Gönderen Konu: Musibetlerin Arkasında Yatan Sır nasıl Okunmalı  (Okunma sayısı 184 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Musibetlerin Arkasında Yatan Sır nasıl Okunmalı
« : Mart 22, 2020, 09:13:36 ÖS »
Musibetlerin Arkasında Yatan Sır nasıl Okunmalı

Takdir - Tedbir - Tevekkül - Sabır
   
Can yakıcı soru şu: Bu büyük musibetlerin arkasında yatan sır nedir? İlahi adaleti nasıl okumalı? Allah’a suizan ve haksızlık etmeden, haddi aşmadan ve sınırı taşmadan bu tür büyük musibetler nasıl okunur?

* Önce acziyetimizi itiraf edeceğiz ve haddimizi bileceğiz. Haddini bilen Rabbini bilir. Kendi küçüklüğünü idrak eden Rabbinin büyüklüğünü idrak eder.

* Biz tablonun tamamını görmüyoruz. Ama Allah görüyor. Bizim gördüğümüz sadece parça. Parçayı görene düşen tek bir şey var: Bütünü görene teslim olmak.

* Allah’ın bir bildiği vardır elbet. Bizim ya hiç bilmediğimiz, ya da bildiğimiz halde unuttuğumuz veya bilmezden geldiğimiz o kadar çok şey var ki, onların hepsini ve daha fazlasını Allah biliyor. Zira O ‘hesabı seri gören’dir. O’nun gördüğünü göremeyeceğiz hiçbir zaman. Fakat O’nun bak dediği yerden bakarsak, ancak o zaman O’nu anlayabileceğiz. Bu da, olan biteni doğru anlamanın anahtarıdır.

* Parçada kötü görünen bütünde güzel, hatta mükemmel durabilir. Tersini iddia etmek haddini bilmemektedir. Eskiler buna ‘cüzi şerle külli hayrın muradı’ derlerdi.

* Allah mahza ‘Hayır’dır. Hayırdan hayır zuhur eder. Biz onu şer gibi algılasak da, bu böyledir. Bunun böyle olduğunu ölünce göreceğiz.

* İnsanın bu dünyada bulunuş sebebi imtihandır. İmtihanın aslı, ibtiladır. (Denenmek, imtihan edilmek. Bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük, kendini alamayacak kadar tutkun olma, tutku.) İmtihan olmadan seçim olmaz. Seçim olmasaydı, irade boş çıkardı. İrade olmasaydı doğru-yanlış, hak-batıl, iman-küfür, iyi-kötü fark etmezdi. Böyle olsaydı, adalet tecelli etmez, ahirete mahal kalmaz, hesap ve kitap gereksiz olurdu.

* Hayat en büyük mucizedir, her mucizenin bir sırrı vardır. Bu da hayat mucizesinin sırrıdır. Eskilerin ifadesiyle ‘sırr-ı kader’dir. İman, burada da  işe yarar

* Türkiye’de yirmi beş-otuz yıldır ilginç gelişmeler yaşanıyor. Türk modernleşmesi yoğun bir bireyselleşme şeklinde tecelli ediyor. Bu topraklarda son yirmi yılda bu kadar çok alışveriş merkezi, bu kadar çok spor merkezi açılıp bir o kadar çok roman yazılmaya başlandıysa, ‘Ne oluyor?’ diye sormak zamanıdır.

Modern çağın devasa mabetleri haline getirilen, günbegün hayatımızda daha merkezi bir rol üstleniyor, soğuk ve kaba alışveriş merkezleri. Alışveriş merkezi; her şeyin bir intizam histerisine uygun olarak kodlandığı, yeni yaşama mekânına işaret ediyor. Alışveriş merkezinde basit bir alışverişten fazlası var. Sanki orada bulunmanızın temel sebebi alışveriş değilmiş gibi bir hal içinde bulunursunuz. Akraba ziyareti, hasta ziyareti, konu/komşu ile alakadar olma, yaşlılara sevgi ve saygı gösterme, vs. tedavülden kalkmış para gibi oldu. Bu ve benzeri insan ilişkileri olmayınca o boşluğu ‘lüzumsuzluk’lar doldurur. Magazin, futbol, internet, vs. Oralarda merhametin, şefkatin, rahmetin tesellisi yoktur. Bir sükûnet, sessiz bir içe dönüş mekânı, bir düşünme adacığı bulamayız. İbadethane veya kütüphane olmaz.

Ailenin çöktüğü bir toplum ayakta duramaz. Ailenin çöktüğü bir ülke, sağlam adımlarla geleceğe yürüyemez! Yaşadığımız toplum, sapkın bir toplum modeli haline getirilmeye çalışılırken; bulaşıcı korona sebebiyle; terk ettiğimiz/ettirildiğimiz o mekânlara, diğer mekânları da ilave ederek düşünelim. Şimdi yaşadıklarımızla kıyas ederek… 

Görünen o ki bolluk çağı ruhun açlığını gidermiyor. Yalnız kalabalıklar, içlerinin sızısını dindirmek için gayesiz/hedefsiz geziniyor. Araçların amaç haline getirildiği, görmek için değil, bakmak için olan yerlerde. Çünkü bolluk “bereket” değil. Tatmin de “şükür” değil, almak da “kanaat” değil. Sabrın, şükrün, bereketin, kanaatin olmadığı yerde huzur olur mu? İnsanımızın ruhu; şefkate, fedakârlığa ve tahammüle muktedir bir ruh taşırken bu hale geldi/getirildi.

Bir başka husus, nereden bakarsanız bakınız, cemiyet hayatımız televizyonun, internetin çağın dini: tekno-paganizmin elinde olup din-dışı kutsallıklar üretiyor. Hız ve hazza dayalı, ayartıcı, büyüleyici, baştan çıkarıcı din-dışı kutsallıklar yeni bir din, yeni bir kutsallık biçimi ile karşı karşıya bırakıyor bizi. Yeni-paganizm bu. Bu yeni-paganizm, çağımızda tekno-paganizm biçimine dönüşüyor. Bunu söyleyen sırf ben değilim. Bu milletin, bu ümmetin ve bütün insanlığın derdiyle dertli olan entelektüellerimiz de. İşte teşhisleri: Virüsün adı: İnsanı azmanlaştıran tekno-paganizm felâketi! Çin’de patlak veren ve kısa sürede neredeyse bütün dünyaya yayılan koronavirüs, kapitalist uygarlık üzerinde derinlemesine düşünmemizi dayatıyor bize. Büyük bir kriz yaşıyoruz.

Sistem tıkandı artık. Maddi tedbir olarak Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulunun tavsiyelerine uymayı ihmal etmeyelim. Devamlı hastalık üreten hastalıklı bir sistemde yaşıyoruz/yaşatılıyoruz.

İnsanı, aileyi, toplumu yerle bir edecek bu felâketin önünde İslâm’la durabiliriz yalnızca!

Bugünler de fırsattır. Olumsuz gibi gözüken her hâdiseye Mümin Kimliği ile baktığımızda, ders çıkarıp ibret alabiliriz. Bu salgın korona hastalığı dolayısıyla alınan tedbirler bizi sade hayata, lüks ve israftan uzak yaşamaya, evimize/yuvamıza dönmeye götürmüyor mu? Mutluluğu ev dışında arayıp evden uzaklaşanlara eve/yuvasına dönmenin ne kadar güzel, ne kadar huzurlu, ne kadar mutlu olduğunu göstermez mi?

Unutan/unutulan/unutturulan sadeliği, tabiliği, zamanı değerlendirmeyi, nefs muhasebesi yapmayı, yanlışlardan, hatalardan dönmeyi, noksanlarımızı tamamlayıp, ifradı (aşırılıkları) itidale (ölçülü ve dengeli orta yola) çekmeyi gerçekleştirmez mi? Tevbe ve zikir hali içinde olmamız, dersler, ibretler çıkararak; insanımızın dalaletten, hidayete gelmelerine de vesile olmaz mı? ‘Bir musibet, bin nasihatten evladır’ sözü boşuna mı söylenmiş?

Takdir ve tedbiri unutmadan; kavli ve fiili dua, bizlere Allah’ın rızasını kazandıracak salih ameller işletmez mi? Unutulan/unutturulan ‘Pratik Takva, Pratik İ’tikaf’ yapmamıza vesile olmaz mı? Algı operasyonlarıyla uzaklaştığımız/uzaklaştırıldığımız kendi kavram ve değerlerimizi öğrenip, amel etmemizi (uygulamamızı, pratiğe dönüştürmemizi) sağlayamaz mıyız? “Ya Rabbi!” diye ettiğimiz dualarımızdaki Esmâ-i Hüsnâ’daki (Allah’ın en güzel isimlerinden) olan “Rab” kelimesinin manasını, muhtevasını öğrenip düşünerek (tefekkür ederek) kimin tarafından nasıl terbiye edildiğimizi anlamamızı sağlamaz mı?

Rahmân veya Rahim isimleriyle, ceza veya mükâfatla (ödülle) irtibat kurarak yaşadığımız olayları seviyeli bir şekilde anlayıp, makul, mutedil ve müstakim bir zihinle sabır, şükür, rıza, takdir, tedbir kavramlarını unutmadan düşünemez miyiz?

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41