Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
ZİKİRLER / Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 09:45:16 ÖS »


Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır

Arapça bir kelime olan zikir “hatırlamak, anmak, düşünmek ve hatırlayıp gereğini yapmak” gibi manâlara gelir; unutmanın ve gafletin zıddı olarak kullanılır. Asıl manâsı budur. Allahu Teâla nın (cc) kitabına ve Rasûl-i Ekrem’in (sav) sünnetine uygun bir hayat yaşayabilmek için, insanın kalbini gafletten kurtarması zaruridir. Gafletin zıddı olan zikir, bunu gerçekleştirebilmek için bir vesileden ibarettir. Allahu Teâlâ kalbi; aklın, ilmin ve ruhun mahalli kılmıştır. İnsan kalbindeki istitaat ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bütün ilimleri öğrenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zikir ehli, şeriatını bilen ve ahkâmına uygun amelleri ihlâsla edâ eden kimseleri ifade için de kullanılmıştır. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz.” (Nahl sûresi: 43) âyet-i kerimesi’ndeki incelik budur. Zikir ibâdeti, ihlâsın hâsıl olması ve ihsân hâlinin gündeme girmesine vesile olabilir. Aynı zamanda kalbin muhafazası açısından da elzemdir.

KALB, bir vücut için ne kadar gerekli ise; Müslüman hayatımız için ondan daha çok gereklidir. Mühürlü kalbler, hastalıklı kalbler, paslı kalbler ve taşlaşmış kalbler. Yiğit düştüğü yerden kalkar örneğinde olduğu gibi, imanla küfürden, nifaktan, tevbe ve istiğfar ile günahtan temizlenir salih amellerle saflaşır ve merhametleşir; selim kalb haline dönüşür.

İman ve salih amellerin en önemli vasıtalarından biri olan, kalbin cîlâsı durumunda bulunan ilâhî sevginin işareti görülen zikri anlatmaya çalışacağız:

Zikir, Kur’an-ı Kerimde 22 anlamlı olarak yer alır.

Zikir, türevleri ile birlikte 268 defa Kur’an-ı Kerimde geçer. 47 ayette Allah’ın zikredilmesini bildirir.(1)

Zikir: Anmak, anılmak, hatırlamak, hatırlatmak, dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak(2)

Zikir: Kur’an okumak, dinlemek

Zikir: Subhanallah, , Elhamdü lillah, Allahu Ekber, lâ ilâhe illallah gibi sözlerle Allah’ı anmak.

Allah’ı anmak, genellikle insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.(3)

Allah anıldığı zaman müminlerin yürekleri ürperir, Kur’an okunduğu zaman imanları artar. (Bkz:Enfal, 8/2)

Allah’ı zikirle kalpler ülperir ve yumuşar. (Bkz:Zümer:39/23)

Allah’ı zikirle kalpler saygı ile ülperir. (Hadid. 57/16)

Zikredenler-Zikretmeyenler

 Peygamberimiz (sav) zikrin önemini şöyle belirtir: “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”(4)

Hadis-i şerifin açıklamasında şunlar yazılır: “Rasulullah efendimiz, Cenab-ı Hakkın ism-i şerifi ve zikr-i cemiliyye parıldayan mü’minlerin gönülleri, damarlarında kan dolaşan diri vücutlara benzetmiştir. Allah’ı zikretmediği için paslanan ve manevî kirlerle örtülen gafil kalbleri de ölülerin hareketsiz bedenlerine benzetmiştir. Demekki zikir kalblerin canı, ruhu ve hayatıdır.

Kâinat devamlı surette hareket halindedir. İnsanın da tıpkı bir parçası olduğu bu kâinat gibi canlı ve diri olması gerekir. Günün muhtelif saatlerinde ibadet mecburiyetinin getirilmesi yani sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılınması kalbleri diri tutmak içindir. Bu zorunlu ibadetler kalbin can suyudur.(5)

 Allah zikir hakkında şöyle buyurur: “Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara: 2/152)

 Elmalılı merhum ayetin açıklamasında şunları yazar: “Size iki vazife vardır: Birincisi:Beni zikrediniz, layıkı ile anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdad ve yardımımı devam ettireyim.  İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak suretiyle onlardan yararlanın. İnkâr ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz hasılı unutkan ve nankör olmayınız.

Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.

Dil ile zikir, Allah Teâlâ’yı en güzel isimleri ile anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, kitabını okumak veya dua etmek.

Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:

1-Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir.

2-Allah’ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah’ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.

3-Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren paraltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikir edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.

Bedenle zikir:Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak bulunmalarıdır.

Merhum M. Hamdi Yazır zikir konusunda şunları da yazar: “Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisi ile zikredilirse, O da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu ayet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:

Beni bana itaatle zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.

Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim.

Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.

Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi âhirette zikredeyim.

Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.

Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.

Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.

Beni benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.

Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.

Beni önceden ilahlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.

Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür.” (7)

Merhum şehid Seyyid Kutubdan zikir konusunda cümleler alıyoruz: “Allah’ı zikir, sadece dille değildir. Zikir kalbin de birliikte harekete geçtiği bir infialdir. Zikir, kalbin tek başına veya dille cûş-u hurûşa gelmesidir. (cûş-u huruş=çoşkunluk demektir. )

Bu cûş-u huruş neticesinde insan Allah’ı ve Allah’ın varlığını kavrayıp, böyle bir şuurun tesiri altında Allah’a itaat ederek rü’yetullaha vasıl olur. Hak Taâlâ’nın vuslat bahş edip, mülakat zevkini tattırdığı kimse için O’ndan başka bir şey yoktur artık.

Allah’ı unutan kimse, kendisini kaybetmiş gereksiz bir yaratıktan başka bir şey değildir. Kim Allah’ı zikrederse, Allah da onu zikreder ve zikrini kâinatın da üstüne çıkarır.

İlk müslümanlar gerçekten Allah’ı zikretmişlerdi de, Allah da onları zikretmişti. Onların zikrini yücelterek kendilerini ideal kumanda mevkiine yerleştirmişti.

Sonra müslümanlar, bu gerçek zikri unuttular. Ve birden zelil, boş, ihmale şayeste, hakir varlıklar haline geldiler.” (8)

Mahmut Toptaş hoca da zikir konusunda şunları yazar: “Âlimlerimiz zikir için demişler ki, dille yapılan zikir vardır. Elinize aldınız tesbihiniz yolda giderken boş gideceğinize, türkü söyliyeceğinize, Lâ İlâhe illallah, Lâ ilâhe illallah diyerek gidiyorsunuz. Bu bir zikirdir. Dille yapılan bir zikirdir.

Kalble yapılan zikir, kişinin yüreğinden Allah sevgisini ve korkusunu hiç çıkarmaması da zikirdir.

Bedenle yapılan zikir ise, Allah’ın vermiş olduğu bedenle Allah’ın vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, O’na bedenle yapılan bir zikirdir. Namaz hem dille yapılan bir zikirdir. (Fatiha suresini ve diğer zammi sureleri okuyoruz. ) hem de bedenle yapılan bir zikirdir. Bütün azamız bu zikre katılmış oluyor. Aynı zamanda kalble de yapılan bir zikirdir. Allahü Ekber deyip elinizi bağladıktan sonra, mümkün mertebe dışarıyla ilişkiyi kestiğiniz takdirde hem dilimiz, hem kalbimiz, hem de bedenimiz Allah’ın zikri ile meşgul olmuş oluyor.”(9)

Allah’ı Anmak Kalblere Huzur Verir

Allah buyurur:  “Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.” (Rad, 13/28, 29)

Merhum Ebu’l-Leys Semerkandi, ayetlerin açıklamasında şöyle der: “İman edenler ancak hidayete ererler. İman etmeyenler ise asla hidayete eremezler. Çünkü hidayetin kapısı imandan geçer.

İman insanı Allah’a götürür, kalbi huzura kavuşturur.

Kalbler ancak Allah’ı anmakla ve zikirle huzura kavuşur.

Allah’ı anmayan kalb ölüdür, huzur bulamaz ve ondan hayır-hasenat beklenmez.

Kalbi huzura kavuşmayanlar dünyada da, ahirette de ebedî huzur ve saadete eremezler.

İman edip salih amel işleyenler dünyada da, âhirette de huzur ve saadete kavuşurlar. Onlar iki cihanda da mesut ve bahtiyar olacaklardır.

Çünkü Allah’ı zikir bütün ibadetlerin, iyiliklerin, hayırların, manevî güzelliklerin başıdır. Bu zikir insanı huzura, saadete, rahmete, iyiğliğe, hayra götürür. Şerden, kötülüklerden, masiyetten, küfürden, haramdan ve Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerden uzaklaştırır. Ruhu olgunlaştırır, nefsi terbiye eder, ahlakı güzelleştirir. İşte onlar için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır. Cennet onlarındır, orada Tuba ağacının gölgesinde gölgeleneceklerdir.”(10)

Mahmut Toptaş hoca ayetin açıklamasında şunları yazar: “Gözünüzü açın, dikkat edin Allah’ın zikri ile kalbler huzura kavuşur. Başka yolu yoktur. Kalblerin mutmain olması için, ”Subhanellah, ”Hasbunallahü ve nimel vekil” gibi zikirleri bol bol söylemek lazım.

Bu zikirler yanan yüreğin üzerine dökülen bir soğuk su gibidir. Onun galeyanını durdurur. Ruh ve sinir hastalıkları mutehassıslarının bir çoğu hastalarına namaz kılmayı, ibadet yapmayı, boş zamanlarında Allah’ı zikretmeyi tavsiye ediyor.

Başka bir doktorda hastasına şiyan şiyan kelimesini günde 500 tane söylemesini emretmiş. Ben de dedimki “bu kelimenin herhangi bir anlamı var mı?” Hayır dedi. Niye bu kelimeyi tevsiye ediyorsun dedim. Dediki öneml oan hastayı meşgul etmek. Ben de “Allah demesini söyleseniz” dediğimde, “bize onu öğretmediler bunu öğrettiler” dedi.

İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu veya müjdeler olsun demektir. Birde “Tuba cennetteki bir ağacın adıdır.

Yunus Emre’nin;

Salınır Tuba dalları,

Kur’an okur hem dilleri,

Cennet bağının bülbülleri,

Öter Allah deyu deyu.

Bu şiirinde ki “Tuba” bir isim olarak alınmıştır. Hadisde de “Tuba, cennette bir ağacın adıdır” diye zikredilmiştir.

Ayette “iman edip salih amel işleyenlere Tuba ağacının altında gölgelenmek vardır. ”Bir kısım hocalarımız “onlar için varacakları güzel bir makam ve mevki vardır” diye tefsir etmişlerdir.

Önemli olan bir hususta iman ile salih ame ard arda gelmesidir. Dikkate şayandır, iman gönülde olandır, amel gönülde olanın fiiliyata dökülmesidir. Fiiliyata dökülmeyen iman sahibine pek faydalı olmaz. Kişinin evinde oturup “yarabbi bana para ver” demesi nasıl olmuyorsa kalbdeki imanda amele dönüşmedikçe faydası az olur.”(11)

Merhum Muhammed Hamdi Yazır “zikir” konusunda şunları yazar: “Allah’ı anmak ve hatırlamakla kalbler huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah’a bağlıdır. Bütünüyle sebebler zinciri Allah’dan başlar ve yine dönüp dolaşır O’nda son bulur. Mümkün ve mühtemel olan her şeyin akışı Allah’da kesilir.

Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkan ve ihtimal bulunsun.

Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur.

Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister.

Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz.

Bundan dolayıdır ki, marifetullah’a yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru ve “cemiyyet-i dil” denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınırda çırpınır durur.

Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vüslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider.”(12)

Merhum şehid Seyyid Kutub ayetlerin açıklamasında şunları yazar: “Allah’a bağlılıklarını ve O’na yaklştıklarını hissetmekle huzura kavuşurlar. Hakkın yanında bulunmanın verdiği bir emniyet içindedirler. Yalnızlığın vereceği huzursuzluk ve krizden kurtulurlar. İki yolun ortasında kalmış olmanın verdiği sıkıntıdan uzak olurlar.

 Yaratılışın hikmetini kavrarlar, başlangıçtaki duyumlarını anlayıp nereye geleceklerinden haberdar olurlar. Her türlü tecavüzden korunmuş olduklarını bilirler.

Allah dilemedikçe onlara hiçbir şeyin fayda ve zarar veremeyeceğini kabul ederler ve bu yüzden huzurlu olurlar.

Allah’ın verdiği musibetlerle denendiklerini kabul ederek belalara sabrederler. Allah’ın rahmeti, yardımı, dünya ve ahîrette rızıklarla kendilerini donatmasını bilerek rahmetine güvenirler.

 Allah’ı anmakla mü’minlerin kalblerinin huzura kavuşması gerçeğinin çok derin anlamı vardır ve bunu ancak iman aydınlığından nasibini almış ve Allah’a mülaki olmuş kalbler anlarlar. Ne var ki, onu bilmeyen ve anlamayanlara kelimelerle aktarmak güç hem de çok güçtür. Kelimeler o anlamları iletemez.

Allah’a yaklaşmanın verdiği ünsiyeti ve huzuru yitirmek kadar dünya yüzünde acı ve felakat yoktur. Çevresindeki kâinatla ilgisini kesmiş olarak yer yüzünde gezinen kimseden daha betbaht birisi olamaz.

Çünkü Allah’a bağlılığını kaybeden kişi bu kopmaz ve sarsılmaz bağı kaybetmekle bütün kâinatla olan bağlantısını kesmektedir.

Bu dünyaya niçin geldiğini ve nereye gittiğini bilmeden nebati bir hayat yaşayan insandan bahtsız ve daha zavallı kim olabilir? Hayatta değer verilmesi gereken şeylere değer vermesini bilmeyen insandan daha acınacak birisi olur mu? “Dikkatli olun, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzurlu olur. ”

Allah’ın zikriyle huzura erenlere, Allah onlara varacağı yeri de güzelleştirmektedir. Çünkü onlar bu dünyada güzel ameller işlemişler ve hayat için faydalı hareketlerde bulunmuşlardır.

“İnanmış olup salih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır.”(13)

Allah buyurur: “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vernmekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar” (24/37)

Ayetin açıklamasında şöyle denilir: “İnsanların çoğu, fani olan imtihan dünyasında ticarete, zanaate, zevk ve safaya dalarak Allah’ı unuturlar, namazları vaktında kılmazlar, mala düşkünlükleri sebebiyle zekatı ya hiç vermezler yahut da eksik verirler.

Bunlar imtihan için verilmiş, adeta imtihan sorusuna benzeyen dünya malına ve menfaatine aldanarak servet ve nimet imtihanını kaybeden gafillerdir.

Allah’ın örnek gösterdiği, övdüğü, yaptıklarının karşılığını fazlasıyla vereceği, ayrıca karşılığı olmayan hesapsız lutuflarda bulunacağı kulları ise, dünya-âhiret dengesini iyi kuranlar, ebedîyi faniye, devamlıyı geçiciye, değerliyi değersize değişmeyenlerdir.(14)

Mahmut Toptaş hocamız d ayetin açıklamasında şunları yazar: “Mecnun Leylasına aşık olunca, bütün güzellikleri onda görünce; bağlar, bahçeler, sazlar, kızlar, saraylar, köşkler hiçbiri onun gönlünü eğleyemez olur.

 Allah’ın da kadın ve erkeklerden öyle er kişileri vardır ki almak, satmak, ticaret yapmak onları Allah’ın zikrinden, Kur’andan, namazdan, zekat vermekten alıkoyamaz.

Onlar Allah’ın rızasını kazanıp cennetine girmeyi hedef kabul etmişler. Kırk bin metre koşucusunun koşarken hep ödülü düşündüğü, ayağına değen taşlara takılıp kalmadığı gibi, o er kişiler de Allah’ın rızasına doğru yürürken gözlerine takılap haram yüzlere ve gözlere, eline bulaşan haram olan, baş dödüren, köşe döndüren paralara takılıp kalmazlar.”(15)

“Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 62/10)

Bütün kötülüklerin başı Allah’ı unutmaktır. Allah’ı hatırlamayan, O’nun kulları için hazırladığına değer vermeyen kimseler, kendi basit zevk ve çkarları içinde boğulmaları sebebiyle kendilerinden başkalarını düşünmezler.

Halbuki insan Yaratıcısını ne kadar çok hatırlayıp anarsa, davranışlarına o nisbette çeki düzen verir ve O’nun rızasını kazanmaya bakar. İyi bir insan olmanın, dolayısıyla hem dünyada hem âhirette mutlu olmanın yolu her fırsatta Allah’ı anmaktır.

Sabah, akşam, gece, gündüz, karada, denizde, hazarda, seferde, otururken, yatarken, işine giderken gelirken, sağlamken, hastayken, kısaca her zaman her yerde ve fırsatta Rabbini anmalıdır. İnsanın iki cihanda başarısı ve kurtuluşu buna bağlıdır. Zikir Allah’ı sadece dil ile ibaret değildir. Allah’ın yapılmasını emrettiği ve Rasulullah’ın ümmetine emrettiği her ibadet her hayır ve güzel iş birer zikirdir.”(16)

Allah Dostlarına Göre Zikir

Tasavvufun temel eserlerinden biri olan “ Kuşeyri Risalesi” nin zikir bölümünden paragraflar alıyoruz.

Konu bir âyet ve bir hadisle başlar:  “Allah Teâlâ buyurmuştur ki: “Ey iman edenler; Allah’ı çokça zikredin. ”(Ahzab:33/41)

Peygamber (sav) ashaba;   “Size amellerinizin en hayırlısını, rabbınız katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini, altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizin veya onlarla savaşırken şehid düşmenizden daha hayırlı olanını vereyim mi?” diye sordu. Ashap, “Ey Allah’ın Resûlü, o nedir?” diye sordular.

“Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizi, Daavât, 6)

Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Yetyüzünde Allah Allah diye zikreden kimseler bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” (Müslim, iman, 148)

Zikir temelde iki iki kısımdır: Dille zikir, kalble zikir.

 Kul diliyle zikre devam ederek sürekli kalb zikrine ulaşır. Tesir, kalb zikrine aittir. Kul kalbi ve diliyle zikretmeye başlayınca, onun manevî terbiyesinde en kâmil hali budur.

Zikrin belirlenmiş bir vakti yoktur. Zikir her vakitte yapılabilir. Kul, her vakit zikirle görevlidir. Bu, ya farz ya fazilet olarak sürekli devam eden görevdir

Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde, bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Kalb ile zikir ise bütün vakit ve hallerde yapılabilir. Allah Teâlâ, gerçek akıl sahiplerini tanıtırken şöyle buyurmuştur: “Onlar ayakta, oturdukları halde ve yanları üzerinde yatarken sürekli Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran: 3/191)

Hasan Basrî demiştir ki, manevi tadı şu üç şeyde arayın: Namazda, zikirde ve Kur’an okumada. Eğer bunlarda bulursanız çok güzel. Yoksa bilin ki (kalbinizin katılığı yüzünden, size şevk ile amel etme) kapısı kapanmış.”(17)

Dil ile Zikirde Kullanılan Sözler

1- Allah: Yüce yaratan’ın has ismidir. Konuşurken, sohbet ederken, çalışırken, yürürken, otururken her halde gönülden gelerek aşk ile sık sık söylenmelidir. Müslüman, Allah deyince, Allah’ı anar yani zikreder.

Süleyman çelebi Mevlid de şöyle der:

Bir kez Allah dese aşk ile lisân,

Dökülür cümle günah misli hazan.

Bir kere dil aşk ile Allah dese, gunahlar sonbahar yaprakları gibi dökülür.

Eûzü-Besmele:

Eûzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillahirrahma-nirrahîm.

Türkçesi; İlâhî rahmetten kovulmuş şeytanın şerrineden Allah’a sığınırım. Rahman ve rahîm Allah’ın (cc) adı ile başlarım.

Müslüman yerken, içerken bir işe başlarken, Eûzü, besmele çeker. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınır, Allah adı ile başlar. Allahı zikreder, O’ndan yardım ister.

3-Lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur. Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır. Çok söylenmelidir.

4-Sübhanallah: Allah ‘ta noksan sıfatlar yoktur.

5-Elhamdü lillah: Allah’a hamdolsun, demektir. Yedikten, içtikten, bir işi tamamladıktan sonra, birisi nasılsın? deyince Allah’a hamdolsın deriz, memnuniyetimizi belirtiriz. Allah’a şükrederiz.

6-Allahu Ekber:Allah en büyüktür. Büyüklükte eşi, dengi ve benzeri yoktur. Namaz Allahu Ekber diye diye kılınır. Sevinçli anlarımızda tekbir alırız, Allahu Ekber, deriz.

7- Hasbunallahü ve ni’mel vekîl.

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Sıkıntılı ve zorluk anlarında)

8- Lâ havle velâ kuvvete illâ billah

Güç ve kuvvet sahibi ancak Allah’tır.

Peygamberimiz(sav) şöyle buyurur:

9- Dile hafif, mizana konduğunda ağır gelen ve Rahman olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: “Sübhanallahi ve bihamdi, sübhanallahil’azîm.”

AYET DUALARLARI İLE ZİKİR

1-Rabbenâ âtinâ fiddünya haseneten ve fil’âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr.

“Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” (Bakara: 2/201)

2-Rabbi zidnî ilmen

Rabbim ilmimi artır. (Taha:20/114)

3-Teveffenî müslimen ve el’hıknî bissâlihîn (Yusuf:12/101)

Rabbim, beni Müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat.

4-Rabbic’alnî mukîymessalâti ve min zürriyyetî Rabbenâ ve tekabbelduâ’

Rabbenağfirlî velivalideyye ve lilmü’minîyne yevme yekûmülhisâb(İbrahim:14/40, 41)

Rabbim, beni ve neslimden olanları, namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz duamı kabul eyle. Rabbimiz, hesabın görüleceği günde beni, ana ve babamı ve bütün mü’minleri affeyle

HADİS DUALARI İLE ZİKİR

1- Sebbit kalbî a’lâ dinike=

Rabbim! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.

2- Allahümme e’innî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik.

Allahım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana layık ibadet etmek için bana yardım eyle.”

3- Allahümme inneke afüvvün tühibbül afve fa’fü annî

Allahım! Sen çok affedicsin. , affetmeyi seversin. Beni affet.

4- Allahümmec’alni minettevvabîn vec’ alni minel mütetahhirîn Allahım! Beni tevbe edenlerden ve beni temizlenenlerden eyle.

Cüveyriye Tesbihi

Peygamberimiz (sav) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Cüveyriye validemiz namaz kılmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti tekrar eve döndü. Cüveyriye validemizin hala yerinde oturduğu görünce: “Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O da: Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine peygamberimiz (sav): “Senin yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eişt olur: (Sübhanallahi ve bi-hamdihî adede halkıhî ve rıza nefsihî ve zinete arşıhî ve midâde kelimatihî) Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince; ben, Allah’ı uluhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim”

İslâmî tarikatlar, mensuplarını terbiye ederken, öğütler verirken günlük zikirleri de kullanılar. Günlük zikirler de verirler. Biz de tarikatların zikirlerine benzer günlük bir zikir cetveli snuyoruz.

Günde yüzbir defa Allah

Günde yüzbir defa Lâ ilâhe illallah

Günde yüzbir defa. Sübhanallahi ve bi hamdih

Günde yüzbir defa Allahümme salli a’lâ Muhammed’in ve a’lâ âli Muhammed.

Günde yüzbir defa Esteğ’firullah.

Günde on defa Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şeriyke leh. Lehülmülkü velehülhamdü ve hüve a’lâ külli şey’in kadîyr.

Konuyu âyet mealleri ile tamamlıyalım: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.  Onu sabah akşam tesbih edin.  O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyenlerdir.  Allah mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab, 33/41-43)

----------------------------------------------------------------------------------------------

1 -   Doçent Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir, sh:15-25, Diyanet yayını, 2007, Ank.

2 -   M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/460, Zaman yayını, İst.

3 -   Süleyman Ateş. Kur’n-ı Kerimin tefsiri, 3/1377, Milliyet yayını, 1995, İst.

4 -   Riyazussalihîn, 6/266, Hadis NO:1437, Erkam yayını, İst.)

5 -   Adı geçen eser, 6/266-267

6 -   Hak Dini Kur’an Dili, 1/445, Bkz. Riyazussalihîn, 6/188

7 -   Adı geçen eser, . 1/446

8 -   Seyyid, Kutub, Fi zılalilkur’an, 1/291, Hikmet yayını, İst.

9 -   M. Toptaş, 1/294

10 -   Ebul-Leys Semerkandi, Tefsirulkur’an, 3/328, Özgü yayını, İst.

11 -   Mustafa Toptaş, Şifa Tefsiri, 4/228, Gerçek hayat yayını, İst.

12 -   Hak Dini Kur’an Dili, 5/145

13 -   Fi zılalilkur’an, . 8/547-549

14 -   Kur’an Yolu, 4/84, Diyanet yayını, Ank.

15 -   Şifa tefsiri, 5/384.

16 -   Riyazussalihîn, 6/220

17 -   Küşeyri risalesi, 254-258, Semerkand yayını, 2009, İst.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Bizden Sizlere / Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 08:47:12 ÖS »


Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil, muhkem bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. Müslümanlar arasında tekfir felâketinin yaygınlaşmasının sebeplerinden birisi de, yargısız infaz cürmünün yayılmasıdır. Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.
 
ALLAH’ın indirdiği dini yaşamak ve Allah yolunda Allah için yarışmak, Müslümanların daimi vasıflarıdır. Müslümanlar Allah yolunda meşru hizmetlerde birbirlerinin yar ve yardımcılarıdır. Şartlar ne olursa olsun, Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi sadece Müslümanca’dır.

Kâfire yapılması gereken muameleyi kendi din kardeşlerine yapmaya kalkışanlar, kendi Müslümanlıklarına suikast düzenleyenlerdir. İslâm, kâfirlere inmesine rağmen bazı nasları Müslümanlara karşı uygulamadan da beridir.

Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi Müslüman’ca değilse, gayr-i meşrû davranışlara ve tecavüzlere yeni kapılar açılmış demektir. Kendi hevâlarını ilâh edinenler, iman esaslarını merkezden çıkartıp kendi egolarını merkeze koyanlardır. Kendini merkeze alan insan, çoğu zaman hevâsını ilâh edinir, adetâ putperest gibi davrenmeye başlar. Kendi hevâ ve hevesinden menkul değer ölçüleri, görüşleri ve yorumları kendisine göre hakikatin ta kendisidir. Aksini iddia edenler büyük bir yanlışın ve sapkınlığın içindedirler. Bu durum tam da Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmeme gerekçesini, “Ben ondan daha üstünüm” şeklinde ortaya koyan şeytânî mantıkla aynı paralelde işleyen bir düşünce sapmasıdır.

“Allah: ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi. İblis: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurda yarattın’ dedi.” (1)

Dikkat edilirse, Allahû Teâla, ilm-i ezelisinde şeytanın durumunu bilmesine rağmen Şeytan’dan isyanının, istikbarının gerekçesini, sebebini sual ediyor. Allahû Teâla bunu sual etmesiyle bizleri edeplendiriyor. Yargısız infazın dinde yeri olmadığını bize hatırlatıyor. Konuşmadan, dinlemeden Müslümanları tekfir etmekten bizi sakındırıyor. Bu âyet-i kerimelerden anlıyoruz ki; muhatabımız şeytan dahi olsa ifadesini alacağız, gerekçelerini dinleyeceğiz. Sözün en güzeline tabi olabilmek için, söylenen sözü sonuna kadar dinlemek gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de; ”Müslümanlar, sözü dinleyip en güzeline tabi olanlar” olarak tanıtılmışlardır. Rabbimiz buyuruyor:

“Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah’a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde kullarıma müjde ver. O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(2)

Müslümanlar arasında tekfir hastalığının yaygınlaşmasının ana sebeplerinden birisi de, yargısız infazın ahlâk haline getirilmesidir. Yargısız infazı ahlâk edinerek birbirlerini kâfir ilan eden, birbirlerinin katlini meşru gören Müslümanlardan İslâm beridir. Bunların yaptıklarının dinde yeri yoktur.

Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Tarihte ve bugün, İslâm ümmeti içerisinde en büyük fitnelerden birisi, hiç şüphesiz Müslüman’ı dışlayıcı, ötekileştirici, hatta İslâm dairesinin dışına iterek tekfir edici bakış açılarıdır. Bu nevi sapık cereyanların ortaya çıkışının birçok gerekçesi gösterilebilirse de en önemli sebeplerinden birisi, sahih bir ilim anlayışının ve metodolojisinin içinde yetişmiş, yeterli sayıda âlim ve ârifimizin olmayışıdır. Ya da böyle âlimlerimizin halkı yeterince bilgilendirmemesi, irşad ve terbiyeden geri durmalarıdır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).”(3)

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların haline. İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sabit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidir.”(4)

“İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allah’ın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç.” (5)

Müşrik asrın ve İslâm’sız kalmış günlerin beraberinde getirdikleri tereddütlerden, şek ve şüphelerinden Müslüman ancak iman ve ilim ile kurtulabilir. Tabii ki ilim de ancak amel ile fayda sağlar. Bu nedenle diyoruz ki; Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi hissi değil ilmidir. Müslümanlar dinde hissilikten ilmiliğe geçmedikleri müddetçe birbirlerini tekfir etmekten, birbirlerini kâfirlerin kucağına itmekten geri durmazlar.

Duat olması gerekirken Kudat olanlar, Tebliğci olması gerekirken ümmet Kadılığına kalkışanlar, Müslüman olmanın hududunu aşanlardır. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.

Cehaletin saadet kabul edildiği bir yerde Müslümanları tekfir etmek cinayettir. Rabbimiz, kulları üzerinde bu nevi tasarrufta bulunma girişimlerini doğru bulmamış ve Müslümanların bu konuda hassas davranmalarını istemiştir. Bu nevi yanlışların, çoğu zaman dünyevî menfaatler uğruna yapıldığına da dikkat çekmiştir:

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(6)

Bu âyet-i kerime, Müslüman’a Müslüman’ın kıymetini hatırlatıyor. Dünyayı dine tercih edenler, hem kendilerini ve hem başka Müslümanları dinden ederler. Müslüman’ı fasıklıkla, münafık olmakla ve daha ötede kâfirlikle suçlamak ve bunu kesin bir bilgiye değil de zannına ve vehmine dayanarak yapmak -Rabbimiz muhafaza buyursun- insanın kendisini ateşe atmasıdır.

Her Müslüman kendi başına bir kıymettir. Müslüman’ın kıymetini bilmeyen Müslüman’ın kıymeti olmaz. Raûlüllah (sav) buyuruyor: “Allah katında dünyanın yok olması, bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir.” (7)

Bir Müslüman bir cihana bedeldir hatta ve hatta bir cihan bir Müslüman’dan ehvendir. Münkir ve müşrik bir asra düşmüşüz. Bu asırda dünyada, günde yaklaşık olarak bin Müslüman katlediliyor. Bunların % 90’nın failleri Müslümanlar... Yani her 900 Müslüman’ı Müslümanlar öldürüyor. Haydi biz alıştık, bu durumu çocuklarımıza bu hadis-i şerifin ışığında nasıl anlatacağız? Çocuklarımızın gözlerinin içine nasıl bakabileceğiz? Galiba asıl mesele bu... Gelecek nesillerimizi kanlı katillere emanet ediyoruz.

Müslümanlar birbirlerini ümmet zemininde tamamlayan kimselerdir. Onların hayatlarında ayrılığın ve gayriliğin yeri olmaz. Mü’minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü’minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü’min kardeşleri derinden hisseder. Mü’minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.v) şöyle ifade etmektedir. “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.”

Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş’arî’nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir: ”Mü’minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır.”(8)

Bir mü’minin, diğer bir mü’min kardeşine her halükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, “zalim de olsa, mazlum da olsa mü’min kardeşine yardım et!” diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: “Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur.”(9)

Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman’ın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır. Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükâllah der, hastalandığında ziyaretini yapar,

öldüğünde cenazesinin ardından yürür, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sever.”(10)

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. İslâm devletinin teminatı altında yaşayan zimmîler ve çeşitli din mensupları da aynı hükme tabidir. Esasen İslâm dini, her çeşit zulüm ve haksızlığın, herhangi bir insana yapılmasını caiz görmez. Ancak kendilerine ve başkalarına zulmedenlere karşı alınan tedbirler ve verilen ceza, zulüm ya da haksızlık olarak nitelendirilemez. Şirk ve küfür bir zulümdür. İslâm, insanların şirkte ve küfürde kalmalarına, şirki ve küfrü meşru göstermelerine, ya da yaymalarına müsamaha ve müsaade etmez. Böyle davrananlara karşı, Allah’ın emrettiği ve prensiplerini vaz ettiği ölçüler içinde hareket eder. Bunu yaparken adâlet kâideleri dışına çıkmaz. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”(11)

İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle Müslümanların kendi aralarında sağlanır. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet  ve icmâ ile sabittir. Peygamber Efendimiz (sav) dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helâl saymamıştır. Müslümanlar hep birlikte sulhu salah için cengü cidale hazırlanan kimselerdir. Onlar muhabbet fedaileridir, onların husumete vakitleri yoktur.

Sulhu salah zemininde kalarak Müslümanların hayrına çalışmak, Müslümanların cehaletini gidermek ve Müslümanların din ve dünya işlerini Allah’ın muradına göre düzene koyma imkânına kavuşmaları için çalışmak, Müslüman’ın Müslüman’a Müslüman’ca muamelesindendir. Müslüman’ın Müslüman’a muamelesinin mihengi, tek ümmet şuurudur. Ümmet şuuru; Müslüman’ı eksikliği, kusuru yüzünden dışlamayı değil, eksiğini, kusurunu tamamlaması için sahiplenmeyi gerektirir. Müslümanları sahiplenmeyen ve savunmayan Müslümanlardan değildir!

--------------------------------------------------------------

1 -   Sad Sûresi/ 75-79

2 -   Zümer Sûresi/17-18

3 -   Sünen-i Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Sünen-i Tirmizî, Fiten 33

4 -   el- Müsned (Ahmed b. Hanbel) 2/ 390; Sahih-i Müslm, İman: 186; Sünen-i Tirmizî, Fiten: 30 (2196)

5 -   Ramûzu’l-Ehadis s. 299, 3722 hadis. (Tabarani Kebirden, İbn-i Mace’den, Deylemi Ebi Umame’den), en-Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, Riyazüs-Salihin, Terc. Emre, Mehmed, İstanbul 1974, s. 99 87. hadis; Sunenu İbn-i Mace, II, 1305, 1310 (3954, 3961)

6 -   Nisâ Sûresi, 94

7 -   Sünen-i Tirmizî, Diyat: 7; Sünen-i Nesaî, Tahrîm: 2

8 -   bk. Sahih-i Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Sahih-i Müslim, Birr, 65; Sünen-i Tirmizî, birr, 18; Sünen-i Nesâî, zekat, 67

 9 -   Sahih-i Buhârî, Mezalim, 4; Sahih-i Müslim, birr, 62

10 -   Sünen-i Dârimî, İstizan: 5; Sünen-i İbn Mâce, Cenaiz: 43

11 -    Sahih-i Buhârî, Mezâlim 3; Sahih-i Müslim, Birr 58

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Ölüm Kıyamet Ahiret / Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 08:42:28 ÖS »


Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu

Tarih boyunca değişmeyen sünnetûllah şudur: Her insan, kendisine tayin edilmiş olan imtihan süresinin bitiminde muhakkak ölümü tadacaktır. Kaldı ki her canlı ölür, her yeni eskir, her taze bayatlar ve her sağlam zaman içinde çürür. Rabbimizin dünya hayatı için değişmeyen takdiri budur. Hak-bâtıl mücadelesinin ilk insanın yeryüzüne gönderilmesiyle başlaması gibi, meydana gelen olaylara bakış ve yorumlama tarzında da hak ve bâtıl taifenin fikirleri birbirine taban tabana zıttır. Ehl-i kitabın ölümle ilgili yaydığı değişik hurafeler, zaman içerisinde müslümanları da etkisi altına almıştır. Hatta ta’ziyeleri bile farklıdır. Bizlerin ölüm hâdisesi karşısında birbirimize teselli ve taziyelerimizde takınacağımız tavrımız da Rabbimizin bizden istediği şekilde davranmak olmalıdır. İthal taziye şekillerine ihtiyacımız yoktur.

Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu

ALLAHU Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman etmiş müminler olarak Rabbimizin yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bildirmiş olduğu “ölüm” hadisesine kuşkusuz bir şekilde inanırız. Nasıl inanmayalım ki, her gün ve her an çevremizdeki bazı kimselerin bu dünya yaşamının bitmesi anlamına gelen ölümleriyle karşılaşıyor, adeta yaşam ve ölüm hâdiseleriyle iç içe yaşıyoruz. Aslında “adeta” demek bile abes kalır, çünkü, gerçekten yaşam ve ölümün iç içe olduğu bir hayat yaşamaktayız.

İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den (as) beri her doğan insan, kendisine tayin edilmiş olan imtihan süresinin bitiminde ölmüştür. Bu meyanda “her canlı, ölmek üzere dünyaya gelir” diyen hikmet ehli kimseler, hakikati ifade etmişlerdir. Her canlı ölür, her yeni eskir, her taze bayatlar ve her sağlam çürür. Rabbimizin bu dünya hayatı için değişmeyen sünneti (sünnetûllah) budur.

Hak-bâtıl mücadelesinin ilk insanın yeryüzüne gönderilmesiyle başlaması gibi, meydana gelen olaylara bakış ve yorumlama tarzında da hak ve bâtıl taifenin fikirleri birbirine taban tabana zıttır. Tarih boyunca insanların hidâyeti için gönderilmiş olan tüm peygamberlerin (salât ve selâm hepsinin üzerine olsun), insanlara olan davet ve uyarılarının temel taşları “Yaratan bir Rabb’in olması” ve “ölümden sonra başlayacak olan ikinci bir hayatla insanoğlunun dünyada yaptıklarından ötürü hesaba çekilmesi ve buna göre mükâfat veya ceza alması” konularıdır. Rasullerin getirmiş oldukları bu davet karşısında bir iman eden “mümin taife” ve bir de elçileri yalanlayıp “ölümün mutlak yok oluş olduğuna inanan kâfir taife” vardır. Ölüm hadisesinin bu iki düşünce doğrultusunda değerlendirilmesiyle ortaya iki bakış açısı çıkmaktadır: 1. Mümin bakışı 2. Kâfir bakışı. Hz. Âdem’den (as) bu yana gelmiş olan tüm insanlar bu iki düşünce doğrultusunda ikiye ayrılmışlardır.

Mümin Zümrenin İnanç Yapısı

Mümin taifenin ölüm hakkındaki düşüncesine göre dünyaya gönderilmiş olan insanlar, Allahu Teâlâ’ya kulluk etmek üzere dünyada bulunmaktadırlar ve burada imtihana tabi tutulmaktadırlar. Belirlenmiş olan eceller bitip, ölüm vakası cereyan edince insanlar hesap vermek üzere Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkarılacaklardır. Buradaki hesaptan sonra cennet nimeti veya cehennem azâbı ile karşılık göreceklerdir.

“Kim zerre kadar iyilik yaparsa karşılığını görecektir, kim de zerre kadar kötülük yaparsa karşılığını görecektir.”(1)

“Ayetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar işte onlar cehennem halkıdırlar. Orada sonsuza kadar kalacaklardır.”(2)

“İman edip salih amel işleyenlere, muhakkak onlar için altından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele.”(3)

Mümin taife temel olarak bu inanç doğrultusunda hareket eder.

İnkârcı (Kâfir) Zümrenin İnanç Yapısı

Kâfir taifeye göre ise ölüm, mutlak bir yok oluştur. Ancak bu dünya hayatı vardır, ölüp yok olan kişiler tekrar diril(til)emezler. Başka bir hayatın olması hakkında bunu doğrulayacak hiçbir kanıt yoktur. Öyle ya, diğer taraftan bu tarafa gelen bir kimse var mıdır?

“Dediler ki: Ancak (bu) dünya hayatımız vardır, (burada) ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak (yok) eder. Onların bu konu üzerine bir ilmi (bilgisi) de yoktur ve onlar ancak zannediyorlar.”(4)

Bu âyet-i kerime ile bu fikirdeki inkârcıların düşünce yapısı bildirilmiştir. Diğer bir âyet-i kerimede ise müşriklerin Peygamber’e (sav) karşı inkârlarına dair ileri sürdükleri görüş şöyle bildiriliyor:

“Ve kendi yaratılışını unutup bize bir misâl getirdi. Dedi ki: Çürümüş kemikleri kim diriltecek?”(5)

Ölümden sonraki hayatı inkar edenlerin içerisinde mutlak yok oluş fikrine sahip olanların yanında bir de ruhun başka canlılara geçmesi (reenkarnasyon) fikrine sahip olanlar da bulunmaktadır. Bu zümrenin de düşünce yapısı; ölmüş kişilerin ruhlarının ölmediği başka bir canlının bedenine girerek (velev bir hayvan bedeni de olsa) yaşamlarını sürdürdükleridir. Onlara göre bu şekilde sürüp giden bir döngü devam etmektedir.

Burada özellikle vurgulayıp üzerinde duracağımız konu ölüm hadisesine müminin/müslümanın bakışıyla ilgili olacaktır. Çünkü Allahu Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükürler olsun ki bizlere hidayet etti ve kendisine teslim olanlardan kıldı.

Kendilerine kitap indirilmiş son taife olarak biz müslümanlar Rabbimizin bize indirmiş olduğu kitabın ve göndermiş olduğu elçisinin bildirmiş oldukları doğrultusunda inanır ve yaşarız.

“Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır, sonra da bize döndürüleceksiniz.”(6)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizleri hayır ve şerle deneyerek imtihan edeceğiz. Ve bize döndürüleceksiniz.”(7)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak size kıyamet gününde (tastamam) verilecektir.”(8)

Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen bu üç âyet-i kerimedeki hakikatler doğrultusunda bizler dünyadaki yaşamın bir imtihan, ölümün ise Allahu Teâlâ’nın huzuruna hesaba çekilmek üzere çıkarılma için dünya hayatının sonlanması olduğuna, bu hesaba göre de insanların ya cennet nimetleri kazanacağına ya da cehennem azâbına çarptırılacağına inanırız. Bu meyanda ölüm, bize göre “bir yok oluş” değil, sadece bir mekândan başka bir mekâna geçiş anlamını taşır.

Diğer Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar da aynı inanca sahip olmakla birlikte, dinlerini tahrif etmeleri sonucu, ölüm gerçeğiyle ilgili konuları da tahrif etmiş ve sapkın fikirlere dalmışlardır.

“Dediler ki: Yahudi veya Hıristiyan olandan başkası cennete giremeyecektir. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz haydi delilinizi getirin.”(9)

“Yahudi ve Hıristiyan’lar dediler ki: Bizler Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”(10)

“Bu, onların ‘sayılı günler dışında bize azap dokunmayacaktır’ demelerindendir. Dinleri hakkında yaptıkları bu iftiralar kendilerini aldatmıştır.”(11)

Âyet-i kerimeler bizlere Yahudi ve Hıristiyan’ların ölüm ve ötesi hakkındaki düşüncelerini haber vermektedir. Bu düşünceleri doğrultusunda içlerinden ölenlerin semaya çıktığını, Allahu Teâlâ’nın oğulları (hâşâ) ve sevgilileri oldukları için onları yanına aldığını, ölmeleriyle beraber nimetlerle tanıştıklarını ve bu ölmüş bulunan kişilerin yukarıdan, yerde yaşayan yakınlarını seyrettikleri gibi fikirler iddia etmişler/etmektedirler. Yaşadığımız zamanda da tablonun aynen bu minval üzere olduğu hepimizin malûmudur.

Ebu Said el-Hudri’den (ra): Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. Onlar keler deliğine girecek olsalar siz de onları takip edeceksiniz”

Bunun üzerine bizler (sahabiler) sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takip edeceklerimiz) Yahudiler ve Hıristiyanlar mıdır?

Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacak?”(12)

Rasulullah’ın (sav) bildirdiği üzere Müslümanlar da türlü düşünce ve hareketlerde Yahudi ve Hıristiyanları takip etmiş/etmektedirler. Bunlardan en önemlisi olarak sayabileceğimiz düşünce yapısı; “Müslüman’ım” demekle başka hiçbir şey yapmadan, cennete girileceğine, cennetteki yerinin hazır olduğuna inanılmasıdır. Yaşadığımız topraklarda büyük bir çoğunluk böyle bir düşünceyle “temiz kalpleri” ile kendilerini aldatıp durmaktadırlar. Ancak biz konumuz gereği bu mevzuya değil, “ölüm” hakkındaki fikirlerde Ehl-i Kitabı nasıl takip ettiğimize değineceğiz.

Üzülerek söylemek gerekir, ki müslümanlar olarak ölüm hakkındaki düşüncelerde de Yahudi ve Hıristiyanların izini takip etmekteyiz. Söylenmekte ve öyle olduğuna inanılmakta olan bazı sözlerle karşılaşmaktayız. Televizyon ekranlarında bilinçli/bilinçsiz bir şekilde kullanılan ve millete empoze edilen bir takım sözleri, halk da alıp, üzerinde kafa yormadan hayatına uygulamaktadır. Hâlbuki aşağıda vereceğimiz birkaç misâlden, bazıları insanın inancını tehlikeli noktalara götürme özelliğine hâizdir. Bu tehlikeye dikkat çekmek ve uyarma noktasında en fazla duymaya başladığımız cümleleri aktaracağız:

1. Allah onu çok sevdiği için yanına aldı: Duyduklarımızın başında gelen söylem budur. Özellikle ölen kimsenin genç olması halinde, taziye için gelmiş olan kişiler ölenin sahiplerine bu sözü söyleyip onları rahatlatmayı istemektedirler. Ölenin sahipleri de yine kendi çocuklarına, yakınlarına bu sözü söylemekte ve ölen kişinin çok iyi bir insan olduğunu, Allahu Teâlâ’nın onu çok sevdiğini anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu sözü objektif bir bakış açısıyla tahlil ettiğimizde, “eğer Allah (cc) bu kişiyi sevdiği için erkenden yanına almışsa, demek ki geride kalan yaşlıları çok da fazla sevmiyor” gibi bir önerme çıkar. Bu da farklı ve sapkın fikirlere dalmamızla sonuçlanır. Hâlbuki bizler, ecellerin Allahu Teâlâ tarafından belirlenmiş olduğuna, ecel geldiği zaman, bir saniye bile olsun, ne öne alınabileceği ne de geri bırakılabileceğinin mümkün olmadığına inanmaktayız. Genç veya yaşlı bir halde ölmek Allahu Teâlâ’nın bir kimseyi sevmesinin sebebi değildir. Rabbimizin rızası kendisine ihlâslı bir kul olmak, emir ve nehiylerine uygun bir hayat yaşamakla mümkündür. Allahu Teâlâ katında hayırlı ve hayırsız insanı şu hadisi şeriften öğrenmekteyiz:

Hz. Ebu Bekre (ra) anlatıyor: Rasulullah’a (sav) ‘hangi insan daha hayırlıdır’ diye sorulmuştu. “Ömrü uzun, ameli de güzel olandır” buyurdu. Öyleyse ‘insanların en kötüsü kimdir’ diye soruldu. “Ömrü uzun, ameli kötü olandır” buyurdu.(13)

Müslümanlar olarak bizler ecellerin takdir edilmiş olduğuna, Allahu Teâlâ’nın rızasına nâil olmanın da emir ve yasaklarına uymaya bağlı olduğuna iman ederiz. Bu sebeple özellikle erken yaşta meydana gelen ölüm olayları üzerine böyle bir sözün söylenmesi İslam’da yeri olan bir tutum değildir.

2. Allah baba (hâşâ), onu yanına aldı: Anne veya babasının ölmesi üzerine geride kalan küçük çocuklarına (güya) onların anlayacağı bir tarzda izah etme adına bu türden cümleler kurulmaktadır. Her şeyi bırakalım, bir defa Allahu Teâlâ hakkında “baba” kelimesini kullanmak, dinimizin temel akide esaslarına terstir ve insanı (bilinçli söylendiğinde) küfre götürür. Bir çocuğa ölmüş olan anne veya babasının ölümünü İslam’a göre anlatacak pek çok yöntem bulunmaktadır. Allah hakkında “baba” dediğinizi anlayacak olan bir çocuk, İslami kurallar doğrultusunda uygun bir şekilde kendisine anlatılacak olan “ölüm” hadisesini de anlayacaktır. Bu sebeple söylediğimiz sözü kulağımız duymalıdır. Allahu Teâlâ’nın ölen kişiyi yanına alması ise sözün diğer bir sakıncalı yönüdür. Kuran ve sünnet bizlere böyle bir durumu bildirmemiştir. Dinimizde olmayan bir şeyi Rabbimize isnat ederek söylemek ise Allahu Teâlâ’ya iftira atmaktır, bunun da bilinmesi elzemdir.

3. O şimdi bir melek: Çoğunlukla küçük çocukların ölümü üzerine kullanılan bir tabir. Bazan da çocuğa, ölen annesinin durumu bu kelimelerle ifade edilmektedir. Akidemiz gereği malum olduğu üzere melekler nurdan, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır. İnsan iradeye sahip olup bir şeyi yapıp/yapmama hüviyetine hâiz iken, melekler emrolunduklarını derhal yerine getiren ve asla asi olmayan varlıklardır. Ölmüş olan çocuk/anne sonuç olarak bir insanoğludur ve topraktan yaratılmıştır. Ölmüş olan bir insanın bir meleğe dönüştüğünü iddia etmek ise sakat bir düşünce olup, dinimizin asli kaidelerinde asla yeri yoktur.

4. Şimdi bulutlardan bizi izlemekte: Bir diğer kullanılan tabir de budur. Ölen kişi (zaten) cennetlik olduğu için! Gökteki yerini almış ve oradan kendi çoluk çocuğunu izlemektedir. Ölen kişinin gökte bulunuyor olması bir sorun, oradan yakınlarını izlemesi ise diğer bir sorundur. Bunu İslam’a dayandırmak asla mümkün değildir. Diğer sayılanlar gibi bu düşüncenin de İslam’a göre izah edilebilir bir tarafı yoktur.

Bu türden sözleri çevremizden duyup da sessiz kalmamız mümkün değildir.

Konuştuğumuz/dinlediğimiz sözleri İslam terazisinden geçirip öyle değerlendirmemiz gereklidir. Müslüman, Allahu Teâlâ’ya teslim olmuş, tüm söz ve hareketlerinde Rabbinin belirlemiş olduğu kurallara göre hareket eden/etmesi gereken kişidir. Allahu Teâlâ mümin taifeye başlarına gelen musibetler karşısında nasıl davranacaklarını/davranmaları gerektiğini de âyet-i kerime ile bildirmiştir:

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Muhakkak bizler Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz’ derler.”(14)

Bizlerin ölüm hâdisesi karşısında birbirimize teselli ve taziyelerimizde takınacağımız tavrımız da Rabbimizin bizden istediği şekilde davranmak olmalıdır. İthal taziye şekillerine ihtiyacımız yoktur.

Birkaç örneğini vermiş olduğumuz türden söz ve hareketlerin ve benzerlerinin bir müslümandan sadır olması mümkün değildir, çünkü inanç esaslarında bu türden fikirler bulunmamaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi bu tip inançlar Yahudi ve Hıristiyan’lara ait fikirlerle birebir aynıdır. Daha önceki Ehl-i Kitab’ı izleyeceğimizi bizlere bildirmiş olan Rasulullah’ın (sav) hadisi bu konuda da gerçekleşmektedir. Bu sebeple İslami inanç esaslarını öğrenmeye ve çocuklarımıza öğretmeye şiddetle ihtiyacımız vardır. Aksi takdirde iyi bir şey yaptığımız zannıyla Yahudi ve Hıristiyanlara ait düşüncelerle inanç dünyamızı bozarız da haberimiz olmaz.

-----------------------------------------------------------------

(1)   (Zilzal: 7-8)

(2)   (Bakara: 39)

(3)   (Bakara: 25)

(4)   (Casiye: 24)

(5)   (Yasin: 78)

(6)   (Ankebut: 57)

(7)   (Enbiya: 35)

(8)   (Ali İmran: 185)

(9)   (Bakara: 111)

(10)   (Maide: 18)

(11)   (Ali İmran: 24)

(12)   (Buhari Enbiya: 50, Müslim İlim:6)

(13)   (Tirmizi-Zühd 22, (2331)

(14)   (Bakara: 156)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4


Kaza ve Kadere İmanın Keyfiyeti Üzerine Notlar

Son yıllarda bazı ilâhîyat profesörlerinin ve tufeylî aydınların; “Kaza ve kaderle ilgili olan hadisler sahih olmakla beraber, haber-i vahid vasfına haizdirler. Sahih olmaları, sadece zannî bir bilgiyi ortaya çıkarır. Zannî deliller ise, itikadî konularda delil olarak kullanılamaz” iddiasını ortaya attıkları malûmdur. Bu iddiaların ilmi bir değeri yoktur. Zira meşhûr ve mütevatir hadislerin delâlet ettiği mana, hükmü kesinlik ifade eden âyet-i kerimeler ile te’kid edilmiştir. Yeryüzündeki Her şeyin Allah’ın (cc) ezelde takdîr ve tayin ettiği kurallara ve ilâhî ölçüye uygun olarak yaratıldığına imân etmek farzdır. İslâmî literatürde bu keyfiyetin, “Kaza ve Kadere İman” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre; Allah’a (cc) ve O’nun ilim, İrâde, kudret ve Tekvîn sıfatlarına imân etmek, “kaza ve kadere imânı” beraberinde getiren bir keyfiyete hâizdir. Kaza ve kaderi inkâr eden kimse müslüman olamaz.

Kaza ve Kadere İmanın

Keyfiyeti Üzerine Notlar

SON yıllarda bazı ilâhîyat profesörlerinin ve tufeylî aydınların; “Kaza ve kaderle ilgili olan hadisler sahih olmakla beraber, haber-i vahid hükmündedirler. Sahih olmaları, sadece zannî bir bilgiyi ortaya çıkarır. Zannî deliller akâid ve imân konularında delil olarak kullanılamaz” iddiasını ortaya attıkları malûmdur. Bu iddiaların ilmi bir değeri var mıdır?

Kaza ve kadere imânın keyfiyeti üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Yeryüzündeki Her şeyin Allah’ın (cc) ezelde takdîr ve tayin ettiği kurallara ve ilâhî ölçüye uygun olarak yaratıldığına imân etmek farzdır. İslâmî literatürde bu keyfiyetin, “Kaza ve Kadere İman” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Bu iki kelime, birbirinin mütemmim cüzü ve tamamlayıcısıdır. Bazı hadis-i şeriflerde, “Kadere İman, ” veya “Hayrı ile Şerri ile Kadere İman” şeklinde ifade edilmişse de çoğu zaman bir arada kullanılmıştır. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre; Allah’a (cc) ve O’nun ilim, İrâde, kudret ve Tekvîn sıfatlarına imân etmek, “kaza ve kadere imânı” beraberinde getiren bir keyfiyete hâizdir. Çünkü lügat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi kader kavramı, Hak Teâlâ’nın (cc) “İlim” ve “İrâde” sıfatlarına, kaza ise “Kudret” ve “Tekvîn” sıfatlarına imânı zarûrî kılar. Yani bu sıfatlara inanmanın zarûrî neticesi budur. Bu kısa izâhtan sonra, kader ve kaza kelimelerinin lügat ve ıstılâhi anlamları üzerinde duralım.

Arapça “Ka-de-re” kökünden gelen kader; Lugâtta; “ölçü, belirlenen miktar, bir şeyi belirli bir düzene göre yapmak, onu takdîr ederek tayin ve tahsis etmek” gibi keyfiyetleri ifade eder. Lugât ûlemasından Rağıb el-İsfehanî ‘El Müfredât’ isimli eserinde, “kader ve takdîr” kavramlarının, bir şeyin miktarını ve sınırını belirlemek anlamında kullanıldığını belirtmiştir. Yani kader; herhangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür.
(1)

Yeryüzünde bulunan her varlık, ilâhî bir ölçüye bağlı olarak ezelde takdîr ve tayin edilmiştir. Mesela: Buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdîr ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın, her ağacın veya bütün hayvanların tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan, ilâhî bir kanundur. Kader kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “masdar” ve “fiil” olarak kullanılmıştır. “Şüphesiz biz, her şeyi (n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdîre) göre yarattık” (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; “... (Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizâm vererek onun kaderini takdîr ve tayin etmiştir” (el-Furkan, 25/2) âyetinde de fiil olarak kullanılmıştır. Dolayısıylâ “yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını hak veya bâtıl, hayır veya şer, sevap veya ikâb olacağını ezelde tayin ve tespit edilmesi” ilâhi takdîrle (kaderle) ilgilidir.

Kaza kelimesine gelince: “Bir şeyin sonunu tesbit etmek ve hükme bağlamak” manasını ifade eden kaza kelimesi, bir değil, birden fazla anlamı olan bir kelimedir. Bir şeyin sözle veya hareketle tamamlanmasına, fiillerin zamanında yaratılmasına kaza denilir. Kaza kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “mastar” olarak değil, “fiil”, “fâil” ve “mef’ûl” olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/ 2, Tâhâ, 20/72 Meryem, 19/21) Muhkem nasslarda yerine göre; “emir, hüküm, ilan, beyan” ve özellikle de “yaratma” manalarında kullanılmıştır.

Meselâ: ‘Rabb’in, yalnız kendisine ibadet etmenizi kaza etti/emretti (öyle hükmetti). ” (El İsrâ Sûresi: 23) Kaza kelimesi “emir ve hüküm” manasınadır. Bir şeyin bütün unsurlarıyla tamamlanmasını ifade için de kullanılmıştır. “Bunun üzerine onları (Allah) yedi gök olmak üzere iki günde yarattı (kaza etti)” (Fussilet Sûresi: 12) âyetinde kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen “Kadâhunne” kelimesi, Allahu Teâlâ’nın (cc) onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Netice olarak kaza kelimesi; “herhangi bir şeyi yaratmak, sona erdirmek veya varlığını tamamlamak” anlamına ise de, bu mana, bağlamına göre değişebilmektedir. (2)

Kaza ve Kader kelimelerinin ıstılâhî manalarının, itikâdî keyfiyete haiz olduğu ‘İcma-i Ümmetle’ sabit olan bir hakikattir. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre kader; “Allah Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş veya olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o şekilde takdîr ve tahdid etmesidir. ” Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ’nın (cc) “İlim” ve “İrâde” sıfatlarına bağlı olup, bu ilâhî sıfatlara ve taalluklarına imân, kadere imânı da gerektirmektedir. Kaza ise; “Allah’ın (cc) ezelde İrâde ve takdîr etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.” Dolayısıyla kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, yani aynen uygulamaktır. Allah (c. c) her şeyi bir sebebe ve hikmete mebni olarak takdîr etmiştir. Kadere böyle inanılması gerekir.

Allah (c. c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdîr ve tespit ederek ‘Levh-i Mahfûz’da bulunan kitaba yazmıştır. Bu hakikat, muhkem nasslarla haber verilmiştir: “(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır” (El Hadid Sûresi/22). “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez” (Et Tevbe Suresi: 51). Allah’ın kazası, “Levh-i Mahfûz” da yazılı olan kaderine uygun olarak tecelli eder. Kadere imânı inkâr etmek, Allah’ın (cc) sabit olan zâtî ve subûtî sıfatlarını inkâr etmeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla kaza ve kadere imân, dinde inanılması zarûrî olan hükümlerden birisidir. İmam-ı Buhâri’nin ve İmam-ı Müslim’in” Es Sahih” adını verdikleri eserlerinde zikredilen (Bakınız ‘Kitâbu’l İman’ ve ‘Kitâbu’l-Kader’ babları) Hz. İbn-i Ömer’in (r. a) Peygamberimiz Efendimiz’den (s.a.s) naklettiği meşhur “Cibril Hadisi”nde, “Kadere imân” imân esaslarının zarûrî bir parçası olarak beyan edilmiştir. Rivâyete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrail (a. s), ‘İman, İslâm ve İhsan’ın manasını’ Hz. Peygamber’e (s.a.s) sormuş ve her sualin sonunda, “Sadakte” diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir.

“İman nedir?” sorusuna Rasulullah (s.a.s): “İman; Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır, (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere imân etmektir” buyurmuşlardır.(3)

Halife Hz. Ali (ra)’den rivâyet edilen Hadis-i Şerif’te, inanılması zarûrî olan hükümler arasında kaza ve kadere imânın zikredildiği de malûmdur. Hadis-i şerif, meâlen şöyledir: “Kişi şu dört şeye inanmadığı müddetçe mü’min olamaz: Allah’dan başka ilâh olmadığına, Benim O’nun kulu ve Rasûlü olduğuma, bütün insanlara hakla gönderilmiş bulunduğuma şehadet etmek, ölüme ve (ölümden sonra) tekrar diriltileceğine inanmak, Kadere imân etmek”(4)

Muhaddis Aliyyü’l Kârî hadis-i şerifin başında yer alan nefyin (lâ yû’minû) kemâle değil, asla râcî olduğunu belirtmektedir. Yani bu sayılanlardan herhangi birini reddeden kimse müm’in olamaz.(5)

Bilindiği gibi meşhur ve mütevatir hadislerin delâlet ettiği mana, hükmü kesinlik ifade eden âyetlerle te’kid edilmiştir. Yukarıda meâlen zikrettiğimiz âyeti kerimelerde, her şeyin ilâhî takdîre tâbi olduğu ve Allah’ın kazası ile (emir, hüküm ve yaratma) meydana geldiğine işaret edildiğini inkâr etmek mümkün değildir.(6)

Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.s) tebliğ döneminin son yıllarında “kader” ile “hayır ve şer” gibi terimler etrafında bazı tartışmalar ortaya çıkmıştır. Peygamberimiz Efendimiz (sav) ashabına, kaza ve kader konusunda münâkaşa etmelerini yasaklamıştır. Hz. Ebû Hureyre’den (ra) rivâyet edilen şu hadis-i şerif, bunun delilidir: “Bir gün bazı arkadaşlarla kader meselesini tartışıyorduk. Hz. Peygamber yanımıza geldi ve bizim kader meselesini tartıştığımızı öğrendi. Öfkesinden yüzü ateş gibi kızardı ve bize; “Bununla mı emrolundunuz, yoksa ben size bunu emretmek için mi gönderildim? Sizden öncekiler dinde münâkaşa yüzünden helak oldular. Böyle münâkaşalar yapmaktan sizi menederim” buyurdu.(7)

Peygamberimiz Efendimiz (sav) kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ’nın (cc) takdîri ve yaratması neticesinde ortaya çıktığına inanmanın, imân esaslarından olduğunu beyan etmiştir. Kaza ve kadere imân, tevatür derecesine ulaşan haberlerle sabittir. (8)

Başta Hz. Abdullah b. Ömer (ra) olmak üzere, bazı fakih sahabelerin kaza ve kader konusunu izâha çalışmaları, inanılması zarûrî olan hükümleri hafife alan, değiştiren ve şahsi kanâatlerine göre yorumlayan bedevilerin itikadi hatalarını tashih etmekle sınırlı kalmıştır.

Kaza ve kader meselesi ile insanların ihtiyarî fiillerinin yaratılması (halkı ef âl-i ibâd) konusu, tarih boyunca tartışılmıştır. Tercih hürriyeti problemini karmaşık hâle getiren hususlardan birisi; aslında meydana gelmesi söz konusu olmayan, farazi sorulara cevap bulma arzusundan kaynaklanmıştır. Bunlardan en önemlisi şudur: “Allah bir şeyi İrâde buyururken, insan bunun aksini yapmayı arzu ederse durum ne olur?” Böyle bir soruya her müslüman, elbette “Allah’ın dilediği olur” cevabını verecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda; Allah (cc) ile insan, çekişen iki yarışmacı (rakip) konumunda mütalâa edilmiştir.

Halbuki böyle bir faraziye, hakikatte hiçbir şeyin karşılığı değildir. Hâşâ Allah’ın (cc), yarattığı kuluyla yarışa girmesinin anlamı var mıdır? Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazi soru da şudur: “İnsan daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?” Muhakkakki Allah’ın (cc) ilmi herşeyi kuşatıcıdır. Zamanla ve vasıtayla sınırlı olmayan mutlak bir ilim sözkonusudur. Muteber kaynaklarda; İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin, kulların fiilleri ile kader arasındaki meseleyi izâh ederken, şu tesbitlerde bulunduğu ifade edilmiştir: ‘Kâinatta meydana gelen her şey, ilâhî takdîre (kadere) ve kazaya göre cereyan eder. Allah (cc) vukû bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmiş ve ilmine göre vasfederek Levh-i Mahfûz’a yazmıştır. Bununla beraber hiç kimseyi imâna veya küfre zorlamamış, her mükellefe fiillerini kendi İrâdeleriyle gerçekleştirme imkânını tanımıştır. Bundan dolayı kişi annesinin rahminden mü’min veya kâfir (saîd veya şakî) olarak doğmaz, sadece ortak ve malûm olan bir fıtrat üzere doğar.

Mü’min iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir. Kulların fiillerini yaratan Allah’tır, kul ise fiil yapmayı diler ve onu icrâ eder. Eğer kul fiiilerinin yaratıcısı olsaydı onları dilediği şekilde yapabilmesi ve her dilediğini gerçekleştirebilmesi gerekirdi. Fiillerini yapma gücü (istitâat) fiilden önce değil fiil anında kullara verilmiştir. Kul fiili yapma anından önce bu güce sahip olsaydı, Allah’a (cc) muhtaç olmazdı; hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de kulların her zaman Allah’a muhtaç oldukları bildirilmiştir (El Fâtır Sûresi: 15; Muhammed Suresi: 38). İstitâat, fiilini gerçekleştirmesinden sonra da kula verilmiş olamaz; zira bu takdîrde fiilin istitâatsız meydana gelmesi gerekir ki bu da muhâldir.’

-----------------------------------------------------------------

(1)   Ragıp El Isfahânî- El-Müfredat- İst: 1986, Sh: 403

(2)   Geniş bilgi için bakınız/ Abdülkerim El Hatib- El Kadâ ve’I-Kader, Kahire 1961, Sh: 147-151

(3)   Geniş Bilgi İçin Bk/ İbn Hacer Askalânî- Fethû’l Bârî - Bulak: 1300-1301, C: 1, Sh: 105 vd.

(4)   Sünen-i Tirmizi- İst: 1401 K. Kader: 10 (2146)

(5)   Aliyyü’l Kârî: Şerhû’ş Şifâ- İst: 1308, C: 2, Sh: 526

(6)   Geniş Bilgi İçin Bakınız/ Âlu İmrân, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, el Mâide, 5/77, el-En’am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/ 60, el-İsrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/ 49, el-Hadid, 57/22)

(7)   İbn-i Arabi-Şerhû Sahihi’t Tirmizi-Kahire: 1350-1352, C: 2, Sh: 9. Ayrıca bu keyfeyeti haber veren Hadis-i Şerifler için-Bakınız: İmam-ı Mâlik- El Muvattâ- İst: 1401- K. Kader: 14; Sünen-i Tirmizi-K. Îmân: 4

(8)   Kâdi Abdülcebbâr- Şerhu Usûli’l-Hamse - Kahire 1965, Sh: 431. Ayrıca, Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kadâ ve’l-Kader Fi’l-İslâm, Beyrut 1986, C:3, Sh: 5-6

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
İslamda Hukuk ve Adalet / İnsan Hakları, Kadın-Erkek Eşitliği ve Adalet
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 08:31:26 ÖS »


İnsan Hakları, Kadın-Erkek Eşitliği ve Adalet

Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadi, siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Kaynağı farklı da olsa bu hükümlerin, insanlara belirli vazifeleri ve mes’ûliyetleri yüklediği malûmdur. Farklı ideolojileri savunan ve İslâm ahkâmını hafife alan kimseler, insanın ilâhlığını ön plâna çıkarmaktadırlar. İdeolojik anlamda şüphelere dayanan bâtıl din (modernizm) fitne ve fesadın yayılmasına vesile olmaktadır. İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği konusunda keyiflerine göre konuşan kimseler, aydınlanma felsefesine dayanan modern bâtıl dinin müntesipleridir. Onların hidâyetine vesile olabilmek için elimizden gelen gayreti sarf etmemiz gerekir. Onlar İslâm milletinin kaybolmuş çocuklarıdır. Aşağılık duygusuna kapılan ve İslâm âlimlerini suçlamak için ‘erkeksi fıkıh’ gibi tabirleri kullanan Müslümanların da tövbe etmelerinde fayda vardır.

“Üniversite öğrencileri arasında ihtilâf konusu olan, daha doğrusu tartışılan aktüel konuların başında; insan hakları ve kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği meselesi gelmektedir. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı tarafından kabul eden manifestoda, ‘insanın kişiliğine bağlı olan dokunulmaz, vazgeçilmez ve başkalarına devredilmez haklarının bulunduğu’ ifade edilmektedir. Sosyalizmi ve feminizmi savunan öğrenciler; İslâm Şeriatı’nda ‘kadın-erkek eşitliğinin kabul edilmediği, mirasın taksiminde kadına erkeğin hissesinin yarısının verildiğini, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk tutulduğunu’ ileri sürerek, çağımızda bunun kabul edilemeyeceğini söylüyorlar. (.) Onlarla meseleyi müzakere ederken ‘İslâm dininin eşitliği değil, adaleti esas aldığını, kadınların evlenirken mehir aldıklarını ve ailenin nafakasını temin etme noktasında sorumluluklarının olmadığı, bu sebeple miras hisselerinin farklı olduğunu, kadınların şahitliğinin muteber olduğunu, doğum, bekâret ve kadınlara mahsus bazı hallerde erkeklerin değil, sadece kadınların şahitliği geçerli olduğunu. Bunları gerekçe göstererek; ‘İslâm dini, bazı meselelerde erkeklerin şahitliğini kabul etmemiştir’ demenin de doğru olamayacağını’ ifade ediyoruz. (.) Aşağılık duygusuna kapılan bazı Müslüman öğrenciler ‘İslâm’da erkek ile kadın cinsi birbirine eşittir. Fakat erkek olan İslâm âlimleri; bazı âyetleri ve hadisleri yorumlayarak ‘erkeksi fıkıh’ anlayışının yayılmasına sebep olmuşlardır’ diyerek, adetâ özür dileyici bir tavır takınmaktadırlar.

İnsan hakları meselesini müzakere ederken nelere dikkat etmeliyiz? Bu meselenin modern zamanlarda ortaya çıktığını ve İslâm âlimlerinin kul hukuku ile ilgili yorumları ile insan hakları probleminin çözülemeyeceğini söylemenin hükmü nedir? Kitap ve sünnette kadınlar ile erkeklerin eşitliğinin esas alındığını, fakat erkek olan âlimlerin bunu gizlediklerini ileri sürmenin herhangi bir delili var mıdır?” diyorsunuz.

İnsan hakları meselesini müzakere ederken, on dokuzuncu yüzyıla damgasını vuran Büyük Fransız Devrimi’ni ve bu devrimin getirdiği siyaset anlayışını dikkate almamız gerekir. Zira mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarınını plânlamak mümkün değildir. Çünkü ‘bugün’ dediğimiz zaman dilimi, dünün bir devamı, ‘yarın’ ise içinde yaşadığımız günün varisidir. Büyük Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren burjuva filozofları; kiliseye karşı mücadele verirken, modern teslis itikadını (yani ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ ilkelerini) siyasetin merkezine yerleştirmiştir. Özgürlüğü esas alan liberal filozoflar ile eşitliği savunan sosyalist filozoflar, münzel kitaba dayanan bütün dinleri tebdil, tağyir ve tahkir etmek için birbirleriyle yarışmışlardır. Tanzimat ve meşrutiyet dönemi aydınlarının; bu modern teslis itikadını, ‘hürriyet, müsavat ve uhuvvet’ kavramlarıyla ifade ettikleri malûmdur. İnsan hakları ve hukuk devleti terimlerinin, on dokuzuncu yüzyılın başlarında kullanılmış olması, daha önce bu keyfiyetin dikkate alınmadığının delili değildir. Bazı hukuki metinlerde; insan hakları yerine, temel haklar ve hürriyetler kavramı tercih edilmekte ve kullanılmaktadır. BM Teşkilâtı’nın manifestosunda ve Uluslararası sözleşmelerde kullanılan terim, insan hakları terimidir. İnsan haklarının; Temel-Klasik Haklar ve İktisadi-İçtimaî Haklar şeklinde ikili tasnife tabi tutulduğunu söylemek mümkündür. Temel-Klasik Haklar; genellikle yaşama (hayat) hürriyet ve mülkiyet hakları şeklinde tasnif edilmiştir. Üniversite öğrencileri arasında; fikir plânında ‘insan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği’ gibi meselelerin müzakere edilmesi mümkündür. Fakat yürürlükte olan kanunlarda yer alan hükümler, bu meselenin müzakeresinin lüzumsuz olduğunun delilidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren Yeni Türk Medeni Kanunu ile “aile reisi kocadır” hükmü kaldırılmış, yerine “evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirilmiştir. Eski Kanunda evlilik birliğini temsil hakkı bazı haller dışında kocaya ait iken, yeni Medeni Kanunda evlilik birliğinin temsili eşlerin her ikisine birden verilmiştir. Evin seçimini kocanın yapacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri hükmü getirilmiştir. Dolayısıyla medeni Kanun yeni şekliyle, ‘kadın-erkek eşitliğini esas alan, cinsiyet ayrımcılığına son veren ve kadınları aile içerisinde erkekler ile eşit kılan’ bir düzenlemedir. Zina yasağının kaldırılması, eşcinselliğin (kişinin cinsi tercihi adına) savunulması, İslâm ahkâmının hafife alınması; aile içi şiddetin ön plâna çıkmasına ve ‘kadın cinâyetlerinin’ yayılmasına vesile olmuştur. Bu genel izahtan sonra ‘İslâm âlimlerinin kul hukuku ile ilgili yorumları ile insan hakları probleminin çözülemeyeceğini söylemenin hükmü nedir?’ sualine geçebiliriz . Kur’an-ı Kerim’de ‘Hak’ kelimesinin ve türevlerinin 285 âyette yer aldığı malûmdur. Muteber fıkıh kitaplarında haklar/hukuk; Allah’ın (cc) hakları (hukûkûllah), insanların hakları (Hukûkû’l ibad) ve müşterek keyfiyete haiz olan haklar olmak üzere üçlü tasnife tabi tutulmuştur. (1)

Günümüzde adalet ile müsavat (eşitlik) kavramlarının birbirinin müradifi gibi kullanıldığı malûmdur. Hukuk önündeki eşitliğin; bütün alanlara teşmil edilmesi, lüzumsuz tartışmaların yaşanmasına (demagojiye) sebep olmaktadır. Fizyolojisi ve psikolojisi birbirinden farklı olan iki cinsin (erkek-kadın) birbiri ile kıyaslanması doğru değildir. Hatta aynı cinse mensup olan insanlar dahi fizyolojik ve psikolojik açıdan birbirinden farklıdır.

İslâm dininin temel hedeflerinden birisi; kadın-erkek eşitliğini sağlamak değil, dünya görüşü ve inancı ne olursa olsun insanların haklarını ve zaruri maslahatlarını muhafaza etmektir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Müslümanın her şeyi diğer müslümana haramdır; kanı, malı, ırzı. Bu yüzden müslüman, İslâm dininin himayesi altındadır. Bu konuda zimmet ehli (anlaşmalı gayri müslim) olanlar da müslüman gibidir”(2) buyurduğu malûmdur.

İnsanların haklarını, vazifelerini ve sorumluluklarını haber veren Kur’an-ı Kerim, insanlar için bir hidâyet rehberidir. Müslüman olan mükellefin, Kur’an-ı Kerim’in hükümleri karşısındaki tavrı “İşittim ve itaat ettim” sözü ile sınırlıdır. İmam-ı Şafii (rh. a) Kur’an-ı Kerim’in keyfiyetini izah etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: ‘Şanı yüce olan Allah’ın (cc) kitabında ne varsa; hepsi bizim için rahmet ve hüccettir. Bunu gerçek ilim sahipleri anlar.

Cahiller ise cehli sebebiyle anlamaz. Bilmek istemeyenlere gelince, onlar idrak edemezler”(3)

Bütün peygamberler insanları; tevhide, ihlâsla Allah’a (cc) ibadete ve adalete riâyet etmeye davet etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de; “Andolsun ki biz peygamberimizi beyyinâtla gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberinde kitabı ve mizanı da indirdik” (El Hadid Sûresi: 25) hükmü beyan buyurulmuştur. Adaletin ayakta tutulabilmesinden maksad, Allah’ın (cc) indirdiği hükümlerle amel edilmesidir. Mizan’dan murad; muamelelerde alış-verişte ölçü ve adalet terazisidir. Kitaba bağlı olarak zikredilmiştir. İslâm fıkhının uygulandığı, beldelere “Darû’l İslâm” vasfı verildiği gibi “Darû’l Adl” (adalet ülkesi) vasfı da verilmiştir. (4)

Darû’l İslâm’da dünya görüşü, cinsiyeti, rengi, dili ve inancı ne olursa olsun, her insanın haklarının muhafaza edilmesi farzdır. Bu noktada ‘hak’ kelimesi üzerinde de kısaca duralım. Arapça olan hak kelimesi “hakkında şüphe bulunmayan şey, yâkin, sabit, hisse ve fasıl” gibi manâlara gelir. Bazı fıkıh usûlü âlimleri:”Her bakımdan sabit ve şüphesiz bir mahiyette mevcut olana hak denir”(5) tarifini esas almışlardır. Hakkın iki unsuru vardır: Birincisi:

kesin olarak sabit olmaktır. İkincisi: gerekli olduğunun (vücûbunun) yakinen bilinmesidir.

Darû’l İslâm’da; zimmet ehli olan bir Gayr-i Müslimin, Devlet Başkanı (Mü’minlerin emiri) makamında bulunan kimseyi mahkemeye vermesi mümkündür. Bu hukuku bir tez değil, fiilen gerçekleşmiş olan bir vakıadır. Halife Hz. Ali (ra) ile Yahudi olan bir zimmî arasında, mülkiyeti meşkuk ‘at eğeri’ yüzünden hukuki bir ihtilâf ortaya çıkmıştır. At eğerinin kendisine ait olduğunu iddia eden Yahudi, Kadı Şureyh’e müracaat ederek Hz. Ali’den (ra) davacı olur ve dilekçe verir. Meselenin vuzûha kavuşması için Hz. Ali (ra) ile Yahudi, şehrin kadısı olan Hz. Şureyh’in (r. ha) huzuruna çıkarlar. Hz. Ali (ra) dava konusu at eğerini satın aldığını, Yahudi’nin iddiasının doğru olmadığını söyler. Kadı Şureyh (rha) halife’den bunu isbat için şahit getirmesini isteyince; Hz. Ali (ra) oğlu Hz. Hasan (ra) ile kölesi Kanber’i şahit olarak gösterir. Kadı Şureyh (rha) Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “çocuğun babası ve babanın çocuğu için yaptığı lehte şahitliğin kabul edilmeyeceğini’ beyan buyurduğu için, Hz. Hasan’ın (ra) şahit olamayacağını, velâ akdi sebebiyle Kanber’in de şahitliğini kabul edemeyeceğini, başka şahit getirmesini” söyler. Hz. Ali (ra) başka şahidi bulunmadığı için: “Hz. Hasan’ın adil ve yüksek seciyeli bir kimse olduğunu, mutlaka doğruyu söyleyeceğini, bu hususların dikkate alınarak şahitliğinin kabulünü” tekrar istirham eder. Kadı Şureyh yine kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resûl-i Ekrem’in (sav) ‘Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridirler’ hadisini hatırlatır. Kadı Şureyh (ra): “Evet! Peygamberimiz Efendimizin (sav) onlar hakkındaki sitayişli sözlerine vakıfım. Fakat yine sen başka bir şahit getir” diyerek, kararında ısrar etmiştir. (6)

Bu murafaanın gerçekleştiği anda Hz. Ali (ra) halife’dir. İhtilâfa düştüğü kimse ise zimmet ehli olan sıradan bir Yahudidir. Kadı Şureyh; bunların inançlarını veya makamlarını değil, birbiriyle ihtilâf eden iki insanın durumunu dikkate almıştır. Netice şudur: Şahit bulamadığı için halife mahkemeyi kaybetmiş ve dava konusu olan atın eğeri Yahudi’ye verilmiştir. Meselenin bir başka boyutu da şudur: İnsanların haklarına riâyet etmek ve adaletle hükmetmek, bütün peygamberlere verilen bir emirdir. Kur’an-ı Kerim’de:

“Ey Davûd! Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet! (Sakın) hevâna tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (hevalarına tabi olanlara) çetin bir azab vardır” (Es Saad Sûresi: 26) hükmü beyan buyurulmuştur. Adaletin gerçekleşmesine engel olan hevâ; hakkı inkâr edip, nefs-i emmarenin şehvetlerine tabi olmaktır. (7)

Hayvani ihtirasları ifade için de kullanılır. Hevâya tabi olmak; insanın adaletten uzaklaşmasına, amellerinde zulüm ve bağy etmesine sebeb olur.(8)

Mektubunuzun sonunda yer alan ‘Kitap ve sünnette kadınlar ile erkeklerin eşitliğinin esas alındığını, fakat erkek olan âlimlerin bunu gizlediklerini ileri sürmenin herhangi bir delili var mıdır?’ sualine gelince: İlâhi tekliflerin muhatabı olan insanlar; ilk yaratılış döneminde, aynı anne ve babanın çocukları oldukları için birbirlerine eşittirler. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Araplar ile Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü yoktur. İnsanlar arasındaki üstünlük sadece takva iledir”(9) buyurduğu ve bu hakikati tebliğ ettiği malûmdur.

Müslüman erkeklerin amel açısından birbirlerine eşit olmadıkları da muhkem nassla sabittir:‘Mü’minlerden özürsüz olarak evlerinde oturanlarla, Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler eşit değildirler. Allah malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.’ (En Nisâ Sûresi: 95) Eşitliği bozan salih amel, sadece mekruh vakti olmayan cihadın edâ edilmesiyle sınırlı değildir. Meselâ: İlim ehli olan müslüman, diğerlerinden üstündür.

Kur’an-ı Kerim’de ilme büyük önem verilmiş ve “Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit (bir) olur mu?” (Ez Zümer Sûresi: 9) suali sorulmuştur. Elbette ilim, sadece erkeklere tahsis edilmiş değildir. Hz. Aişe (r. anha) validemiz gibi kadınların ilim ehli olmaları ve ümmete yol göstermeleri mümkündür. Cinsiyeti ne olursa olsun (erkek veya kadın) ilim ehli olan insanlar, diğerlerinden üstündür. İbn-i Abidin, bu mesele ile ilgili olarak şu tesitte bulunmuştur: “Alim genç, yaşlı cahilin önüne geçebilir. Çünkü âlim cahilden üstündür.

Remli fetevası’nda:’cahilin, âlimin önüne geçmesinin haram olduğunu’ açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu halk arasında âlimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da ’Allah sizden inananlarla, (bilhassa) kendilerine ilim verilenlerin derecelerini artırır’ âyetine muhaliftir. Dolayısıyla cahili, âlime takdim etmek haramdır. Bu üzerinde icma edilen bir husustur. Âlimin önüne geçen cahil günah işlemiştir, ta’zir olunur.  Âlimin cahil üzerindeki hakkı, hocanın talebe üzerindeki hakkına eşittir. O da kendisinden önce konuşmaya başlamamak, hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü reddetmemek ve yürürken önüne geçmemektir”(10)

İmtihan dünyasında insanların birbirlerine eşitliğini (veya kadın ile erkek arasındaki eşitliği) ortadan kaldıran manevi unsurun takva olduğunu söylemek mümkündür. Takva; ilâhi teklifleri (emirleri ve yasakları) titizlikle edâ etmeyi ve Allah’ın (cc) himayesine girmeyi ifade eden vücûh bir kavramdır. Takvaya uygun hareket eden insanlara, Kur’an ve sünnette muttaki vasfı verilmiştir.(11)

İslâm’ın tayin ve tespit ettiği sınırları korumakla ilgili olan takva, imtihanı kazanmanın zaruri şartlarından birisidir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “İnsanın cennete girmesine vesile olan şey, onun takvasıdır”(12) buyurduğu malûmdur.

Takva unsuru dikkate alındığı zaman, saliha bir kadın ile fasık olan erkek birbirine eşit değildir. Feteva-i Hindiyye’de; ”Fasık olan bir erkek, saliha olan bir kıza kefâet noktasından eşit değildir. Mecmaa’da da böyledir.”(13) hükmü kayıtlıdır. Yani saliha olan kız, fasık olan erkekten daha üstündür.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadi, siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Kaynağı farklı da olsa, bu hükümlerin insanlara belirli vazifeleri ve mes’ûliyetleri yüklediğini gizlemek mümkün değildir. Farklı ideolojileri savunan ve İslâm ahkâmını hafife alan kimseler, insanın ilâhlığını ön plâna çıkarmaktadırlar. İdeolojik anlamda şüphelere dayanan bâtıl din (modernizm) fitne ve fesadın yayılmasına vesile olmaktadır. İmam Fahrüddin-i Razi ‘ Hak din; birincisi ilim, ikincisi salih amel olan iki unsurdan meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelir”(14)
diyerek bir inceliğe işaret etmiştir.

İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği konusunda keyiflerine göre konuşan kimseler, aydınlanma felsefesine dayanan modern bâtıl dinin müntesipleridir. Onların hidâyetine vesile olabilmek için elimizden gelen gayreti sarf etmemiz gerekir. Onlar İslâm milletinin kaybolmuş çocuklarıdır. Aşağılık duygusuna kapılan ve İslâm âlimlerini suçlamak için ‘erkeksi fıkıh’ gibi tabirleri kullanan öğrencilerin de tövbe etmelerinde fayda vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

----------------------------------------------------------------

(1)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- El Feteva-i Hindiyye- Beyrut:1400 C:3 Sh:346.

(2)   Sünen-i Tirmizî-İst:1401 K. Birr: 18; Ayrıca Sünen-i İbn- Mâce-K. Fiten: 2; İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned- C:2 Sh:277- 360 C:3 Sh:391

(3)   İmam-ı Şafii- Er Risale- Kahire: 1979 (2 bsm). Sh:17vd, Madde:43

(4)   Ömer Nasûhi Bilmen-Hukuki İslâmîyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu-İst: 1976, C:3 Sh: 512, Madde:526/1.

(5)   İmam Abdülaziz El Buhari- Keşfû’l Esrar- İst:1308, C:4, Sh:134

(6)   İmam-ı Serahsi-El Mebsut-Kahire:1324 Baskısından Ofset-Beyrut: ty C:16 Sh:122.

(7)   Ragıp El Isfahani- El Müfredat- İst:l986, Sh:548

(8)   İmam-ı Kurtubi-El Camii Li Ahkâmi’l Kur’an-Kahire: 1967, C:5, Sh:412

(9)   Sünen-i Ebû Davud- İst:1401 C:5 Sh:340 Had. N0:5116, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- K, Tefsir:50, Ahmed Zeki Safve- Cemheretû Hûtebi’l-Arab-Kahire: 1962, C:1, Sh:157

(10)   İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst:1988, C:17, Sh:313

(11)   Rağıb el-İsfahânî- a. g. e. Sh:530

(12)   İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned-İst: 1401, C:2, Sh:392, 442

(13)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- A. g. e. C:1, Sh:291

(14)   İmam Fahrüddin-i Razi- Mefatihûl Gayb-Ank: 1989, C:5, Sh:13

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
ALLAH Razı Olsun Ellerinize ve  Emeklerinize Sağlık çok Teşekkür ederim
Allah razı olsun.
7
PCLOUD ÜCRETSİZ ÖMÜR BOYU DİLEDİĞİNİZ KADAR DEPOLAMA ALANINA SAHİP OLMAK

PCLOUD ÜCRETSİZ ÖMÜR BOYU DİLEDİĞİNİZ KADAR DEPOLAMA ALANINA SAHİP OLMAK

HER BİR HESAP 500 GB.

NEKADAR HESAP AÇARSANIZ OKADAR DEPOLAMA ALANINA SAHİP OLURSUNUZ...

YAPMANIZ GEREKENLER...

1 - ADGUARD VPN GOOGLE CHROME EKLENTİSİNİ EKLE --> Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

2 - VPN DE AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNİ SEÇ

3 - PCLOUD ÜCRETSİZ HESAP OLUŞTUR... ---> Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

4 - BU BAĞLANTIYA TIKLAYIN ---> Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

5 - ( ŞİMDİ KAYDOLUN VE 3 AYLIK 500 GB KAZANIN ) YAZISINA TIKLAYIN. AÇILAN PENCEREDE ETKİNLEŞTİRME BUTONUNA TIKLAYIN

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

ALINTI.
8
DUA BAHÇESİ / İnsan ve Dua
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:59:29 ÖÖ »


İnsan ve Dua

Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.

Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder.

İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur:

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." (1) (2)

Her şeyi Allah yarattığından bütün yaratıklarda O'na doğru bir yöneliş vardır.(3)

Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır.(4)

Allah insanı yaratıp onu kendi varlığından haberdar etmiştir. bu da insanın özü itibari ile Allah'ı tanıma ve O'na inanma yeteneği ile donatıldığını gösterir.(5)

Ayrıca Kuran'da, insana Allah'ı Rab olarak tanıma özelliğinin verildiğinden söz edilir.(6)

Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb'inden uzak kalamaz ve O'na her zaman ihtiyaç duyar.

İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah'a kulluk ederek karşılayabilir. Çünkü onun yaratılış gayesi ve esas görevi Allah'a kulluktur.(7)

Kulluk faaliyetlerinin en önemlilerinden biri de duadır. Dua kelimesi, sözlükte "çağırmak, istemek, yalvarmak ve yardım talep etmek" gibi anlamlara gelir. Bu kelime, "büyükten küçüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan talep ve niyaz" anlamında bir isim olmuştur. Bunun için, "insanın Allah'ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesine, sevgi ve tazimle O'nun lütuf ve ihsanını istemesine veya bu amaçla icra edilen ibadet şekline" dua denir.

Dua, insanın halini Allah'a arz etmesi, O'na niyazda bulunması, Rabb'ine doğru yönelip O'nunla iletişim kurmasıdır. Dua, insanın kibirlenme ve istiğnadan vazgeçip Allah'ın mutlak kudretini, adaletini ve merhametini kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini ikmal eden bir ikbal kapısı değildir. Kuran'daki dua örneklerinin büyük bir bölümünün, dünyevi nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidayet ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması(8), değinilen gerçeği desteklemektedir.

Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engellerin aşılması hususunda Allah'tan yardım isteyebilir. Kişinin duayı, bir sihir tekniği gibi algılamaması ve uygulamaması gerekir.

Kuran'da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duaya başvurması üzerinde ısrarla durulur. Dini yönelişin belirgin veya zayıf hale geldiği durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtri ve genel bir motif olarak bulunduğu ortaya konulur. Ayetlerin beyanına göre insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah'a yönelir; bıkmadan usanmadan dua edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisini emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda dua isteği zayıflar, kendi güç ve yeteneğine güvenip Allah'tan yüz çevirir.(9)

Buradan şöyle bir sonuca varılabilir. Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dini inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da dua ve ibadetle sağlanır. Bu yüzden Kuran'da insanların Allah'a dua etmeleri istenmiş ve bu dua O'na kulluk etme belirtisi olarak kabul edilmiştir.(10)

Şu halde dua ve ibadette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır.

Bir insanın Allah'a iman ettiğini gösteren önemli alametlerden bir tanesi de duadır. Dua eden insan, kendisinin aciz ve zayıf bir kul olduğunu, istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine Allah'ın verebileceğini kabul etmiş olur. Dua, Allah'a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kuran'da da müminlerin temel vasıflarından birinin "sabah akşam sabrederek Allah'a dua etmek" olduğu şöyle haber verilir:

‘’Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi "istek ve tutkularına (hevasına)" uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.’’ (11)

Ancak duanın ne demek olduğunu ve nasıl yapıldığını iyi bilmek gerekir. Çünkü Kuran dışı kaynaklardan (örneğin, geleneklerden, anne-babadan, çevreden) öğrenilen dua anlayışı, çoğu kez Kuran'da tarif edilen gerçek dua kavramına uymamaktadır. Bu nedenle Kuran'da bu konuda verilen bakış açısını ve ruh halini iyi kavramak gerekmektedir.

Duanın gerçekten istenerek ve gerçekten Allah'a karşı insanın acizliğinin ve fakirliğinin kavranarak yapılması gerekir. Bu durumda yapılacak bir dua, Kuran'da tarif edilen "için için ve yalvara yalvara" tanımına uygun olacaktır. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

 
‘’Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.’’(12)

Allah, samimi bir biçimde, Kendi rızası aranarak yapılan bir duayı kabul edecektir. Kuran'da, bu konuda bildirilen ayetler şöyledir:

‘’Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.’’ (13)

‘’Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.’’ (14)

Mü’min duasına icabet edileceğinden emin olmalıdır. Çünkü Allah dualara icabet edendir. Müminlerin samimi dualarını asla cevapsız bırakmaz. Geçmişte peygamberlerin duası ile helak edilen kavimler bu konuda bir örnektir:

 (Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti. (15)

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Acele etmediği müddetçe herbirinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi." (!6)

Bunun yanı sıra, mümin, Allah'ın Kuran'da övdüğü ve hedef olarak gösterdiği her türlü nimeti Allah'tan isteyebilir. Bu konularda yaptığı duasında ise son derece samimi ve içten davranmalı, istediği herşey için Allah'a dua etmekten çekinmemelidir. Çünkü insanın neler istediğini bilen, bunun da ötesinde o isteği onun içine koyan, zaten Allah'tır.

Mümin herhangi bir iş üzerindeyken de yaptığı işte başarılı olmak ve yapılan iş sayesinde Allah'ın rızasını kazanmak için dua edebilir. Nitekim Kuran'da Hz. İbrahim'in bu tür bir duası örnek gösterilmektedir:

İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Kabe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin." (17)

Mümin, "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler" (18) ayetinde tarif edildiği gibi, her durumda Allah'a dua edebilir, O'na dönüp-yönelebilir. Nitekim Kuran'da müminlerin bu özelliği sık sık övgüyle anlatılmaktadır:

Duanın önemini kavramak için, aşağıdaki ayet önemlidir:

De ki: "Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır." (19)

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; "Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der. "

Rivayetin Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allah’u Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der:

"Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?" (20).

Bu arada Kuran'da sık sık vurgulanan önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir. Kuran'da bildirildiğine göre, Allah'tan başka ilahlar edinenler (müşrikler) de kimi zaman Allah'a dua etmektedirler. Ancak bu kişilerin duası ile müminlerin duası arasında büyük bir fark vardır. Müminler, her zaman ve her durumda Allah'a yönelirler. Sıkıntı ya da rahatlık karşısında tavırları değişmez. Sürekli olarak Allah'a karşı olan acizliklerini bilir ve dua halini korurlar. Müşrikler ise, hayatlarının büyük kısmında Allah'ı unutmuş, O'ndan yüz çevirmiş durumdadırlar.

Kuran'da, bu müşrik tavrının pek çok örneği verilir:

‘’İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir.’’ (21)

‘’İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir.’’ (22)

‘’İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine dua eder. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O'na dua ettiğini unutur ve O'nun yolundan saptırmak amacıyla Allah'a eşler koşmaya başlar. De ki: "İnkârınla biraz (dünya zevklerinden) yararlan; çünkü sen, ateşin halkındansın." (23)

Bazı ayetlerde ise denizde çaresizlik içinde kalmış insanların örneği verilir: İnsanlar, batmak üzere olan bir gemide olduklarında son derece samimi bir şekilde dua etmekte, Allah'tan bağışlanma ve kurtuluş dilemektedirler. Burada yaptıkları dua samimidir, çünkü Allah'tan başka taptıkları herhangi bir varlığın (örneğin, aileleri, kavimleri, liderleri vb.) kendilerini kurtaramayacağını anlamış ve yalnızca Allah'a yönelmişlerdir. Ancak Allah onları boğulmaktan kurtarıp karaya çıkardığında hemen müşrik tavrını yeniden gösterir ve Allah'ı unuturlar. Kuran'da onların bu tavırları şöyle bildirilir:

‘’Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na "gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)" olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız."

Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.’’ (24)

‘’Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na "halis kılan gönülden bağlılar" olarak Allah'a yalvarıp yakarırlar (dua ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkar etmez.’’ (25)

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz." De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (26)

Oysa müminlerin yapması gereken her ortamda dua halini sürdürmek, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını kavrayarak Allah'a güvenmektir:

‘’Öyleyse, dini yalnızca O'na halis kılanlar olarak Allah'a dua (kulluk) edin; kafirler hoş görmese de.’’ (27)

 Allah Resûlü: "Dua ibâdetin iliğidir." (28) ifadesiyle duânın ibâdet içindeki yerini tesbit buyurmaktadır.

 De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmuyorum." (29)

Mümin dua ettiği, Allah'tan yardım dilediği zaman gerçek mutluluğu ve huzuru yakalar. Kendi gücünün hiçbir şeye yetmediğini, ancak gücü herşeye yeten Rabbimizin kendisini koruyup-gözettiğini hisseder. Bu, insan için en büyük mutluluktur. Bu nedenle dua bir zevktir ve cennette de sürecektir. Kuran'da, müminlerin cennette de dua halinde olduğu şöyle haber verilir:

‘’İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder). Oradaki duaları: "Allah'ım, Sen ne yücesin"dir ve oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (30)

Duânın sâbit bir zamanı ve mekânı olmaz. Her yerde ve her zaman duâ edilebilir. Ancak Allah'ın iç huzûru ve itminâna ermiş bir gönülle yapılan duâya icâbet etmesi daha çok umulur. Bununla birlikte duâların kabûlü için kapıların açıldığı Kadir gecesi, cuma saati, seher vakti gibi özel zamanlar; Kâbe, Arafât ve Mescid-i Nebî gibi müstesnâ mekânlar da vardır. Buraları duâ mekanı olduğu için, toplu tazarru ve niyazlarla kulların hüzünlenip gönüllerinin pozitif enerjiyle yüklenme şansı daha yüksektir. Ama duâyı sadece buralara hasretmek olmaz.(31)

İslam ölçülerine uyan gerçek bir duanın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duanın değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, ilahi düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İnsanın kendi güç ve kapasitesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiili bir duadır. Teşebbüs dediğimiz de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir dua çoğu kez karşılıksız kalmaz. Demek ki Allah'ın kainatta koymuş olduğu düzenin gereklerine göre davranmak, bir tür fiili dua olmaktadır. Bu aynı zamanda Allah'ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat cevap O'na aittir.

Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven içinde Allah'a iltica etmeye tevekkül denir. İşte dua, bu iki esası kendine toplayan bir ibadettir. O, maddi hayat için gerekli olan teşebbüsle manevi hayat için gerekli olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için teşebbüs ve tevekkül, İslam'da duanın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.

Duânın müstecab ve makbul olması için gerekli birtakım adâbı vardır. Sûfîlere göre bunun en önemli şartı "huzûr-ı kalb"dir. Çünkü Allah Teâla'nın gaflet içinde yapılan duâyı kabul buyurmayacağına inanılır. Duânın kabûlünün bir başka temel şartı "helâl lokma" ve "tıyb rızık"tır. Bunlardan başka İmam Gazalî, İhya'nın duâ âdâbı bahsinde şu şartlara da temas etmektedir:

1. Şerefli vakitleri aramak: Duâ için belli bir zaman olmamakla birlikte belli zamanlarda duâların kabûlüne dair nass vârid olmuştur. Arefe günleri, Ramazan ayı, cuma ve kandil geceleriyle seher vakitleri bu türdendir.

2. Şerefli hallerden yararlanmak: Oruç, cihad, yağmur yağması gibi içinde güzel hallerin bulunduğu demler duâ için teşvik edilen zamanlardır.
3. Kıbleye dönerek ellerini kaldırıp duâ etmek: Nitekim: "Rabbınız; kulları ellerini kaldırıp kendisinden bir şey istedikleri zaman onları boş çevirmekten haya eder." (Tirmizi, Ebu Davud) buyurulmuştur.

4. Duâyı gizlice; yani bağırıp çağırmadan yapmak: Nitekim Allah Rasulü: "Sizin duâ ettiğiniz ne gâibdir ne de sağır. Sizin duâ ettiğiniz atlarınızın boynu ile sizin aranızda, yani yanınızdadır." (Buhari ve Müslim) buyurduğu gibi Allah Teâla da: "Rabbınıza gönülden ve gizlice duâ edin!" (el-A'râf, 7/55) buyuruyor.

5. Duâda yapmacık sözlerden kaçınmak: Dua eden kimse tekellüfsüz; tumturaklı ifadelerden çok, samimi ve ihlaslı sözlerle tevazu içinde rabbına iltica ederse Allah bundan daha çok memnun olur.

6. Huşû ve hudû ile Allah'tan sakınarak ve kabûlünü umarak duâ etmek: Nitekim Allah Teala: "Onlar iyi işlere koşarlar, sevab umarak ve cezadan korkarak Bize duâ ederler" (el-Enbiya, 21/90) buyurmaktadır.

7. Allah'a karşı duânın kabûlü konusunda hüsn-i zan sâhibi olmak: Nitekim buyrulur: "Dua ettiğiniz zaman kabul olunacağına inanarak duâ edin Bilmiş olunuz ki, gafletle yapılan duaları Allah kabul etmez." (Tirmizi)

8. Duada ısrar ve devamlılık: Efendimiz buyurur: " Dua ettim Allah kabul etmedi" diye acele etmedikçe Allah sizin duanızı kabul eder." (Buhari)

9. Duâya Allah'ın adını anarak başlamak.

          10. Duânın bâtınî şartlarına uymak: Duânın bâtınî şartları tevbe, hak sahipleriyle helalleşme ve bütün himmetini Allah'a teksif etmektir. (32)

Bu sayılan şartları taşıyan bir duâ, gönül kapılarını da; gök kapılarını da bi-iznillâh açacaktır.

Duâ kalitesine ve ısrarla tekrarlanmasına göre ruh ve beden üzerinde etki yapar.

Duâ insanın ilâhî âlem ile irtibâtını sağlamaktadır. Duâ ile insan Allah'a ulaşır, Allah insanın kalbine yerleşir. Duâyı sadece zayıf ruhların, miskinlerin fiili olarak görmemelidir. İnsan suya ve oksijene olduğu kadar Allah'a muhtaçtır.

İnsanın iç ve dış dünyasında kendisini zarara sokan düşmanlarına karşı mücadelede en önemli silahı, duâsıdır. Özellikle insanın, ihtiyacı içindeki nefsin ve onun kurduğu desîselerin üstesinden gelmede duâya ihtiyacı vardır.

Sonuç olarak dua, insanın Allah'tan bir şey istemesi, O'nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiane ve istiaze gibi eylemleri kapsayan dini duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Bu yüzden Kuran'da insanın, ancak Allah'a olan yönelişi ile değer kazanacağı belirtilmiş, "duanız olmasa Rabb'iniz size ne diye değer versin" (Furkan, 77) denilmiştir. Öyleyse insan, Allah'a yönelmeli, daima O'nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır. Tabii ki dua kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz. Peygamber: "Allah'ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duadan sana sığınırım."(33) diyerek Rabb'ine yalvarmıştır.

Rabb'im, dualarımızı kabul, hatalarımızı da affeylesin.

Amin.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
   
Dipnotlar:

1-   Yunus, 12

2-   Şamil İslam Ansiklopedisi, Dua mad.

3-   En’am, 102

4-   Tin, 4

5-   Rum, 30

6-   A’raf 172-173

7-   Bakara, 21; Zariyat, 56

8-   Fatiha, 5-7; A’raf, 155-156; Hud, 47

9-   Yunus, 12; İsra, 11, 67

10-   Mü’min, 60

11-   Kehf, 28

12-   A’raf, 55

13-   Bakara, 186


14-   Mü’min, 60

15-   İbrahim, 15

16-   Buhari, Daavat 22; Müslim, Zikr 92 (2735)


17-   Bakara, 127

18-   Al-i İmran, 191

19-   Furkan, 77

20-   Buhari, Tevhid 35, Teheccüd 14, Daavat 13; Müslim, Salatü’l-Müsafirin 166 (758)

21-   Yunus, 12

22-   Fussilet, 51

23-   Zümer, 8

24-   Yunus, 22-23

25-   Lokman, 32

26-   En’am, 63-64

27-   Mü’min, 14

28-   Tirmizi, Daavat 1

29-   Cin, 20

30-   Yunus, 9-10

31-   Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk Dergisi Ekim 2000, sayı 176

32-   İhya-u Ulumi’d-Din, c.1, s.877-888 Bedir Yay. İstanbul, 1975

33-   Tirmizi, Daavat 69

34-   Fahreddin Yıldız, Altınoluk Dergisi Ekim 2000, sayı 176 (Özetle)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Cuma Hutbeleri - Vaazları / İman Etmeyenler
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:33:17 ÖÖ »


İman Etmeyenler

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (A'raf Suresi 179)

ALLAH’A İMAN ETMEZLER

Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın. (Tevbe Suresi, 29)

“Çünkü, o, büyük olan Allah’a iman etmiyordu.” (Hakka Suresi, 33)

ALLAH’TAN KORKMAZLAR

Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. (Enbiya Suresi, 2)

De ki: “Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: “Allah” diyeceklerdir. Öyleyse de ki: “Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? (Yunus Suresi, 31)

ALLAH’A ŞİRK KOŞARLAR

İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (Kehf Suresi, 102)

Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. (Yasin Suresi, 74)

ALLAH’A KARŞI SAYGISIZDIRLAR

Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, hiç bir şey bilmeyenlere paylar ayırıyorlar. Andolsun Allah’a karşı düzmekte olduklarınızdan dolayı mutlaka sorguya çekileceksiniz. Ve Allah’a kızlar isnad ediyorlar, (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir. (Nahl Suresi, 56-57)

...Onlara: “Allah’tan başka ilah yoktur” denildiği zaman, büyüklük taslarlardı. (Saffat Suresi, 35)

ALLAH’IN ANILMASINA TAHAMMÜL EDEMEZLER

İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.” (Fussilet Suresi,26)

Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkâr edenlerin yüzlerindeki ‘red ve inkarı’ tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler. De ki: “Size, bundan daha kötü olanını haber vereyim mi? Ateş... Allah, onu inkâr edenlere va’detmiş bulunmaktadır; ne kötü bir duraktır.” (Hac Suresi, 72)

Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini “bir ve tek” (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)

O inkâr edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. “O, gerçekten bir delidir” diyorlar. (Kalem, 51)

Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kur’an’ı) dinlemeye katlanamazlardı. (Kehf Suresi, 101)

Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32)

Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar. (Zümer Suresi, 45)

ALLAH’I KENDİLERİNİN YAPTIKLARINDAN HABERSİZ SANIRLAR

(Peki) Onlar, Allah’ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı? (Bakara Suresi, 77)

“Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” (Fussilet Suresi,22)

Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allah, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allah, gaybın bilgisine sahip olandır. (Tevbe Suresi, 78)

Yoksa onlar; gerçekten bizim, sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar. (Zuhruf Suresi,  80)

KIYAMETİN VARLIĞINA İNANMAZLAR

İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 1)

Doğrusu onlar, hesaba çekileceklerini ummuyorlardı. (Nebe Suresi, 27)

Onda acele edenler, (gerçekte) ona inanmayanlardır. İman edenler ise, ona karşı bir korku içindedirler ve onun gerçekten hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun; kıyamet-saati konusunda tartışanlar, gerçekte uzak bir sapıklık içindedirler. (Şura Suresi, 18)

Hayır, onlar kıyamet-saatini yalanladılar; biz kıyamet saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Furkan Suresi, 11)

“Gerçekten Allah’ın va’di haktır, kıyamet-saatinde hiç bir kuşku yoktur” denildiği zaman, siz: “Kıyamet-saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zan (ve tahmin)da bulunup zannediyoruz; biz, kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz” demiştiniz. (Casiye Suresi, 32)

AHİRETİN VARLIĞINA İNANMAZLAR

Ancak ahirete inanmayanlar, şüphesiz yoldan sapanlardır. (Mü’minun Suresi,  74)

Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar. (Rum Suresi, 8)

Doğrusu onlar, hesaba çekileceklerini ummuyorlardı. (Nebe Suresi,27)

Hayır; onlar şüphesiz ahiretten korkmuyorlar. (Müddessir Suresi, 53)

ALLAH’IN KENDİLERİNİ ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLTECEĞİNE İNANMAZLAR

Dediler ki: “Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?” Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. (Secde Suresi, 10)

Bu, şüphesiz, onların ayetlerimizi inkar etmelerine ve: “Biz kemikler haline geldikten, toprak olup ufalandıktan sonra mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?” demelerine karşılık cezalarıdır. (İsra Suresi, 98)

İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf Suresi, 105-106)

“Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun, siz gerçekten hüsrana uğrayanlar olursunuz.” “O, öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va’dediyor?” “Heyhat, size va’dedilen şeye heyhat...” “O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” “O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah’a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz.” (Mü’minun Suresi,  34-38)

Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri ‘ard arda toplanıp pekiştirildi,’ hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler. İnkâr edenler dedi ki: “biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip-çıkartılacakmışız?” (Neml Suresi, 66-67)

ALLAH’A, DİNE VE İMAN EDENLERE KARŞI KİN VE NEFRET İÇİNDEDİRLER

İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. (Nahl Suresi, 4)

Onlara: “Rahman (olan Allah)a secde edin” denildiği zaman, “Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?” derler ve (bu,) onların nefretini arttırır. (Furkan Suresi,60)

Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar. (Zümer Suresi, 45)

Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

Yahut: “Onda bir delilik var” mı diyorlar? Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar. (Mü’minun Suresi,  70)

Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi, 118-119)

Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur. (Tevbe Suresi, 33)
“Andolsun, size hakkı getirdik, fakat sizin bir çoğunuz hakkı çirkin görüp-tiksinenlerdiniz.” (Zuhruf Suresi,  78)

ALLAH’IN GÖNDERDİĞİ ELÇİLERİ YALANLARLAR

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak’ mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mümin Suresi, 5)

KURAN HAKKINDA ŞÜPHE İÇİNDEDİRLER

İnkâr edenler ise, kıyamet-saati onlara apansız gelinceye veya kesintiye uğramış (akim, verimsiz) bir günün azabı onlara yetişinceye kadar ondan (Kur’an’dan) yana şüphe içinde sür-git kalacaklardır. (Hac Suresi, 55)

ÖĞÜT ALMAZLAR

Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çevirirler. (Yasin Suresi, 46)

Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. (Saffat Suresi, 13)

Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar? Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; Arslandan korkup-kaçmışlar. (Müddessir Suresi, 49-51)

ZORBALIK YAPARAK İMAN EDENLERE KARŞI GALİP GELMEYE ÇALIŞIRLAR

İnkâr edenler, resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: “Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz. (İbrahim Suresi, 13)

(Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara Suresi, 29)

(Babası) Demişti ki: “İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.” (Meryem Suresi, 46)

(Firavun) Dedi ki: “Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.” (Taha Suresi, 71)

(Firavun) Dedi ki: “Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Şüphesiz, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım.” (Şuara Suresi, 49)

Dediler ki: “Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın.” (Şuara Suresi, 167)

Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: “Onu öldürün ya da yakın” demek oldu. Böylece Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman eden bir kavim için ayetler vardır. (Ankebut Suresi, 24)

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: “Delidir” dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.’ (Kamer Suresi, 9)

Kavminin cevabı: “Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” demekten başka olmadı. (A’raf Suresi, 82)

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi. (A’raf Suresi, 88)

“Ey Şuayb” dediler. “Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.” (Hud Suresi, 91)

“Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” “Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?” (Şuara Suresi, 129-130)

DİNİ VE İMAN EDENLERİ ALAYA ALIRLAR

Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; (Hümeze Suresi, 1)

Doğrusu, ‘suç ve günah işleyenler,’ kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: “Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır” derlerdi. (Mütaffifin Suresi, 29-32)
Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar. (Saffat Suresi, 12-14)

İMAN EDENLERİN KÖTÜ DURUMA DÜŞMELERİNİ İSTERLER

Kitap Ehlinden olan kafirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir. (Bakara Suresi, 105)

Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. (Al-i İmran Suresi, 118)

Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isabet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların ‘hileli düzenleri’ size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır. (Al-i İmran Suresi, 120)

Andolsun, daha önce onlar fitne aramışlardı. Ve sana karşı birtakım işler çevirmişlerdi. Sonunda onlar, istemedikleri halde hak geldi ve Allah’ın emri ortaya çıkıp-üstünlük sağladı. (Tevbe Suresi, 48)

Sana iyilik dokunursa, bu onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise: “Biz önceden tedbirimizi almıştık” derler ve sevinç içinde dönüp giderler. (Tevbe Suresi, 50)

İNKARLARINDA ISRARLIDIRLAR

Eğer O, rızkını tutsa (vermese), rızkınızı verecek olan kimmiş? Hayır; onlar, bir azgınlık ve nefret içinde inatla direniyorlar. (Mülk Suresi, 21)

Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, Mutlaka: “Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)

Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı. (Vakıa Suresi, 46)

Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah’a yemin ettiler. De ki: “Ayetler, ancak Allah katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz? (En’am Suresi, 109)

Dediler ki: “Bizim için farketmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da.” “Bu, geçmiştekilerin ‘geleneksel tutumundan başkası değildir.” “Ve biz azab görecek de değiliz.” (Şuara Suresi, 136-138)

Kendisine Allah’ın ayetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla büyüklük taslayarak) sanki işitmemiş gibi ısrar eder. Artık sen onu acı bir azabla müjdele. (Casiye Suresi, 8)

GÜVENİLMEZ KİŞİLERDİR

Onların çoğunda ‘verdikleri söze bağlılık’ görmedik, ama onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük. (A’raf Suresi, 102)

Ne zaman bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir bölümü onu bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara Suresi,  100)

Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)

Onlar (hiç) bir mü’mine karşı ne ‘akrabalık bağlarını’, ne de ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip tanırlar. İşte bunlar, haddi aşmakta olanlardır. (Tevbe Suresi, 10)

Ki (bunlar) Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır. (Bakara Suresi,  27)

“Tamam-kabul” derler. Ama yanından çıktıkları zaman, onlardan bir grup, karanlıklarda senin söylediğinin tersini kurarlar. Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa Suresi, 81)

Bunlar, içlerinden antlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar. (Enfal Suresi,56)

SALDIRGAN VE ACIMASIZDIRLAR

Oysa onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkar olandan başkası yalanlamaz. (Mütaffifin Suresi, 12)

Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak. (En’am Suresi, 137)
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)

Firavun kavminin önde gelenleri, dediler ki: “Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?” (Firavun) Dedi ki: “Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kahir bir üstünlüğe sahibiz.” (A’raf Suresi, 127)

SAPKIN İNANÇLARINI ASLA TERK ETMEZLER

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104)

Onlar, ‘çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: “biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti” derler. De ki: “Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf Suresi, 28)

ALLAH’IN AYETLERİNİ ÇARPITMAYA ÇALIŞIRLAR

Ayetlerimiz konusunda acze düşürücü çabalar harcayanlar, alevli ateşin halkıdır. (Hac Suresi, 51)

Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim Suresi, 3)

İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuz zaman, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen kurmak (bir entrika çevirmek) onlar için (bir alışkanlık ve kötü bir edinim)dir. De ki: “Düzen kurmada (karşılık vermede) Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim elçilerimiz, sizin ‘geliştirmekte olduğunuz düzenleri’ yazmaktadırlar.” (Yunus Suresi, 21)

Bunlar Allah’ın yolundan engelleyenler ve onda çarpıklık arayanlardır. Onlar, ahireti tanımayanlardır. (Hud Suresi, 19)

“O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.” (A’raf Suresi, 86)

YALAN YERE YEMİN EDERLER

Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar. (Tevbe Suresi, 12)

ALLAH VE DİN HAKKINDA BİLGİLERİ OLMADIĞI HALDE TARTIŞIRLAR

İnsanlardan kimi, hiç bir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. (Hac Suresi, 8

Dediler ki: “(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi “kesintisi olmayan zaman’ (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiç bir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 24)

Onlar, ‘çirkin bir hayasızlık’ işlediklerinde: “biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti” derler. De ki: “Şüphesiz Allah, ‘çirkin hayasızlıkları’ emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf Suresi, 28)

İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki) hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz. (Al-i İmran Suresi, 66)

Bu konuda ne kendilerinin, ne atalarının hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar yalandan başkasını söylemiyorlar. (Kehf Suresi, 5)

Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç bir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur. (Lokman Suresi, 20)

ALLAH’IN AYETLERİNE KARŞI BÜYÜKLENME İÇİNDEDİRLER

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)

Onlara: “Rahman (olan Allah)a secde edin” denildiği zaman, “Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?” derler ve (bu,) onların nefretini arttırır. (Furkan Suresi, 60)

Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuzca kalacaklardır. (A’raf Suresi, 36)

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz’aflara) dediler ki:

“Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?” Onlar: “Biz gerçekten onunla gönderilene inananlarız.” dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: “Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız.” (A’raf Suresi, 75-76)

Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O’na ibadet etmeye ‘karşı çekimser’ davranırsa ve büyüklenme gösterirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzurunda toplayacaktır. (Nisa Suresi,172)

Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: “Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?” Andolsu
n, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla baş kaldırdılar. (Furkan Suresi,21)

Kendisine Allah’ın ayetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla büyüklük taslayarak) sanki işitmemiş gibi ısrar eder. Artık sen onu acı bir azabla müjdele. (Casiye Suresi,8)

Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkâr edenlerin yüzlerindeki ‘red ve inkarı’ tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler. De ki: “Size, bundan daha kötü olanını haber vereyim mi? Ateş... Allah, onu inkâr edenlere va’detmiş bulunmaktadır; ne kötü bir duraktır.” (Hac Suresi, 72)

Ona: “Allah’tan kork” denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter;  ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi,  206)

ALLAH YOLUNDAN SAPTIRMAYA ÇALIŞIRLAR

İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Lokman Suresi, 6)

Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler. (Nisa Suresi,27)

Bunlar Allah’ın yolundan engelleyenler ve onda çarpıklık arayanlardır. Onlar, ahireti tanımayanlardır. (Hud Suresi, 19)

Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkâr etmenizi içten arzu etmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 2)

“Ki onlar Allah’ın yolundan alıkoyanlar, onda çarpıklık arayanlar ve ahireti tanımayanlardır.” (A’raf Suresi, 45)

Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için. Bak, ne kötü yük yükleniyorlar. (Nahl Suresi, 25)

De ki: “Bize yararı ve zararı olmayan Allah’tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde  şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: “Doğru yola, bize gel” diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?”  De ki: “Hiç şüphesiz Allah’ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk.” (En’am Suresi, 71)

İnkâr edip de Allah’ın yolundan alıkoyanlar; biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilave ettik. (Nahl Suresi, 88)

Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar, böylece O’nun yolunu engellediler. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür. (Tevbe Suresi, 9)

Bir de yurtlarından refahtan şımarıp-azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. (Enfal Suresi,47)

Ey iman edenler, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi topuklarınız üzerinde gerisin-geri çevirirler, böylece büyük hüsrana uğrayanlara dönersiniz. (Al-i İmran Suresi, 149)

İMAN ETMEK İÇİN MUCİZE GÖRMEK İSTERLER

Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah’a yemin ettiler. De ki: “Ayetler, ancak Allah katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz? (En’am Suresi, 109)

Bir de derler ki: “Rabbinden üzerine bir ayet (mucize) indirilse ya!..” De ki: “Gayb yalnızca Allah’ındır, siz bekleyedurun; ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim.” (Yunus Suresi, 20)

Ve derler ki: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırılmazdı. (En’am Suresi, 8)

Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: “Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?” Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla baş kaldırdılar. (Furkan Suresi, 21)

Andolsun, bu Kur’an’da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak direttiler. Dediler ki:

“Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız.” “Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın.” “Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza (şahid olarak) getirmelisin.” “Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.” De ki: “Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?” (İsra Suresi, 89-93)

“Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf Suresi,  53)

Bilgisizler, dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?” Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalbleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik. (Bakara Suresi,  118)

“Ona Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: Şüphesiz Allah, ayet indirmeye güç yetirendir.” Ama onların çoğu bilmezler. (En’am Suresi, 37)

İMANA KARŞI İNKARI SEVİP TERCİH EDERLER

Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir. (Tevbe Suresi, 23)

MUCİZE GÖRSELER BİLE İMAN ETMEZLER

Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (yine bu Kur’an olurdu). Hayır, emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah’ın va’di gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez. (Veya miadını şaşırmaz.) (Ra’d  Suresi, 31)

Biz Kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkâr edenler, tartışmasız: “Bu apaçık bir büyüden başkası değildir” derler. (En’am Suresi, 7)

ALLAH’IN DİNİNE KARŞI SAVAŞ AÇARLAR

Bilmiyorlar mı, kim Allah’a ve elçisine karşı koymaya çalışırsa, gerçekten onun için, onda ebedi kalmak üzere cehennem ateşi vardır? İşte en büyük aşağılanma budur. (Tevbe Suresi, 63)

Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. (Hac Suresi, 39)

KALPLERİ İMANA KARŞI DUYARSIZDIR

Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini “bir ve tek” (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)

Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)

Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)

KALPLERİ DÜNYA HIRSIYLA DOLUDUR

Şu halde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. (Necm Suresi, 29)

Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim ayetlerimizi ‘yok sayarak tanımadıkları’ gibi, biz de bugün onları unutacağız. (A’raf Suresi, 51)

Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler. (İbrahim Suresi, 3)

Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). (Müddessir Suresi, 11-15)

(Hacc) ibadetlerinizi bitirdiğinizde, artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah’ı anın. İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur. (Bakara Suresi,  200)

De ki: “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)

“Bunun nedeni şudur: Çünkü siz Allah’ın ayetlerini alay konusu edindiniz; dünya hayatı da sizi aldattı.” Böylece ne ordan (ateşten) çıkarılırlar, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilir. (Casiye Suresi, 35)

BATIL İNANÇLARI VARDIR

Allah Bahriye’den Saibe’den Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini (meşru) kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide Suresi, 103)

İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür. (Lokman Suresi, 30)

Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip-iletir. (Ahzab Suresi, 4)

O’nun dışında, hiç bir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen bir takım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)

Allah’tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne yararı olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Hac Suresi, 12)

Onlar, Allah’ı bırakıp da (Allah’ın) kendisine bir delil indirmediği ve haklarında (hiç bir) bilgileri olmayan şeylere tapıyorlar. Zulmedenler için hiç bir yardımcı yoktur. (Hac Suresi, 71)

Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (Yunus Suresi, 18)

ZAN VE TAHMİNLERLE HAREKET EDERLER

Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir şeyi sağlayamaz. Şühesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir. (Yunus Suresi, 36)

Kahrolsun, o ‘zan ve tahminle yalan söyleyenler’; (Zariyat Suresi, 10)

Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler.’ (Yunus Suresi, 66)

Dediler ki: “(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi “kesintisi olmayan zaman’ (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiç bir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 24)

Şirk koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç bir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: “Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak “zan ve tahminle yalan söylersiniz.” (En’am Suresi, 148)

BÜYÜK BİR ALDANIŞ İÇİNDEDİRLER

Eğer Allah, onların hayra ulaşmak için çarçabuk davrandıkları gibi, insanlara şerri de çabuklaştırsaydı, mutlaka ecellerine hüküm verilirdi. İşte bize kavuşmayı ummayanları biz böylece taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda bırakırız. (Yunus Suresi, 11)

Rahmana karşı size yardım edecek olan kimmiş? Şu sizin ordunuz mu? Kafirler yalnızca bir gurur (kesin bir aldanış) içindedirler. (Mülk Suresi, 20)

Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi,44)

Gerçek olan va’d yaklaşmıştır, işte o zaman, inkâr edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: “Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik” (diyecekler). (Enbiya Suresi, 97)

HAKKI GÖREMEZLER

Dedi ki: “İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” (Ahkaf Suresi, 23)

Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. (En’am Suresi, 35)

Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. “Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur;” “Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.” ‘Biz ise uyanık bir toplumuz” (dedi). (Şuara Suresi, 53-56)

Ve (yine) kendilerine: “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” denildiğinde: “Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi,  13)

AKILSIZDIRLAR

Yoksa onlar: “Bir şairdir, biz ona zamanın (getireceği) felaketleri gözlüyoruz” mu diyorlar? De ki: “Siz gözetleyedurun; çünkü ben de sizinle birlikte gözetleyenlerdenim.” Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midir? (Tur Suresi, 30-32)

Öfkesinin-şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak. Her bir grup içine atıldığında, bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?”

Onlar: “Evet” derler. “Bize gerçekten bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve: “Allah hiç bir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir sapmışlık içindesiniz, dedik.”  Ve derler ki: “Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.”  Böylece kendi günahlarını itiraf ettiler. Çılgınca yanan ateşin halkına (Allah’ın rahmetinden) uzaklık olsun. (Mülk Suresi, 8-11)

Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar. (Yunus Suresi, 100)

Onlardan seni dinleyecekler vardır. Ama hiç duymayan -sağırlara -üstelik hiç akılları ermiyorsa- sen mi duyuracaksın? Ve sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola ulaştıracaksın? (Yunus Suresi, 42-43)

Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve): “Sizi bir kimse görüyor mu?” (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir. (Tevbe Suresi, 127)

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (A’raf Suresi, 179)

Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır. (Maide Suresi, 58)

Gerçek şu ki, Allah katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir. (Enfal Suresi,22)

KENDİLERİNİ AKILLI ZANNEDERLER

Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. “Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur;” “Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.” ‘Biz ise uyanık bir toplumuz” (dedi). (Şuara Suresi, 53-56)

Ve (yine) kendilerine: “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” denildiğinde: “Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi,  13)

YÜZEYSEL VE  BASİT DÜŞÜNÜRLER

Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)

Dediler ki: “Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?” “Ya da kendisine bir hazinenin bırakılması veya (ürünlerinden) yemekte olduğu bir bahçesi olması (gerekmez miydi)?”

Zulmedenler dedi ki: “Siz olsa olsa, ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” Bir bak; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiç bir yol bulamazlar. (Furkan Suresi, 7-9)

Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. (Rum Suresi, 7)

Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: “Bu, Allah’tandır” derler; onlara bir kötülük dokunsa: “Bu sendendir” derler. De ki: “Tümü Allah’tandır.” Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi,78)

Her nefsin bütün kazandıkları üzerinde gözetici olana mı (baş kaldırılır?) Onlar Allah’a ortaklar koştular. De ki: “Bunları adlandırın (bakalım).

Yoksa siz yeryüzünde bilmeyeceği bir şeyi O’na haber mi veriyorsunuz? Yoksa sözün zahirine (veya boş ve süslü olanına)mi  (kanıyorsunuz)?

Hayır, inkâr edenlere kendi hileli-düzenleri süslü-çekici gösterilmiştir ve onlar (doğru) yoldan alıkonulmuşlardır. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için hiç bir yol gösterici yoktur. (Ra’d Suresi, 33)

BOŞ VE AMAÇSIZ ŞEYLERE DEĞER VERİRLER

İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Lokman Suresi, 6)

Hayır, onlar şüphe içindedirler; oynayıp-oyalanıyorlar. (Duhan Suresi, 9)

İşte o gün, yalanlayanların vay haline, Ki onlar, ‘daldıkları saçma bir uğraşı’ içinde oynayan-oyalananlardır. (Tur Suresi, 11-12)

Şu halde sen, kendilerine vadedilen (azab) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar. (Mearic Suresi, 42)
“(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.” (Müddessir Suresi, 45)

NEFİS VE HEVALARINI İLAH EDİNİRLER

Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)

ŞEHVETLERİNE DÜŞKÜNDÜRLER

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)

Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namaz (kılma duyarlılığın)ı kaybettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. (Meryem Suresi, 59)

Allah, tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler ise, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler. (Nisa Suresi, 27)

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.” (A’raf Suresi, 81)

“Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? (Şuara Suresi, 165)

KORKU İÇİNDEDİRLER

Kendisi hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Al-i İmran Suresi, 151)

İMAN EDENLERDEN KAÇARLAR

Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; Arslandan korkup-kaçmışlar. (Müddessir Suresi, 50-51)

RUH HALLERİ SIKINTILIDIR

Allah’ı birleyen (Hanif)ler olarak, O’na (hiç bir) ortak koşmaksızın. Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir. (Hac Suresi, 31)

Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (En’am Suresi, 125)

SÜREKLİ BİR ŞÜPHE VE ENDİŞE İÇİNDEDİRLER

Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah’tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: “Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de  gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” (İbrahim Suresi, 9)

Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılıyorsunuz. (En'am, 2)

Dediler ki: “Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” (Hud Suresi, 62)

İnkâr edenler ise, kıyamet-saati onlara apansız gelinceye veya kesintiye uğramış (akim, verimsiz) bir günün azabı onlara yetişinceye kadar ondan (Kur’an’dan) yana şüphe içinde sür-git kalacaklardır. (Hac Suresi, 55)

HEMEN ÜMİTSİZLİĞE KAPILIRLAR

Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. (Hud Suresi, 9)

İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır. (İsra Suresi, 83)

Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde, hemen umutsuzluğa kapılırlar. (Rum Suresi, 36)

KENDİ ARALARINDA BİLE ANLAŞMAZLIK İÇİNDEDİRLER

Hayır; o inkâr edenler (boş) bir gurur ve bir parçalanma içindedirler. (Sad Suresi, 2)

İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir. (Bakara Suresi,  213)

BİRBİRLERİNİ CEHENNEME SÜRÜKLERLER

Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak. (En’am Suresi, 112)

Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler. (Kasas Suresi, 41)

Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki: “Andolsun Allah’a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz,” “Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. “Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran olmadı.” (Şuara Suresi, 96-99)

Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için. Bak, ne kötü yük yükleniyorlar. (Nahl Suresi, 25)

Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: “Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış bulunmaktayız. Onlar bize tapıyor da değillerdi. (Kasas Suresi, 63)

(O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: “Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık.” Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler. (Bakara Suresi,  167)

(Allah) diyecek: “Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin.” Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: “Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) “Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz” diyecek. (A’raf Suresi, 38)

MÜMİNLERİ İFTİRALARIYLA KARALAMAYA ÇALIŞIRLAR

Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: “Bu gerçekten bilgin bir büyücüdür.”; “Sizi topraklarınızdan sürüp-çıkarmak istiyor. Bu durumda ne buyuruyorsunuz?” (A’raf Suresi, 109-110)

“Hayır” dediler. (Bunlar) Karmakarışık düşlerdir; hayır, onu kendisi uydurmuştur; hayır o bir şairdir. Böyle değilse, öncekilere gönderildiği gibi bize de bir ayet (mucize) getirsin.” (Enbiya Suresi, 5)

“O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah’a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz.” (Mü’minun Suresi,  38)

“Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.” (Kamer Suresi, 25)

İnkâr edenler dediler ki: “Bu (Kur’an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur.” Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler. (Furkan Suresi, 4)

KİBİRLİ VE ŞIMARIKTIRLAR

“Uzaklaşıp-kaçmayın, içinde şımarıp azdığınız refaha ve yurtlarınıza dönün; çünkü sorguya çekileceksiniz.” (Enbiya Suresi, 13)

Biz, yaşama biçimleriyle ‘refah içinde şımarıp azmış’ nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri; çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturulabilmiş değildir. (Onlara) Varis olanlar biziz. (Kasas Suresi, 58)

 Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez." (Kasas Suresi, 76)

“Hayır, Benim ayetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, büyüklüğe kapıldın ve kafirlerden oldun.” (Zümer Suresi, 59)

ACİZLİKLERİNİ KABUL ETMEZLER

Ona: “Allah’tan kork” denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter;  ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi,  206)

 “(Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.” “Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir.” (Duhan Suresi, 49-50)

PİSTİRLER

Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 28)

NANKÖRDÜRLER

Böylece biz seni, kendisinden önce nice ümmetler gelip-geçmiş olan bir ümmete (elçi olarak) gönderdik; sana vahyettiklerimizi onlara okuyasın diye. Oysa onlar Rahman’a nankörlük ediyorlar. De ki: “O, benim Rabbimdir, O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim ve son dönüş O’nadır.” (Ra’d  Suresi, 30)

Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup (hemen) Rablerine şirk koşar; Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için. Öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz. (Nahl Suresi, 54-55)

Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. (Hud Suresi, 9)

Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O’nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsra Suresi, 67)

Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve size eşlerinizden çocuklar ve torunlar yarattı ve sizi güzel şeylerden rızıklandırdı. Şimdi onlar, batıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetini inkar mı ediyorlar? (Nahl Suresi, 72)

İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi.” Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49)

İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)

YETİNMEYİ BİLMEZLER

Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). (Müddessir Suresi, 11-15)

Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir. Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, nimetler verse: “Rabbim bana ikram etti” der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: “Rabbim bana ihanet etti” der. (Fecr Suresi, 14-16)

SÜREKLİ İSRAF EDERLER

Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. (İsra Suresi, 27)

CİMRİDİRLER

Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah’ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kafirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 37)

Yoksa onların mülk’ten bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara ‘çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu’ bile vermezlerdi. (Nisa Suresi, 53)

De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsan pek cimridir. (İsra Suresi, 100)

YOKSULLARA YARDIM ETMEZLER

Ve onlara: “Size Allah’ın rızık olarak verdiklerinden infak edin” denildiği zaman, o inkâr edenler iman edenlere dediler ki: “ Allah’ın, eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecek mişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz.” (Yasin Suresi, 47)

“Yoksula yedirmezdik.” (Müddessir Suresi, 44)

Dini yalanlayanı gördün mü?   İşte yetimi itip-kakan. Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. (Ma’un Suresi, 1-3)

Ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekatı) da’ engellemektedirler. (Ma’un Suresi, 7)

İNSANLARIN HAKLARINI YERLER

Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur. (Nisa Suresi, 2)

Ondan nehyedildikleri halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık.) Onlardan kafir olanlara pek acıklı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi,161)

Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.” (A’raf Suresi, 85)

Eksik ölçüp tartanların vay haline, Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler. (Mütaffifin Suresi, 1-3)

“Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın.” “Dosdoğru olan terazi ile tartın.” “İnsanların eşyasını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” (Şuara Suresi, 181-183)

GÖSTERİŞ YAPMAYA MERAKLIDIRLAR

Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç bir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi,  264)

Bir de yurtlarından refahtan şımarıp-azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. (Enfal Suresi,47)

MAL VE GÜÇLE ÖVÜNÜRLER

Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: “Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?” Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı. (Fussilet Suresi,15)

(İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” (Kehf Suresi, 34)

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” “Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir.” “Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf Suresi,  51-53)

SERVETLERİNE VE SAYILARINA ÇOK OLMASINA GÜVENİRLER

Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye, Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: “(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır” diyen. (Kalem Suresi, 14-15)

Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz” de demişlerdir. (Sebe Suresi, 35)

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi,  51)

O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? O: “Yığınla mal tüketip-yok ettim” diyor. (Beled Suresi, 5-6)

Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. (O zaman) İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Bakara Suresi,  258)

(İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” (Kehf Suresi, 34)

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.’ “Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.” (Tekasür Suresi, 1-2)

Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. (Hümeze, 3)

De ki: “Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va’dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin askeri- gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir. (Meryem Suresi, 75)

SADECE MALI VE GÜCÜ OLANA SAYGI DUYARLAR

Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf Suresi,  31)
“Bağına girdiğin zaman, ‘Maşaallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur’ demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan.” (Kehf Suresi, 39)

Onlara peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir.” (Bakara Suresi,  247)

Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi,  51)

“Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir.” (Zuhruf Suresi,  52)

HAKLIDAN DEĞİL GÜÇLÜ GÖRDÜKLERİNDEN YANA OLURLAR

Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi,139)

Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)

BİRBİRLERİNİ DOST VE SIRDAŞ EDİNİRLER

İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

AYNI SÖZLERİ SÖYLEYEREK SAPARLAR

Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini söylediler. (Mü’minun Suresi,  81)

İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: “Büyücü ve cinlenmiş” demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler. (Zariyat Suresi, 52-53)

ŞEYTANIN DOSTLARIDIRLAR

İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkar edenler ise tağut yolunda savaşırlar öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır. (Nisa Suresi,76)

ANCAK BİRBİRLERİYLE EVLENEBİLİRLER

Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır). Bunlar, onların demekte olduklarından uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve kerim (üstün) bir rızık vardır. (Nur Suresi, 26)

KADINLARA DEĞER VERMEZLER

Ve Allah’a kızlar isnad ediyorlar, (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir. Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle-taşarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılanarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür? (Nahl Suresi, 57-59)

Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi ve erkekleri size mi ayırdı? Oysa onlardan biri, O, Rahman (olan Allah) için verdiği örnek ile (kız çocuğunun doğumuyla) müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunur. Onlar, süs içinde büyütülüp de mücadelede açık olmayan (kızlar)ı mı (Allah’a yakıştırıyorlar)? (Zuhruf Suresi,  16-18)

DÜNYADAKİ TÜM UĞRAŞILARI BOŞA GİDECEKTİR

De ki: “Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?” “Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.” İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)

Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kendi nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinine isabet eden kavurucu soğukluktaki  bir rüzgara benzer ki onu (ekini) helak etmiştir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmetmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 117)

Kim dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse, onlara yapıp ettiklerini onda tastamam öderiz ve onlar bunda hiç bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte bunların, ahirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Onların onda (dünyada) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur. (Hud Suresi, 15-16)


DÜNYADA DA AHİRETTE DE AZAPLANDIRILACAKLARDIR

Dünya hayatında onlar için bir azab vardır, ahiretin azabı ise daha zorludur. Onları Allah’tan (kurtaracak) hiç bir koruyucu da yoktur. (Ra’d Suresi, 34)

Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı. (Nazi’at Suresi, 25)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Süleyman Gülek / Sorumluluk Bilinci
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:57:24 ÖÖ »


Sorumluluk Bilinci

Sorumluluk, kişinin kendi üzerine düşen görevleri ve işlevleri zamanında ve istenilen şekilde, istenilen biçimde yerine getirmesidir. Sorumluluk üstlenen kişi, disiplinli bir çalışma, verimli bir hayat ve kaliteli bir hizmet ahlakını kabullenmiş olur. Bundan dolayı insanlar ve özellikle Müslümanlar, yapacakları her işte, söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar.

Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altında bulunması durumuna, Türkçe'de sorumluluk denir. Hesap yükümlülüğü kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da ceza biçiminde bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu karşılık, maddî ya da mânevî olabileceği gibi, bu dünyada ya da âhiret hayatında da olabilir.

 İslâm'a göre insan sorumlu bir varlıktır. Çünkü kendine iyi ile kötü, doğru ile yanlış açık biçimde gösterilmiş, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmış, seçimini yapabilmesi, gereğini yerine getirebilmesi için gereken akıl, irade ve yapabilme gücü gibi niteliklerle donatılmıştır.

Kişi özgür iradesi ile dilediği seçimi yapabilir, istediği işi işleyebilir. Fakat bu özgürlüğü onu seçiminden, yaptıklarından sorumlu kılar, seçim ve davranışlarının sonuçlarına katlanma zorunda bırakır. Seçim ve davranışlarının niteliği, iyi ya da kötü oluşu, bunların sonuçlarının da niteliğini, başka bir deyişle göreceği karşılığın ödül ya da ceza oluşunu belirler.

Müslümanlar olarak Allah’a, Peygamberimize, kendimize, ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza, topluma, çevre ve doğaya karşı sorumluluklarımız bulunumaktadır. Sorumluluklarımızın neler olduğu Allah tarafından bize bildirilmiş ve Peygamberimiz tarafından da nasıl yerine getireceğimiz örnek olarak gösterilmiştir. Biz de dünyadan ayrılıncaya kadar her bir sorumluluğumuzun farkında olmalı ve hesabını veremeyeceğimiz işler yapmamalıyız.

İslâm'da kişinin sorumluluk alanı Allah'ın emir ve yasaklarınca belirlenir. Sorumlulukların sonuçlarına, karşılıklarına ilişkin düzenlemeler de yine Allah tarafından yapılır. Sorumluluk alanı içinde kalan davranışların bir bölümü için dünyada çeşitli karşılıklar, yaptırımlar öngörülür. Bu tür sorumluluklar ve yaptırımlar İslâm hukukunun başlıca konularından birisini oluşturur. Bununla birlikte sorumluluklar konusunda İslâm'ın öngördüğü asıl karşılıklar ahiret hayatına ilişkindir. İnsanın bu dünyadaki tüm davranışları ahirette hesap konusu olacaktır.

1. Vicdanî (ahlâkî) sorumluluk. Olumsuz sebeplerle yaratılışı (fıtrat) bozulmamış her insan, ruhî yapısında yer alan ve yerine göre kendisini takdir eden veya suçlayan vicdanın otoritesini hisseder. “Müftüler sana fetva verse de sen yine vicdanına danış” (Dârimî, Büyû 2); “Kötülük senin içine sıkıntı veren şeydir” (Müslim, Birr 14) gibi hadisler vicdanî sorumluluğun önemini ifade eder.

2. İçtimaî sorumluluk. İslâmiyet kişinin hayatını kendisinde başlayıp kendisinde biten bir olay olarak görmemiş, bir yandan bireyi toplum karşısında sorumlu kılarken bir yandan da topluma insanların iyiliği uğruna çaba harcama sorumluluğu yüklemiştir. Bu tür sorumluluğu denetleyip değerlendiren otorite bireyi kuşatan sosyal çevredir.

3. Dinî sorumluluk. İnsanı aşan en yüksek kudret sahibi ilâhî otorite tarafından belirlenen bu tür sorumluluk inanma ihtiyacından doğup diğer iki sorumluluk çeşidinin eksikliğini tamamlar. Dinî şuurun zayıfladığı toplumlarda gözlenen ahlâkî düşüş, kalplerden âhiret kaygısının ve Allah korkusunun silinmesi durumunda ahlâkî ve içtimaî sorumlulukların da çöküşünün kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Sorumluluk için insan olmak yeterli olmayıp bu konuda aranan şartlar ahlâk ve hukukta geniş biçimde incelenmiştir.

 Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur: “Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet başkanı yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur. Erkek, eşi ve çocuklarının yöneticisidir ve onlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinde yöneticidir ve yönettiğinden sorumludur.

Hizmetçi-işçi, işverenin (uhdesine verdiği) malının-işinin yöneticisidir ve yönettiğinden sorumludur.” (Buhârî, Ahkâm, 1)

Yöneticilerin sorumluluğu; halkın yararını gözetmek, onların haklarını korumak, onlara âdil ve tarafsız davranmak ve onlara zulmetmemektir.

Kamu görevlisi, kamu yararını özel çıkarı için kullanmamalı, hırsızlık, yolsuzluk yapmamalı, adam kayırmamalı, her konuda şeffaf olmalı, asla rüşvet almamalıdır. Eşlerin birbirine karşı sorumluluğu; eşler evlilik birliğinin mutluluğunu beraberce sağlamak zorundadır. Eşler bu konuda her türlü sorumluluklarını yerine getirmeleri için gereken fedakârlığı yapmalıdır. Ana-babanın çocuklarına karşı sorumluluğu da onları sağlıklı, eğitimli, ahlaklı, terbiyeli ve dindar olarak yetiştirmek, çocukların görevleri ise ana-babalarının sözlerini dinlemek ve onlara iyi davranmaktır. İşte böyle her kesimin karşılıklı sorumluluk, hak ve görevleri vardır ve bu görevlerin en iyi şekilde yerine getirilmesi gerekiyor.

 Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbımız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbımız, kimin en doğru yolda olduğunu (sorumluluğunu yerine geirip getirmediğini) daha iyi bilir." (İsrâ, 17/84)

Sonuç olarak sorumluluk, kişinin kendi üzerine düşen görevleri ve işlevleri zamanında ve istenilen şekilde, istenilen biçimde yerine getirmesidir. Sorumluluk üstlenen kişi, disiplinli bir çalışma, verimli bir hayat ve kaliteli bir hizmet ahlâkını kabullenmiş olur. Ancak Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle geçirilen zamanlar, kazanca dönüşür ve sahibini hüsrandan kurtarır. Allah’a iman ve Resûlullah’ın sünnetine uymakla geçen hayatlar bereketlenir. İyilikle, ihsanla, erdemle ve güzel ahlakla süslenen ömürler dünya ve âhirette huzura kavuşur!

Süleyman Gülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10