce derhal tanır ve kendisinden yüz çevirir. Ebu Süfyan b. Haris İbn-i Abbas’tan aracı olmasını ve Peygamber’in kendisiyle ilgilenmesi için ricada bulunmasını isteyince İbn Abbas, “Peygamberin yüz çevirdiği insana ben değer vermem” cevabını verir. Belli ki, Peygamberimiz Ebu Süfyana çok kırgındır ve belki de onun Müslüman olmak konusundaki kararının kesinlik derecesini test etmektedir. Ebu Süfyan bu kez Hz. Ali’ye vararak, aracı olmasını ister. Hz. Ali de “Peygamberin yüz çevirdiğine ben değer vermem” diyerek reddeder. Sonra Hz. Ebubekir’den de aynı tepkiyi alır. Hz. Ömer’e gitmeye cesaret edemez. Nihayet, Hz. Peygamberin çadırının önünde sıcak güneşin altında, O kabul edinceye kadar oğluyla birlikte aç-susuz beklemeye karar verir.

Hz. Ali, Ebu Süfyan b.Haris’in samimiyetini görünce yanına yaklaşarak bir teklifte bulunur: Hz. Peygamber’e karşısından değil de arkadan yaklaşıp Yusuf suresinin 91.ayetini okumasını ister; Yusuf’un kardeşlerinin O’nu tanıyıp da yaptıklarından pişmanlık duyduklarını ifade eden ayeti: “Dediler ki: Allah’a yemin olsun ki, seni Allah bize üstün kılmıştır. Doğrusu biz büyük bir hata/suç işlemiştik.” Yani Hz. Ali Ebu Süfyan’ın kendisini Yusuf’un kardeşleri ile özdeşleştirerek kesin bir tevbede bulunmasını ister. Ebu Süfyan b. Haris ayeti aynen okur.

Peygamber aleyhisselam bunu işitince tebessümle ona döner ve Yusuf’un ağzından şu ayetle (12 Yusuf 92) mukabelede bulunur: “Yusuf dedi ki: Bugün size bir kınama, bir ayıplama yok. Allah sizi bağışlayacaktır ve o merhametlilerin en merhametlisidir.”

Nasıl ki, Hz. Peygamber ve Hz. Ali, iki-üç bin yıl öncesinde yaşanan bir hadiseyi ve oradaki bir ilkeyi kendi çağlarına taşımışlarsa, bizim de Kur’an ayetlerini ve Hz. Peygamberin sünnetini aklımızı kullanıp insan psikolojisini de dikkate alarak hayatımızın, çağımızın bir prensibi haline getirmemiz ve güncelleştirmemiz gerekir. Bütün İslam ülkelerinde özgürlükleri kısıtlayıcı baskıcı yönetimler hâkim. Yani bizi yönetenler bizim adımıza ve bize rağmen kararlar alıyor. Hani nerede “onların işleri aralarındaki görüş alışverişi iledir.” Nasıl ki, Hz. Peygamber, kimseden lütuf beklemeksizin kendisi toplumdaki çarpıklıklarla mücadele ettiyse biz Müslümanlar da böylesine aktif ve özne konumunda yer alarak haksızlıklarla, çarpıklıklarla mücadele etmekle mükellefiz.

Nasıl ki, Peygamberimiz vefatına kısa bir süre kala Veda Hutbesinde üstlenmiş olduğu vazifeyi yerine getirip getirmediğini sormuş/sorgulamışsa, İslam ümmeti de bugün Hz. Peygamberden devralmış olduğu misyonu yerine getirip getirmediği noktasında açık yüreklilikle bahanelerin arkasına sığınmaksızın bir iç hesaplaşma yoluna gitmek durumundadır. (Devamı yarın İnşaallah...

YAŞAR DEĞİRMENCİ.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41