Gönderen Konu: Din ve Gelenek  (Okunma sayısı 234 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2146
Din ve Gelenek
« : Şubat 24, 2020, 08:14:33 ÖS »
Din ve Gelenek

İnsanın varlığını devam ettirme çabası, tabiatta bulunan her canlı türünde olduğu gibi fıtri bir nitelik taşır. İnsan, varoluş mücadelesinde kendisini diğer varlıklardan ayıran insan türüne mahsus niteliklerle temayüz eder. Hemcinsleri ile çeşitli şekillerde münasebet kurmak, insan varlığının devam şartlarından biridir. İnsanın zihinsel olsun bedensel olsun, diğer insanlarla kurduğu münasebetlerdeki konumu hem etkin hem de edilgindir. Dolayısıyla insan hem kendi tabiatının hem de varlıklar âleminde yürürlükte olan kuralların tesiri altındadır. İnsanın kendine has özelliklerini muhafaza ederek diğer insanlarla birlikte varlığını sürdürmesi birtakım kuralların geçerlilik kazanmasını gerekli kılar. Bu kuralların bir kısmı dinî, bir kısmı beşerî ve tabii olabilmektedir. Her birinin yaptırım gücü, taşıdıkları iç dinamikler ve bunlara yüklenen anlam ölçüsünde gerçekleşir.

İnsanların değişik etkenlerden hareketle bir araya gelmeleri toplumları oluşturur. Toplumlar da bünyesine aldığı bireylerin huzur ve güvenini temin için, onların katkı ve onaylarını da almak suretiyle bir arada yaşamayı mümkün kılan kurallara müracaat eder. Bu kurallar toplumların dinî, tabii ve sosyo-kültürel birikimleri ışığında teşekkül eder.

Toplum kuralları belli bir tarihî süreçte ortaya çıkar ve toplumların değer yargılarını, hayat tarzlarını ve öz niteliklerini içinde barındırır. Bir anlamda toplumların hafızasını yansıtan bu kurallar, gelenek, âdet, anane, örf gibi kendi aralarında kimi farklar içeren kavramlar ile tanımlanmaktadır.

Gelenek, geçmişten gelen ortak hafızada muhafaza edilen bir nevi alışkanlıklardır. Bunlar hayatı kolaylaştırır ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Toplumsal hayatın devasa boyutları göz önüne alındığında, hakkında yasal hükümler oluşturulmayan hususlarda önemli işlevler yürütür. Hatta örfün hukuki değer ifade etmesi de bu bağlamda önemlidir.

Geleneğin oluşumuna kaynaklık eden etmenlerin bilinmesi, insanların ona karşı takındıkları tutumları etkiler. Bu oluşuma kaynaklık eden değerlerin başlıca referansını ise din oluşturur. İnsanların bireysel hayat serüvenlerine bakıldığında da onların tecrübelerinde inanç ve itikada yönelik hususların önemli bir yer tuttuğu görülür. Tarihsel tecrübe de dinin gelenek üzerindeki etkisinin ciddi boyutlarda olduğunu ortaya koymaktadır. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber oluşu, ilahî iradenin tarihî süreçlere müdahil konumunu kavramamız açısından anlamlı olacaktır.

İlahî irade peygamberleri ve kitapları ile dönem dönem insanların hayatına müdahalede bulunmuş, onları özlerine sadık kalmaya çağırmıştır. Tarih boyunca insanlara yapılan kutlu çağrının sonuncusu ve en mükemmeli İslam dinidir. İslam’ın inanan insanların hayatlarının her evresine müdahil olması yani insanın bireysel ve toplumsal hayatı ile ilgili düzenlemeler öngörmesi, inanan insanların amelî ve itikadî tutumları üzerinde tayin edici rol üstlenmiştir. Dolayısıyla Müslümanların İslam tarihi içerisinde oluşturdukları gelenek, görenek, âdet ve alışkanlıkları, İslam’dan bağımsız olarak ele almak ve anlamlandırmak mümkün değildir. Din özelinde İslam, kendi inanç, ibadet ve ahlaki ilkeleri ışığında Müslümanların geleneklerini şekillendirmiş, ilmî, siyasi, toplumsal ve kültürel alanda Müslümanların oluşturduğu güzel örneklere kaynaklık etmiştir.

Geleneği, dayandığı referans mercii açısından sahih ve gayrisahih olmak üzere iki kısımda etüt edebiliriz. Sahih gelenek, insanların hayatlarını Kur’an ve sünnete uygun olarak düzenleme kaygılarının bir neticesi olarak ortaya çıkan, zamanla toplumsal pratiklerle itiyat hâline gelen değerler bütünüdür. Bunlar aynı zamanda İslam’ın, Müslümanların hayatındaki tanımlı tezahür biçimlerini oluşturur. Bu tarz gelenek, hayatın akışı içerisinde Müslüman kitlenin dinle olan irtibatını güçlendirir ve dinî pratikleri daha kolay anlamlandırma imkânı sağlar. Müslüman kitlenin dinî esasları anlamlandırmasında ve sahih geleneğin oluşumunda dinî ilimlerde derinlik sahibi kimseler büyük rol sahibidir. Nitekim Peygamberimizin “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (Buhârî, İlim, 10.) buyruğunu da bu çerçevede anlayabiliriz.

Her dönemde nebevî soluğu hissettiren ve özgün tavrıyla sahih geleneğin oluşumuna katkı sağlayan, ilahî hikmetten nasibi olan insanlar olagelmiştir. Bu bağlamda Peygamber Efendimizin vefatı üzerine, sahabenin bu durumu anlamlandırma karmaşası yaşadığı bir dönemde, Hz. Ebubekir’in hadiseye müdahalesi takdire şayan bir durumdur. Onun meseleye hikmetli ve firasetli yaklaşımı, İslam toplumunda sahih bir geleneğin yerleşmesine hayati katkı sağlamıştır. Hatırlanacağı üzere, Allah Rasulü ebediyete irtihal ettiğinde pek çok sahabe bu gerçeği kabullenmekte güçlük çekmiştir. Hatta Hz. Ömer, Hz. Peygambere ölüm isnat edenin karşısında kendisini bulacağını hiddetle beyan etmiştir. Ancak Hz. Ebubekir bir taşın üstüne çıkarak şu tarihi sözleri sarfetmiştir: ‘‘Her kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki, o ölmüştür; kim de Allah’a tapıyorsa ediyorsa O Hayy’dır, Bâkî’dir.’’ (Buhârî, Menâkıbu’s-Sahâbe, 5.) fiayet Hz. Ebubekir bu davranışı o zamanda ortaya koymamış olsaydı, bugün İslam toplumunda Hıristiyanvari bir geleneğin izlerini görmemiz imkan dahiline girebilirdi.

Gayrisahih gelenek ise geleneğin olumsuz formlarını içerir. Bu anlamdaki gelenek, meşruiyetini geçmişte olanı mutlaklaştırmaktan alır. Temelinde ilkelerden ziyade toplumsal pratikler yer alır. Bazı ilim adamlarımız geleneğin bu tür formlarını “gelenekçilik” olarak vasıflandırmaktadır. Kur’an-ı Kerim, salt olarak geçmişteki uygulamalara dayanan ve kutsallığını “atalar”dan tevarüs etmekten alan gelenekle müşriklerin kurdukları irtibatı şöyle tasvir eder: "…Aslında, Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar önce (biz değil) atalarımızdı, biz sadece onların izinden yürüyen bir kuşağız. Öyleyse, bâtılı ihdas edenlerin işlediklerinden dolayı bizi mi helak edeceksin?..." (Araf, 173.) Kur’an’ın açık daveti karşısında bu tarz gelenekçi bir gerekçenin geçerliliği kabul görmemektedir. Ayette de ifade edildiği üzere müşriklerin yaklaşımı iki temel gerçeği zımnında barındırmaktadır. İlki, uygulamanın doğruluğunu tayin ederken kültürel unsurlara müracaat edilmektedir. İkincisi ise belirli davranış kalıplarının kutsanmasıyla uygulama yüceltilmektedir. Bu temel dayanaktan hareketle gelenekçi yapı, nebevî davetin karşısına gayet kararlı bir tavırla çıkmaktadır.

Gelenekselci yapının öncülerinin tarihî pratiklere yaslanarak toplumu statükoya bağlama gayretleri karşısına, modern zamanlarda en az öncekiler kadar kabulü güç bir düşüncenin ortaya çıktığına tanıklık etmekteyiz. Modern düşünce, yedeğine akıl, bilim, deneyim, özgürlük gibi fıtri nitelikleri almak suretiyle geleneksel yapıların karşısında konumlanmıştır. Modern düşüncenin dayanak noktası şudur: Toplumların ortaya koydukları kültürel canlılık bir süre sonra sönümlenir ve tekrarlar baş gösterir. Dolayısıyla yeni duruma adapte edilemeyen kültürel kalıplar alışkanlıkların da etkisiyle toplumsal bilinci zaafa uğratır. Modern düşünce bu vakıadan hareketle geçmişi horlar, ilerlemeyi ülkü edinir, aklın evrimleştiğini savunur ve bilimsel bilgiyi kutsar. Geleneksel değerlerin reddini, aklın ve bilimin gereği olarak görür. Toplumların geçmişine ve geleneğine karşı takınılan bu tavır, vakıaları tarihî bağlamından koparmakta, tarihten dersler çıkarmayı güçleştirmektedir.

Tarih boyunca toplumların hayatında ortaya çıkan dinî tezahürler ve gelenek konusuna İslam’ın ışığında baktığımızda, kutlu elçilerin yinelenen çağrılarla insanları ortak bir ilkeye, tevhide çağırdığını görmekteyiz. Tarih bize tevhidin sürekliliğini göstermektedir. Bir kelam-ı kibarda vurgulandığı gibi, “İslam’ın değirmeni süreklidir.” Nitekim Kur’an’ın Peygamberimize yönelik ilahî hitabında, onun insanları önce kendi peygamberliğine, sonra da evvelce aynı görevi üstlenen elçilerin peygamberliğine inanmaya çağırması istenmiştir: “Elçi ve onunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından ona indirilene inanırlar. Hepsi, Allah’a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar. O’nun elçilerinden hiç biri arasında ayrım yapmazlar ve ‘İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri sensin!’ derler.” (Bakara, 285.)

Kur’an’ın tarihten verdiği olumlu ve olumsuz örneklere bakıldığında onun, insanlığın tarihî serüvenini çizgisel ya da çevrimsel zaman teorileriyle izah edilebilecek bir sunumda bulunmaktan ziyade, iniş ve çıkışlarıyla, süreklilik ve devamlılığıyla helezonik bir zaman sunumunu öngördüğünü söyleyebiliriz: “Eğer başınıza bir bela gelirse, (bilin ki,) benzer bir belaya (başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kötü) günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. (Bu,) Allah’ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir…” (Âl-i İmran, 140.)

Kur’an, insanın kendi geçmişiyle sağlıklı bir bağ kurmasını ve tarihî sürekliliğe yabancılaşmamasını ister: “Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) yollarına erdirmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister…” (Nisa, 26.) Bu sayede insan kendini sahih bir silsilenin meşru bir temsilcisi olarak görür.

Bu durumda eğer gelenek denilen fenomene meşru bir anlam verilecekse bunun çerçevesini, Allah’a inanma, O’nun emir ve nehiylerini gözetme şuurunun oluşturduğunu söyleyebiliriz. İnsanlık tarihi böyle bir geleneğe geçmişte tanıklık etmiş ve bugün de tanıklığını sürdürmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, geleneğin tevhidi süreklilikle bağının kurulup kurulamaması, kurulmuşsa bunun ne tür bir keyfiyete sahip olduğudur.

İslam, topluma ait geleneklerin saf yapılar olmadığı gerçeğini göz ardı etmez. Bununla birlikte geleneksel yapının içindeki tevhide aykırı düşmeyen unsurlar varsa, bunların kabulünde bir sakınca görmez. Bir uygulamanın İslam’a göre meşruiyetinin ölçütü, İslam’ın öngördüğü şekil şartlarını bünyesinde barındırması değil; ilahî rızanın gözetilerek uygulamanın dayandığı iradenin Allah’a has kılınmasıdır. Dolayısıyla geleneksel yapının dayandığı referans sistemi sürekli gözden geçirilmeli, ilahî hükümlerle irtibatı canlı tutulmalıdır. Zira İslam kendisini geleneğe, örf ve âdete, kültürel mirasa dönüştürmek yerine o, bu tarz toplumsal yapıların ana referans kaynağı olmak ister.

İslam toplumunda sahip çıkılması gereken meşru bir gelenekten bahsedilecekse bu, sahih sünnetin insanların tutum ve davranışlarını şekillendirmesi ve İslam’ın nabız atışlarının toplumun her katmanında hissedilmesiyle olur.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2146
Ynt: Örf Adet Olarak Gelenekler ve Din
« Yanıtla #1 : Şubat 24, 2020, 08:18:47 ÖS »
Örf Adet Olarak Gelenekler ve Din

Din, fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık tarihi ile başlar. Din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima mevcut olmuş, milletlerin örf ve âdetlerinin oluşmasında önemli rol almıştır. Millet ve din kelimeleri arasındaki mana bütünlüğü de dikkat çekicidir. Nitekim “Millet-i İbrahim” terimi “Din-i İbrahim” anlamında kullanılmaktadır. Ünlü Türk filozofu Fârâbî (339/950) milleti; “Bir topluluğun baş yöneticisinin koyduğu şartlarla mukayyet görüş ve davranışlar” şeklinde tanımlar. Din ise, “Allah tarafından konulmuş, akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahî bir nizam” olarak tarif edilir. fiu hâlde “din” ve “millet” terimleri birbirinden ayrılmayan ve toplumun yapısını yansıtan kültürel ifadelerdir. Kur’an-ı Kerim’de önceki dinlere de “İslam” denildiği görülmektedir. (Bkz. Âl-i İmran, 19.) İslam, tüm dinlerin ortak ismidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslam dininin kendine özgü hükümleri varsa da, önceki peygamberlere emredilen birçok husus aynen devam etmektedir. Mesela adam öldürmek, zina etmek ve hırsızlık yapmak tüm dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin sünnet olması ise, Hz. İbrahim’den intikal eden fıtrî bir gelenektir. (Bkz. Buhari, Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Hak dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini ve neslini korumayı hedeflemiştir.

Gelenekler: Örf ve âdet

Türkçe’deki gelenek sözcüğü, bazen “örf ve âdet”, bazen de “töre” şeklinde ifade edilmektedir. Örf ise, “İyi olan, yadırganmayan, bilinen, peş peşe gelen” anlamına gelmektedir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç günlerini hatırlatan “bayram” kelimesinin Arapça karşılığı “iyd” dır. Iyd de, “her yıl yeni bir sevinçle dönen gün” anlamını ifade eder. Böylece bayramların her yıl tekrarlanan ve milletin örf ve âdetine uygun olan gelenekleri hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi, kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet hâline getirdiği her türlü dinî ve millî konulardaki iyilik ve güzellikleri içermektedir. Abdullah b. Mesud (r.a.)’un, “Müslümanların iyi gördüğü Allah katında da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah katında da kötüdür.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören güzel âdetlerin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde olmasına işaret eder. Çünkü Kur’an ve Sünnetin hoş görmediğini, Müslümanlar da tasvip etmez. fiu hâlde örf ve âdetler, toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine göre de meşrû ve makbul olan davranışlardır. Kur’an’da geleneklerin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun bulunan örf ve âdetlerin kabul edilmesi emredilmektedir. (Bkz. Bakara,170.)

Cahiliye taassubu

Cahiliye dönemi, Araplar’ın İslam’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını ifade etmektedir. İslamiyet tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inancın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır. Zira cehâlet, ilmin zıddı olarak “bilgisizlik” anlamına gelmektedir. Kur’an’da bu husus “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı.” (Feth, 26.) şeklinde belirtmektedir. Görüldüğü gibi bu ayette, cahiliye çağının taassup ve barbarlığına, kin, nefret ve şiddetine işaret edilmektedir. Bundan dolayı Arapların İslam döneminden önceki hayatlarına “cahiliye devri” denilmiştir. Bu aynı zamanda Araplar’ın çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, puta tapmaları, kötülük yapmalarını önleyen bir din, bir peygamber ve semavi kitaba sahip olmamalarıdır. İslamiyet ise, aydınlanma ve bilgi devridir ve bu anlamda cahiliye çağının karşıtıdır.

Taassup olarak yerleşen gelenekler

Hz. Peygamber zamanında Hz. İbrahim’in getirmiş olduğu dine inanan birtakım kimselerin mevcut olduğu bilinmektedir. Bunlar, putlara tapmıyorlar, kurban keserek ya da başka bir şekilde onlara tazimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki kimseler zina ve fuhşa yönelmiyor, içki içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet vs. gibi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar arasında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan Kralı Necaşi’ye vardığı zaman Arapların bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır: “Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük eder, güçlü olanımız zayıfları ezerdi.” (İbn Hişam, es-Sire, I, 335.) Bu gelenekler yalnız Arabistan’da değil, her dönemde taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade etmektedir. İslam, cahiliye dönemindeki evlat edinme, iki kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri gibi gelenekleri de kaldırmıştır. (Nisa, 11-14.) Arapların Kâbe ile ilişkileri, ibâdetleri de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zira onlar, Kâbe’nin içine koydukları putlara tapıyorlardı. Arap geleneğinde de Kâbe’nin bakım ve yönetim sorumlusu (velîsi) olmak büyük bir mazhariyet ve şerefti. Müşrikler, Kâbe’de geleneklerine göre ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah’ın çevresinde dolaşıyorlar ve Kureyşîler’in imtiyaz alâmeti olarak Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn Kesîr, III, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir geleneğe göre Araplar ihramlı iken veya daha başka bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki bir pencereden veya açtıkları bir delikten girerlerdi. Çünkü bunun iyi ve erdemli bir davranış olduğuna inanırlardı. Kur’an-ı Kerim, “İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah’a saygılı olun ki kurtuluşa eresiniz.” (Bakara, 189.) ayeti ile bu davranışın anlamsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe de aykırıdır. Asıl iyi ve erdemli olan davranış, anlamsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini takvâya göre yapması, yani tutum ve davranışlarını Allah’a ve O’nun buyruklarına saygı bilinci içinde yerine getirmesidir mesajı verilmektedir.

Özenti ve taklid

İslami ahlaka uymayan gelenekleri şuursuz özenti içinde taklid etmek dinen hoş karşılanmamıştır. Nitekim bu konuda hadiste şöyle haber verilmektedir: "Kim bir (yabancı) millete (dinî ve ahlaki yönden) benzemeye çalışırsa (kendi benliğini ve İslam’ın izzetini düşünmeden, onlar gibi olmaya ve yapmaya kendisini zorlasa), artık o kişi onlardan sayılır." (Ebû Davûd, Libâs, 5.) Bu hadisteki sakındırma Müslümanların şahsiyetlerini ve ahlaklarını korumaya yöneliktir. Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını yapmama anlamında değildir.

Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne ile yaptırdığı “döğme” âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır. (Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim Hıristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme yaptırdıkları nakledilmektedir. (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 381.) Oysa insanın vücudunu süs ve gösteriş olarak dağlaması haramdır. İslam dini, fıtrata önem veren bir din olduğundan “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanın fıtrat-ı asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka hadiste, “Güzellik için döğme yaptıran ve Allah’ın yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah rahmetinden uzaklaştırsın” (Tirmizi, Edeb, 33.)
buyrulmaktadır.

Hadiste yalnız kadınların zikredilmesi ise, bu kötü âdetin Arabistan’da bilhassa kadınlar arasında cereyan etmesinden dolayıdır. Bu konudaki yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir. Günümüzde de çeşitli ülkelerde yapılan bu döğme geleneği, özellikle gençlerimiz arasında da âdet hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra, buradaki Müslüman ahalinin İran’dan gelenek olarak intikal eden “nevruz” ve “mihrican” bayramlarını kutlamaya devam ettiklerini görmüştür. Bunun üzerine, “Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, kurban ve ramazan bayramıyla değiştirmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, III, 103.) buyurmuşlardır.

Demek ki Peygamberimiz o dönem itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını hoş karşılamamıştır. İslam dininde gelenek olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi ve sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet hâline dönüşmüş olmaktadır.

İslam dininin son elçisi Hz. Peygamber’in nübüvveti, Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır.

Bu dönemlerin İslam kültür ve geleneği açısından önemli bir yeri vardır. Zira Mekke dönemi, inanç, ahlak, sosyal ve kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların insanı olan cahiliye Araplarının, inanç ve değerler yönünden yeniden ele almakla geçmiştir. Medine dönemi ise, Mekke döneminde yetişen yeni insan tipinin, inanç ve düşünce sisteminin pratik hayata geçtiği dönemdir. Bunların muhtevası ise, daha çok muamelât olarak bilinen, hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz, oruç, zekât gibi ibadetle ilgili konuları teşkil ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan ve zaman zaman fetret dönemleri geçiren tevhid inancı, en son ve kamil hâliyle yeniden şekillenmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü yanlış ve batıl düşünceleri geride bırakarak kendi kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak noktasını hiç şüphesiz “tevhid” düşüncesi teşkil etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, tevhid düşüncesine ve İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına ve tevhide ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya yönelik çaba içinde olmuştur. Bu düşünceler çerçevesinde İslam kültür ve geleneğinin temelini teşkil eden İslami ilimler, birer disiplin hâline gelmiş, özellikle “hadis, fıkıh ve kelâm ilmi” Müslümanlara bu konuda en temel referans olmuştur.

Toplumun yazılı ve uygulamalı kültüründe var olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık, insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu ve fuhuştan uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Mesela gelenek olarak kutlanan mevlid, düğün ve sünnet merasimleri dinin ruhuna uygun olarak icra edildiğinde, bu gelenekler aynı zamanda bir ibadet hükmüne geçmektedir. Böylece toplumun kültürü ve geleneği hakiki milletine/dinine dayanırsa, o âdet ve gelenekler ibadet hâline dönüşebilmektedir. fiu hâlde toplumdaki var olan örf, âdet ve geleneklerin, milletimizin öz benliğine uygun olup olmadığına iyi bakılmalıdır.

 


* BENZER KONULAR

İnsan ve Dua Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:59:29 ÖÖ]


İman Etmeyenler Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:33:17 ÖÖ]


Sorumluluk Bilinci Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:57:24 ÖÖ]


Resulü Müctebâ Efendimiz (S.A.V.): “10 Haslet Vardır Ki Helak Olma Sebebidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:43:20 ÖÖ]


İyi Anne Baba Mısınız Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:34:11 ÖÖ]


Hasan Bitmez - Osmanlı Mehter Marşları 3 320 kbps + Flac Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 11:34:58 ÖS]


Konuşma Ve Dinleme Adabı Gönderen: webtasarim
[Dün, 11:26:55 ÖS]


Yüzünü Ahirete Ceviren Gönderen: webtasarim
[Dün, 11:20:44 ÖS]


İçinde Namaz Geçen Ayetler Gönderen: webtasarim
[Dün, 11:15:19 ÖS]


Temizligin Onemi Gönderen: webtasarim
[Dün, 11:12:06 ÖS]


Cahillerle Tartışmayın Gönderen: webtasarim
[Dün, 11:03:41 ÖS]


Yardımı Reklam Gibi Yapmamalı Gönderen: webtasarim
[Dün, 10:59:14 ÖS]


Dinimizin Bizden İstediği Hayat Gönderen: melek
[Dün, 09:02:39 ÖÖ]


Hidâyetten Sonra Kalblerin Kayması Gönderen: melek
[Dün, 08:54:05 ÖÖ]


Kalbin Temizliği Gönderen: melek
[Dün, 08:45:49 ÖÖ]


Peygamberimizin Kadınlara Karşı Muamelesi Gönderen: melek
[Dün, 08:36:03 ÖÖ]


Allah Rasülü’ne Muhabbetimiz Gönderen: melek
[Dün, 08:33:38 ÖÖ]


Kendimize ve Ailemize Sahip Çıkalım Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:12:49 ÖÖ]


Müslümanlar Kazanımlarını Ne Zaman Kaybederler Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:05:29 ÖÖ]


Savrulsak Da Beraberiz Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:57:41 ÖÖ]

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41