www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ
FANİDUNYA NET iSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE => İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE => Konuyu başlatan: anadolu - Mart 08, 2024, 12:18:47 ÖS
-
(http://www.fanidunya.net/resimler/besmele.png)
İslam Ümmetinin Birliği
Allah’u tealanın hikmeti İslam davetini davetlerin en sonuncusu ve tüm insanlık için geçerli bir davet olmasını gerektirmiştir. Geçmiş davetlerin her birinin belli bir topluma ve fırkaya has olmasından dolayı fikirleri ve ilkeleri de o topluma ve fırkaya uygun olacak şekilde idi. İslam davetinin ise tüm beşeriyet için gelmesinden dolayı da tüm insanlığa uygun olması gerekiyordu. Olanda buydu. Ayrıca bu davetin kendinden önceki davetleri nesh etmesi de gerekiyordu. Böylece tüm insanlık bu daveti bir proğram olarak kabul edecekti. Böylece geçmiş davet sahibi toplumların hayat proğramı ile sonradan gelmiş daveti sahiplenmiş toplumun hayat proğramı arasında da hiçbir tezat kalmadı. Böylece İslam daveti genel olarak bütün toplumlar için gelmiş oldu. Hatta kendilerine elçi gelmeyen ve geçmiş herhangi bir dinin daveti ulaşmayan toplumlara da gelmiş bir davet oldu.
Bu gelen İslam davetinin her insanın istediğine uygun olması mümkün değildi. Çünkü insanlar farklı tabiatlarda ayrı ayrı istek ve arzular üzere yaratılmışlardı. Daha önce de herhangi bir peygamber kavminin arzu etmediği bir davet getirdiğinde kibirleniyorlardı. İçlerinden bazısı peygamberlerini yalanlıyor bazısı da onları öldürüyorlardı.
-Demek size ne zaman bir peygamber nefislerinizin hevasına uymayan bir şey getirirse; büyüklenecek, kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz ha!?[1]
Rasulullah (s.a.v.) Kendi kavmine daveti ulaştırdı. Akabinde hemen refah içinde olanlar kibirlendiler ve kendilerine getirdiği dâveti inkar ettiler. Aynı şekilde heva sahipleri de kibirlendiler ve o daveti yalanladılar. Şeytan bu yaptıklarını onlara güzel gösterdi ve bu davetin karşısında yer aldılar ve davet yolunu engellediler. Rasulullah (s.a.v.) ve iman edenler onunla birlikte zulme sabrettiler ve sıkıntılara katlandılar. Rasulullah (s.a.v.) emanetini tebliği edip, risalet görevini yerine getirdi; ümmete nasihat edip, Allah yolunda en güzel bir şekilde cihad etti. Allah’ta ona zafer nasib etti. Böylece İslam Devleti hicret edilen topraklarda tesis edildi ve sancağı yükseltildi. Artık toprakları genişlemiş, evlatları güven içerisinde yaşamışlardı. Hiçbir mutluluğun yerini tutamayacağı eksiksiz bir saadet içerisinde idiler. Öyle ki İslamdan önceki cahiliyet ve adetlerinin olduğu dönem ile islamın ve ondaki kardeşlik, sevgi, hayır için çalışma, sözde ve amel de doğruluk, her alanda ihlaslı olma gibi en güzel manaların ve en yüce fiillerin olduğu dönem arasındaki farkı çok iyi anlamışlardı. Her kim İslam toplumun da yaşarsa, onun akidesine bağlanmadan ve İslam nesli ile çok kuvvetli bağlar kurmadan edemiyordu. Çünkü yapılan işlerdeki doğruluğu ve müslümanın konuştuğu ile yaptığı davranışın birbirine uygun olduğunu görüyordu.
Artık İslama olan davet başlamıştı. Cihadın sancağı, galibiyeti gerçekleştirmek arzusu ile yada Allah yolunda şehadete ulaşma, cennete ulaşma gayesi ile ölüme aldırış etmeden bu yola çıkılmışsa, bu sancak zafer kazanılma sembolü olmuştur. İşte o cennet, müslümanın asıl gayesidir. Kim ona ulaşırsa büyük bir başarıya ulaşmıştır. Kim, mücahid olarak yola çıkarsa, yenilgi nedir bilmez. Çünkü bu dünyadaki şeylerin bir gururlanma aracı olduğunu görür. Geride bıraktığı ehline gözlerini dikip kalmaz, onları uzun uzadıya düşünmez. Cennet gözünün önünde canlanır ve ona doğru suratle koşar. Allah’ın fazlını ve keremini arzular. Önündeki düşmana da aldırış etmez. Çünkü onlar dünyayı arzulayan, ona doğru koşan, dünyaya karşı çok hırslı olup ona sarılan insanlardır. Kimin sembolü de bu ise, böyleleri korkaktırlar. Ölümden korkarlar çünkü bütün gayeleri dünyadır. Böyle bir sıfata sahip olanları ahreti arzulayan Allah yolunda şehadeti isteyen, bütün arzusu büyük kurtuluş olanların önünde duramazlar. Çünkü böylelerin tek gayesi Allah’la karşılaştıklarında, Allah’ın kendilerinden razı olmasıdır. Bundan dolayı, böylesi mü’min bir kitlenin karşısında, sayısı ne olursa olsun, kalabalığı ne kadar olursa olsun, silahının parıltısı ne kadar güzel olursa olsun duramamıştır. Hakkın önünde batıl duramaz, küfür imana meydan okuyamaz.
Zira cihad; haktır, adalettir, iyiliği emretme kötülüğü nehyetmedir, Allah’a davettir. Allah’ta hakla beraberdir.
Böylece Allah mücahidlerledir. Allah kiminle olursa yeryüzünde hiçbir güç ne kadar inatçı olursa olsun onun önünde duramaz.
Allah Müslümanlara güç kuvvet verdi, onlarda namazı ikame edip, zekatı verdiler. İyiliği emredip kötülüğü nehy ettiler. Allah’ın dinin başarısı için çalıştılar, allah’ta onlara zafer nasib etti.
-O kimselere eğer biz yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emreder, münkerden alıkoyarlar. İşlerin âkibeti Allah’ındır. (Ona döner).[2]
İslam ümmetinin ordusu, Allah’ın arzında ona çağrı için, Allah’ın düşmanları ile savaşmak için yola çıkmıştır. O gün itibari ile etraflarında dünyanın en büyük devleti bulunmaktaydı.
Doğu bölgesinde iran-fars imparatorluğu, kuzeylerinde de Roma İmparatorluğu. Bu devletlerin sahip olduğu; vatandaşlarının çokluğu gücü, sahip oldukları toprakların genişliği, kendilerinin hâkimiyetini kabul eden ülkelerin fazlalığı, askerlerinin kullandığı silahların teknik özellikleri, askerlerinin katılmasının zorunlu olduğu eğitim süresi, daha önceden katılmış oldukları savaşlar gördükleri savaş meydanları. İşte bunların hepsi Müslümanların sancağını yükselttikleri cihad fikrinin gücü önünde hiçbir şeye denk gelememiştir. İki grup savaş meydanında karşılaşır. Müslümanlar karşı taraftan isteklerini ilk önce söylerler. Çünkü Müslümanlar savaşçı özelliklerinden önce davetçidirler. Eğer savaş gerekli ise onlar zaten mücahiddirler, Allah yolunda şehadeti arzuluyorlardır.
Müslümanlar düşmanlarına şunları sunarlar.
1-İslam: Eğer düşman islamı kabul ederse, Müslümanlar asıl isteklerine ulaşmışlardır. En büyük gayelerine ermişler, davetlerini gerçekleştirmişlerdir. Zira bunlar davetçidir, daha dün düşmanı olan bu gün daveti kabul etmiş; böylece kardeşleri olmuştur. Müslümanların sorumlulukları, onunda sorumluluğu olmuştur. Artık onların topraklarıda İslam’ın topraklarından bir parçadır. İslamın sancağı yükselmiş Allah’a olan davet yayılmış, Müslümanların sayısı artmış, davetçiler çoğalmıştır.
2-Cizye (Vergi):Eğer düşman içlerinde yöneticilerinin etkisinden din adamlarının, şehvetine ve arzularına düşkün insanların ve zenginlerin maslahatlarına boyun eğdiğinden dolayı islamı kabul etmezlerse. Müslümanlar, düşmanları Ehli kitab veya ehli kitaptan sayılan Mecusilerden iseler, Müslümanların gücü altında güven ve rahatlık içinde, kendilerine ait hakları ve sorumlulukları dairesinde yaşamaları karşılığında cizye vermelerini düşmanlarına teklif ederler. Eğer kabul ederlerse silahlar indirilir, her grup kendi sorumluluğunu yerine getirip haklarını alır. Rahat ve huzur içinde, adalet, bolluk, mutluluk ve güven içinde yaşarlar.
Çoğunlukla da böyle bir teklif kabul edilmiyordu. Yani cizye verme teklifi. Zira düşman komutanları ve önderleri kendi halklarının büyük çoğunluğunun islama gireceklerinden tam olarak eminlerdi. Çünkü bu halkların içindeki insanların babaları İslam öncesi dönemi biliyorlar; çocuklarda islamın gelişinden sonra ki dönemi bilecekler. İki nesilin özellikleri arasındaki fark çok büyük. Akabinde de halklar islama yöneldiklerinde yöneticilerin gücü kaybolacak, papazların etkisi ortadan kalkacak, Maslahatı olanların ve arzular peşinde koşanların isteklerinin gerçekleşmesi artık hayal olacak. İşte bunlardan dolayı yöneticilerin, komutanların, Papazların, maslahat ve şehvet düşkünlerinin baskısı ile Müslümanların cizye verme teklifleri reddedilecekti.
3-Savaş: İslamı kabul etme ve cizye verme kabul edilmez ise savaştan başka yok kalmaz. Her grup ordu içindeki yerini alır. Her grup düşmanına hızla saldırır.
Müslümanların düşmanı hayretler içinde kalır. Zira savaştan önce Müslümanları yumuşak huylu sessiz, sakin ve basit görüyorlardı. Karşılaşmadan sonra ise Müslümanlar ormanın içinden avına hızla saldıran aslanlar gibidirler. Önce davet için çıktılar, ama davetleri kabul edilmedi, ilerleyip zafer ve en büyük gayeleri olan Allah yolunda şehadet için savaştılar. Düşmanlarda kendilerini bir anda arkalarını dönmüş bir halde buldular. En büyük gayeleri ve arzuları olan hayat uğrunda kurtuluşu arıyorlardı.
Böylece bu az topluluk, Allah’ın izni ile sayıca çok topluluğa galip gelmiştir. Kalabalık olanlar ölülerinin parçalarını savaş meydanında terk etmişlerdir. Meydanı terk ederler ve yerlerine sayısı az grup yerleşir. Bu az grup şehidlerinin cesedinin en yüce makamlar da olduğuna iman ederler. Gerçekleştirilen bu zaferin Allah’ın izni ilede olduğuna iman ederler. Allah sabredenlerle beraberdir.
-Allah’a kavuşacaklarını bilenler ise: “Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah’ın izni ile yenmiştir.[3]
-Muhakkak (Bedir gününde) karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu. Diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleri ile kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.[4]
Savaşlar birbirini izledi, birbiri peşince olaylar gerçekleşti. Hepside tek bir sonuç, veriyorlar, tek bir fotoğraf taşıyorlardı. Müslümanların kapsamlı zaferleri, kafirlerin de şiddetli yenilgisi sonucu, ve her yeri hile ve vebalardan temizlemek isteyen aslan grubunun fotoğrafı. Böylece bazı tuzak ve hilelerle kurtulmayı ve hayatta kalmayı isteyen tilkiler grubuna saldırırlar. Müslümanların konumu yükseldi, güçlerinin sembolü olan sancakları daha üstte oldu, inançları yayıldı, devletlerinin sahası genişledi, diğer halklar ve milletler kendilerinden korktular; Böylece halkı İslam’a yönelen Fars devletinin saltanatını bitirdiler. Bu yenilginin akabinde saltanatın önemli şahsiyetleri ve Mecusiliğin şiddetli savunucuları sadece dilleri ile Müslüman olduklarını ilan ettiler; fakat kalpleri iman etmediler. Sadece dilden Müslüman olmalarıda kendi halkları ile inanç olarak uzaklaşmadan sürekli bağlantı halinde olmak ve ilerde tuzaklar kurmak içindi. Zira inanç hayatın temeli idi ve ilişkiler onun üzerinde yükselebiliyordu. Böylece hakli yine etkilemeye, içten yıkmaya ve istedikleri görünümle –ilim adamı, düşünür gibi-görünme imkanına sahip olacaklardı.
Akabinde Roma devleti de alçaldı, hakîr duruma düştü. Kontrolu altındaki geniş topraklardan geri çekildi. Geri çekildiği bu topraklardan birçoğunun halkı islama girdi. Fakat devletin önce gelenleri ve Doğu Roma’nın kilisedeki din adamları ise odalarında sessizliğe bürünüp intikam almak ve saldırıya geçmek için uygun fırsatı bekliyorlardı.
Kafirlerin hepsi cihad sancağının yeniden kaldırılmasından korktukları için Müslümanları harekete geçirmemeye özen gösteriyorlardı. Çünkü Müslümanlar bu sancağı aldıkları zaman düşmanlarına karşı kesin galip geliyorlardı. Bundan dolayı, İslam düşmanları içerisinde, Müslümanlar cihad sancağını almasınlar diye ve bu cihad fikrini sona erdirmek, hatta öldürmek için sürekli gizli çalışmalar vardır. Ve bu çalışmalar bu güne kadar da devam etmiştir. Çünkü cihad Müslümanların hamasi duygularını harekete geçirerek, saflarını bir araya getirerek, maneviyatlarını yükselterek, bu uğurdaki gayretlerini arttırarak onları harekete geçiriyordu. Ayrıca cihad, Müslüman şahsiyete Allah yolunda şehid olmanın en büyük kurtuluş ve cennete ulaşma olduğu inancını veriyordu. İşte bundan dolayıdır ki İslam düşmanları sürekli bu fikri çeşitli vesilelerle boğmaya çalışırlar.
Rasulullah (s.a.v.)’in dünya’dan ayrılışından sonra halifelik başlamıştı. Seçilmiş olan Nebi (s.a.v.)’in yaptıklarını Halifelerde takib ettiler. Fetihler oldu, davet yayıldı, emniyet, hak ve adalet hak ettiği en yüksek konuma geldi. Daha sonraki nesiller için örnek oldular. Fakat sahabe döneminden sonra halifelik zayıfladı. Sebebi de tuzak kuran fitnecilerin cahiliyedeki ırkçı duyguları harekete geçirerek bazı ihtilafları ve fitneleri ortaya atmaları idi. İşte bu dönemdekilerin babadan oğla geçen halifeliği eleştirip şuraya çağıracakları yerde- zira sahip olan esasta şurâdır.- babadan oğla geçen halifeliğe, hemde başka bir aile için davette bulunmaya başladılar. Buda cahiliye döneminde çok yaygın olan ırkçılığın harekete geçmesi demekti. Buradaki hedef; ümmeti yok etmek için, onu zayıflatma uğrunda fitneyi ateşlemekti.
Ayrıca bu, onların söylediklerinde ve iddalarında doğru olmadıkları manasınada geliyordu.
Sonrada, bir önceki Emevi ailesinin halifeliğinin bitirilip Abbasi oğullarının halifeliğine çağru yapıldı. Olaylar Abbasi oğullarının halifeliği alması ile sonuçlandı. Yönetimi eline alıp, ayaklarını sağlamlaştırdı. Olayların içinde yer alan fitneciler yeni devletini gücünü görünce pişman oldular. Onlarsa yönetici ve sorumluları bitkin düşürerek ümmet-i zayıflatmayı istiyorlardı. Fakat görevliler kuvvetli ve dinçtiler. O fitnecilerden uzaklaştılar. Yeni devletlerde fitneciler ümit kesince onlara karşıda fitneler düzenlemeye başladılar.
Yeniden başka halifeler veya isteklerde bulunmaya başladılar. Yıkıcı faaliyetlerini başka yollar deneyerek devam ettiler. Herhangi bir sonuca da ulaşamayınca puta tapan Moğollulara; kendileri Müslüman olduklarını iddaa ettikleri halde yardım ettiler. Bunların İslamın yıkılıp, kavimlerinin cahiliye ortamının ve Mecusiliğin geri dönmesinden başka kendilerini rahatlatacak gayeleri yoktu.
Abbasi halifeliği de putçu Moğollular’ın ve Müslümanlığı iddaa edip onun tam aksine çalışıp Moğolluları destekleyenlerin elleri ile sona erdi. İslam ümmeti de artık zayıflıyordu.
Evet bu zayıflama ırkçılığın ve fitnenin ümmet’in cismini kemirmeye başlaması ile harekete geçmişti. Akabinde dünya sevgisi en son basamağa ulaştı. Azğınlaştı ve kardeşler saltanat için, evet halifelik için yarışa girdiler. Dahada ötesi çocuklar babalarla mücadele etti. Sonunda Muhammed b. Mütevekkil babasını, yani halifeyi öldürdü. Ve onun yerini 826’ da teslim aldı. Bundan sonra bunun örnekleri veya buna yakın örnekler bu alanda görülmeye başladı.
Arzu ve zevk sahipleri, zevklerinin peşinde gider oldular. Kimileri vakitlerinin çoğunu saraylarda ya da bahçelerde, hanım ve çocukları ile, hizmetçileri ve cariyeleri ile geçiriyordu. Kimisi de işleri, ticareti peşinde yolculukları peşinde koşturuyordu. Bazılarıda şehvetlerinin ve oyunlarının peşine düştü. Şüphesiz bazılarıda ilme yöneldiler, ilim için yolculuklara çıktılar, yada bir yere kapanıp ilim ve tahsil arayışına girdiler. İşte bu durumlar, devletin makamlarında, sorumluluk noktalarında, komutanlıklarda ve olaylara yön veren noktalarda bozulmalara sebep oldu. Önde gelen kişiler bu noktaları el geçirmiş ve bu noktaları kontrollerindeki kölelere, ençok hizmet edene ve en faydalı olanlara veriyorlardı. Çünkü bu köleler itaat etme ile sorumlu idiler. Ayrıca emirleri uygulamaya mecburdular. Evet, efendilerini korumak ve en önde savaşmakla mesuldüler. Böylece kölelerden bazıları savaşlarda komutan olmaya, insanlar arasında yetki sahibi, yönetimde sözleri dinlenen emirleri uygulanan, tâlimatlarına itaat edilen kişiler olmaya başladılar. Böylece tarih kitaplarını dolduran, asıllarının olduğuna ve inançlarının farklı veya islamı menfaat gereği, zorla kabul etti ise yeni Müslüman olduğuna işaret eden garip isimler ortaya çıktı.
Sahip olunan köle sayısına göre yeni güç odakları görünmeye başladı. Öyle ki, gözünü saltanatın makamlarına mevkilerine dikenler, sahip olduğu kölelerin ve tabilerinin sayısını arttırarak, etki alanları, güçlü olsun ve güçleri artsın diye köleler satın almaya ve iyice sayılarını arttırmaya yöneldiler. Fakat bir yandanda İslami bilinç zayıflıyordu. Çünkü zahiren kabul eden veya cahil olanların veya yeni Müslüman olduklarından dolayı İslam’ın öğretilerini bilmeyenlerin eline geçmişti. Ve böylece Ümmetin inancını bilmemekten ve toplumun unsurlarının, temel düşüncelerinin farklılığından dolayı ümmetin zayıflığı daha da arttı.
İşte bu farklı unsurların ve anlayışların topluma girmesinden dolayı inancın temellerinden uzaklık ve İslami bilincin zayıflaması, toplumun daha da uzaklaşmasını ve hak yoldan sapmasını arttırdı. Bir takım bozuk uygulamalar, bazı davranışlarda çirkinlikler, hiç görülmeyen bazı olayların gerçekleşmesi ve belli kimseler hakkında yayılan şaialar ortaya çıkmaya başladı.
Bu söylenenlerle birlikte İslam akidesine bağlılık, bu akideyi koruma ve hilafete bağlı kalma düşüncesi daha ortadan kalkmamıştı. Zira bunlar İslâmi kardeşliği himaye etmek, İslami bağları savunmak, Müslümanların bir araya toplanması için, aynı ilkede birleşmek ve tek bir proğrama, güçlü bir proğrama göre çalışmakda adres olması için gerekli idi.
Moğollu’ların eli ile Hilafet 1256 yılında sona erdi. Fakat Hilafet düşüncesi ve onu hep koruma isteği var olmaya devam etti. Zira ümmet tekti, ve buna olan iman kalplerde sapa sağlam yer etmişti. Bunun için çalışmakta Allah’u tealanın şu ayetlerinden dolayı vacipti.
-Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız benden korkun.[5]
-Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.
-Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetinide hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti de O’un nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukurun kenarındayken oradanda sizi O kurtardı. İşte Allah hidayet bulasınız diye, size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor.[6]
-Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin. ve Allah’dan korkun. Belki rahmet olunursunuz.[7]
Müslümanlar Hilafetin varlığına ve devam etmesine özen gösterdiler. Fakat Moğollular Hilafete son vermiş ve merkezini istila etmişti. Halifeyi öldürdüler ve ailesinin hepsini arayıp öldürmeye çalıştılar.
Nasıl ki İslam emirlikleri birçok bölgede birbirleri iel anlaşamıyorlar ve ihtilaf içerisinde iseler aynı şekilde, Endülüsteki taifelerin başladı da daha çok ihtilaf ve birbirinden uzaklaşma içerisinde idiler. Kuzey Afrika’da benzer bir durum içerisinde idi. İslâmi bilincin zayıflığına ek olarak birde bu durumlar olmuştu. Çünkü bilinç olarak birçokları, Hilafet’in etkisini ve onun Müslümanların bir araya gelmesi, sözlerinin bir olması ve güçlerini birleştirme gibi manaları olduğunu idrak edemiyordu. Bununla beraber Mısır’daki Memlukluler devleti bu emirliklerin içerisinde durumu en iyi olan, en güçlü askeri en çok ve konumu en iyi olandı. Çünkü Doğu’da Moğollular istediklerini yapıyorlar. Kuzey’de Roma keyfine göre davranıp birçok hazırlıklar yapıyordu. İspanyollar ise Endülüs’te türlü planlar yapıp taifelerin başları ile resmen oyun oynuyorlardı. Fakat Memluklûlerin İslami bilinçleri hala zayıftı. Ve daha önce Müslüman olmuş toplumların kendilerine olan eğilimlerinde sınırlı idi. Bundan dolayı insanların bu devlete katılımı ve destekleride zayıftı. Ancak Bağdat’taki Hilafeti elinde bulunduran ailenin geride kalan fertlerinden biri Mısıra geldi. Bu kimse Abbasilerin en son Halifesi olan Mu’tasım’ım amcası Mustansır’ın kardeşi Ahmed Ebu el-Kâsım. (1202-1203) Ahmed Ebu el-Kâsım Moğolluların Bağda’da saldırısında hapiste idi. Bu saldırıda hapishanelerin kapısı açılınca Ahmed Ebu el-Kasım’da serbest kaldı ve kaçtı. Daha sonra Bağdat’tan çıkmayı başarınca Irakta bedevilerin yanına gitti ve bir müddet aralarında kaldı. Daha sonra da Memlûklüler Beytûl-Makdis’te (Kudüs) (1237) de Ayn-Câlut’ta Moğollulara galip gelipte, şamdan onları çıkarınca; Ahmed Ebu el-Kâsım Kâhireye yöneldi. O dönemde komuta Sultan Baybars’ta idi. Kahireye Recep ayının başlarında (1238)de ulaştı. Ailesinin nesebini ve kim olduğunu isbat edince Baybars halifeliğini kabul edip ona biat etti. Daha sonra hakimlerin başı Taceddin, daha sonra Şeyh İzzeddin b. Abdusselam da bu yıl içinde ona biat ettiler. Onun için halifeliğinin alameti olarak hutbe okunup, adı paraların üzerine işlendi. Kendisi de kardeşi gibi Mustansır lakabını aldı. Cuma günü insanlara hutbe verip, sultan Baybarsa dua etti ve insanlara namaz kıldırdı. Sultan Baybars’ın Ahmed Ebu el-Kâsım’a Hilafet için beiat etmesindeki hedef ise Memlûk devletinin diğer İslam bölgeleri içerisindeki konumunu yükseltmekti. Evet fiilen bu devletin konumu yükseldi, tüm gözler onlara çevrildi ve Moğollulara karşı direnişte yapmaları gerekeni yaptılar ve onlara karşı zafer kazanıp, Moğolluları Şamdan çıkardılar.
Memlûk devleti Hilafet ismini aldı, fakat vakıada Mısıra ailt bir devletten başka bir şey değildi. Bu konumunu diğer İslam topraklarında elde edemedi. Çünkü etki alanı Mısır, Şam ve bazende Hicazla sınırlı idi. Moğollular ise İslam topraklarının doğusunu kontrol ediyordu. İslam Doğu Moğollular arasında (1230) ve Hülağü’nün kurduğu İlhanlı devletinde (1260) yayılmaya başlasada, bu genel bir İslamı kabul etme değildi. İşte bunlardan dolayı Memlûk devletine olan bakış ona tabi olma ve kıymetini bilecek bir bakış değildi.
Aynı şekilde Afrika’nın kuzeyindeki ve Endülüsteki emirliklerde anlaşma içinde değillerdi. Aralarından bir emirlik Hilafet devletine yönelince sanki Hilafete düşman gibi o devlete karşı çıkıyorlardı. Hilafet devletine başka bir gözle bakıyorlardı.
İslama düşman olan devletlere ve içlerinden özellikle Haçlılara gelince; onlarda Hilafet devletine temelden bir düşmanlıklar bakıyorlardı. Bu bakışın değişmeside mümkün değildi. Çünkü Müslümanlar, onların akidelerinin düşmanı idi. Müslümanlarla savaşmak ve onlara son vermek için çalışıyorlardı. Zira Hilafet düşüncesi Müslümanları bir araya getiriyor, söz birliğine vesile oluyor, saflarını birleştiriyor, gayretlerini arttırıyor, maneviyatlarını arttırtıyor, şevklerini getiriyor ve böylece Allah’ın izni ile düşmanlarına galip geliyorlardı. Bundan dolayı düşmanları sürekli hilafet düşüncesini zıttınadır ve onunla savaş halindedir. Bu fikre darbe vurup onun sonunu getirmek için çalışırlar. Eğer buna güç yetirirlerse galip gelecekler ve en büyük emellerine ulaşacaklardır. Memlûk devleti Müslüman bir halka hakim olduğu müddetçe onlar Memlûk devletinin düşmanları idiler.
Hilafet devleti ismini alıp, Müslümanların halifesini barındırınca da bu devlete olan düşmanlığı artmıştır. Bilakis oklara maruz kalıp, düşmanların hedefi olmuştur.
Memlüklü devleti Moğollulara galibiyeti ile yapabileceği tarihsel rolünü üstlenmiş ve sahip olduğu imkanlar Afrikada’ki Ümit burnunu tanıyan ve güneyden gelen sömürgeci Portekizliler karşısında bitmiştir. Aynı şekilde Roma karşısındada imkanları durmuştur.
Daha sonra Moğollulardan kaçıp doğudan gelen Osmanlıların saltanatı ortaya çıkmıştır. Geldiklerinde komutanları Anadolu topraklarının ortasına yerleşmiştir. Kendilerine Selçukluların yerine bir saltanat kurmuşlardır.
Daha sonra genişlemeye başlayıp, sınırları Bizans’ın civarına kadar ulaşmıştır. Artık aralarında bir sürtüşme başlamıştır ve –Allah’ın izni ile zafer daha sonrada Avrupa topraklarına giren Osmanlı tarafının olmuştur. Aynı zaman da diğer Avrupa ülkelerine karşıda zaferler elde etmiştir. Son olarakta Bizansın başkenti, savaş merkezi Kostantiniyye’yi fethetmişlerdir. Adı geçmiş dönem patriklerinden birine nisbet edilen “Kostantiniyye” ismini “İslambol” ismine çevirdiler. Osmanlı askerleri Avrupa devletlerine saldırılar başlattılar. Bu devletler de bu İslâmi ilerleyişin önünde durmak için toplanmaya çalıştılar. Fakat bu ilerleyişin önünde çoğunlukla durmaya güç yetiremedikleri gibi, aralarında ittifak etmeyede güç yetiremediler.
Osmanlılar Portekiz sömürüsünün önünde durmaya çalıştılar. Bundan dolayı Memlüklü devletinden sömürgecilerle mücadele etmek için topraklarından geçmeye kendileri için izin verilmesini talep etti. Fakat bunu kabul etmediler. Osmanlılar da ordularını hazırlayıp Memlüklülerin hakimiyetindeki topraklara saldırdılar. Kahire şehrine ilerleyip Memlüklüleri mağlup ettiler. Devletlerini sona erdirdiler. Hilafeti de teslim aldılar. Hilafet merkezini Kâhire’den İstanbul’a taşıdılar. Böylece devlet daha güçlü, Hilafette daha sağlam kaldı. Müslümanların bakışları Osmanlıya yöneldi; zira merkez nokta ve umutları onlarda idi.
Bütün Avrupa devletleri ve özellikle Vatikan paniğe kapılmışlardı. Papa hemen mektuplar göndermeye, çağrılarda bulunmaya ve bir takım geziler düzenlemeye başladı. Hilafet toprakları üzerine ve savaş için görüşmeler çoğaldı. Ortaya birçok fikirler atılıp bu konuda vesileler bulundu.
Avrupa devletleri Hilafet devleti ordusunun ilerleyişini durdurmayı başarmış; fakat onu mağlup etmeye Avrupa’dan çıkarıp kendilerinin asıl vatanına döndermeyi başaramamıştı.
Bununla birlikte Avrupa askeri olarak yenilsede başka yollara, var olacak ikinci planlara, Müslümanların arasını ayıracak kabileci, ırkçı, grupçu, ictihadi, bölgesel bakış açısı hilelerine sığınmaya karar vermişti.
Askerler kendi sahalarına geri döndüler. Tefrika ve tahrikçilerde kendi meydanlarına döndüler. Askerler hiçbir getirisi ve dikkate değer bir netice olmadan Osmanlı ilerleyişi önünde durmuşlardı. Diğer tefrikacıların çalışmalarıda ilerledi ve son olarak ümmeti param parça etmeyi başardılar.
Kesinlikle Müslümanların hepside , Allah’a ve indirdiği kitaba iman ettikçe kendilerinin tek bir ümmet olduğuna inanıyorlardı.
-Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız benden korkun.[8]
Ve birbirlerine kardeş olduklarına, aralarında sevgi, anlaşma, yardımlaşma ve görüşmelerin olması gerektiğine iman ederler.
-Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin. Ve Allah’dan korkun. Belki rahmet olunursunuz.[9]
-Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grupla Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın. Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah adaletli olanları sever.
Bu ayetlere inanan Müslümanların varlığına rağmen diğer tarafta İslâma üye olupta hevalarına tâbi olan ve hak yoldan ayrılmış gruplarda vardı. Bu gruptan bazılarına ırkçılık, bazılarına arzu istek, hakim olmuş, bazılarına şöhret gücü hakim olmuş, bazılarının da kalbi kendine muhalif olan kin ve düşmanlıkla dolmuştur. Vs… Bazılarında da kalbe heva, heves ağır basmıştır. Hevası peşinde yürür gider. Her kalp taşıdığı arzu ve isteğe göre farklı farklı yollara katıldı.
Ümmet akide de tek; evlatlarınında iman kardeşi olmasına rağmen kalpler farklı idi.
---------------------------------------------------------------------
[1] Bakara:87.
[2] Hacc:41.
[3] Bakara: 249.
[4] Âli-İmran:13.
[5] Mü’minun:52.
[6] Âli-İmran: 102-103.
[7] Hucurat: 10.
[8] Mü’minun:52.
[9] Hucurât:10.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM
www.fanidunya.net