İnciten Kırıp Döken Var Ya
Hümeze suresi dokuz ayettir ve Mekkî’dir. Bu mübarek sure, kendi kusurlarını görmeyip başkalarını çekiştiren; onunla bununla alay eden, servetine güvenerek dünyada ebedî yaşayacağını zanneden kimselerin ne kadar dehşetli ve şiddetli bir azaba maruz kalacağını haber verir.
Cenâb-ı Mevlâ, bir insanın şahsiyet ve şerefinin korunmasının büyük önemini Kur’an-ı Kerim’de bildirmekte, bu türden hallere düçar olanların ahirette çok şiddetli bir ateşle cezalandırılacağını ihtar etmektedir. Bu tür davranışlar, toplum nezdinde de insanlar arası ilişkileri bozduğundan, kınanan davranışlardır.
Sure-i celilenin nüzûl sebebi hakında muhtelif rivayetler olmakla beraber, müfessirlerin büyük çoğunluğunun tercih ettiği görüş, insanlar hakkında çok kötü konuşan Ahnes b. Şüreyk isimli putperest hakkında nazil olduğudur.
Fakat bilindiği üzere ayet-i kerimelerin iniş sebebinin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. Hüküm, ayet-i kerimede kınanan kötü sıfatları haiz, bu fiilleri işleyen herkes içindir. Yani “hümeze” ve “lümeze” sıfatları kimde bulunursa, büyük bir cehennem azabı o kimse içindir.
Nitekim sure-i celilenin devam ayetinde gelecek olan; “O (ateşin kapıları), onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir.” ilahî fermanında, hümeze ve lümeze yapanların ahirette görecekleri azap ifade edilirken çoğul zamiri kullanılmıştır. Yani “o” denilmemiş, “onlar” denilmiştir. Bu da hükmün umuma yönelik olacağını, sadece ayet-i kerimenin gelmesine sebep olan kişiyle sınırlı olmadığına işaret eder.
‘Hümeze’ ne demek?
Sure-i celilenin ismi olması münasebetiyle mealde aynen muhafazasını uygun gördüğümüz “hümeze” kelimesi “hemz’i âdet edinenler” demektir. “Hemz” ise “çimdiklemek, dürtmek, kakmak, vurmak, dar bir yere sıkıştırmak, ısırmak, kırmak, yere çalmak” manalarına gelir. Nitekim Türkçede kullandığımız “mahmuz” da “hemz” kelimesinin vurmak, dürtmek anlamlarıyla ilişkilidir.
“Hümeze” kelimesinin ayet-i kerimedeki anlamı, kelimenin kök anlamının çirkin bir ahlâkî duruma uyarlanmış halidir. Buna göre hümeze, “inceden inceye veya geriden geriye hafifseyerek ve alay ederek şunun bunun namusu ve şerefi ile oynayıp incitmeyi, kötülemeyi, arkadan konuşarak ayıplayıp kınamayı, çekiştirerek öteye beriye laf taşımayı, insanları sevmedikleri lakaplarla çağırmayı âdet edinme hali, gammazlık” demektir. Kısaca hümeze, “gammazlığı yani insanların ayıplarını arayıp gizlice başkalarına taşımayı, fitneciliği âdet ve sanat edinmiş kimseler” için söylenmiştir.
Ayet-i kerimede geçen “külli hümeze”de yukarıda sıralanan her mana vardır. Yani gerek el ile fizikî olarak, gerek dil ile; madden ve manen onu bunu itip kakmayı, kırıp incitmeyi âdet edinmiş dedikoducu insanların hepsinin vay hallerine ki, hüsran içinde kahrolmaya mahkûmdurlar.
Ayıplamak ya da ‘lümeze’ yapmak
“Lümeze” de “hümeze” gibidir. Mızrak saplar gibi kötülemek, yüze karşı eğlenmek, ayıplamak, kaş göz kırparak, işaretle alay ederek birini diğerine göstermek manalarına gelen “lemz” kökündendir. Dolayısıyla “lümeze” “herkesi ayıplamayı ve şuna buna kusur ve eksiklik isnat ederek eğlenmeyi âdet edinmiş, kendini beğenmiş” demektir.
Zemahşerî’ye göre hümeze’nin aslı “kırıcı” manasından, lümezenin aslı da “ayıplayıcı” manasındandır. Bu manaya mutabık olarak İbn Abbas r.a. “hümeze gıybetçi, lümeze ayıpçıdır” demiştir.
Fahreddin Râzî rh.a. bu hususta der ki: “Hümeze ve lümeze’nin hepsi neticede manada buluşur. O da kusur bulmak ve kusuru açıklamaktır. Bu da iki sebeple ortaya çıkar: Ya haset ve kinlenme sırasında olur ve ciddiyetle yapılır. Ya da alay edip güldürme kabilinden şaka olarak yapılır.
Bunların her biri ya dinle alakalı olur ki, bu da iman ve taatla ilgili şeylerdir. Ya da dünya ile ilgili hususlarda olur ki, bu da insanın görünüşü, yürümesi, oturması, kalkması gibi şeyleriyle ilgili olur. Çeşitleri saymakla bitmez. Kusuru ortaya döküp saçma durumu, ya kişinin yüzüne karşı, ya arkasından ya sözle veya baş göz işaretleriyle olur. Bunların hepsi ayet-i kerime çerçevesinde yasaklanmış işlerdir.”
İmam Kâşânî rh.a. ise der ki: “Hümeze ve lümeze cehaletten, gazap ve kibirden meydana gelen bir ahlâksızlıktır. İkisi de insanlara eziyet etmeyi, onlara karşı büyüklük taslamayı içerir. Bu huylara sahip olan, diğer insanlardan üstün olmak ister. Fakat kendisinde onu üstün kılacak bir fazilet ve fayda bulunmadığı için insanlara ayıp ve ahlâksızlık isnat ederek onlardan daha faziletli ve üstün olduğunu ispat etmeye çalışır. Halbuki bilmez mi ki yaptığı şey ahlâksızlığın ta kendisidir!”
Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “Mümin akıllı, anlayışlı ve tedbirli olur. Ağırbaşlıdır; önünü arkasını araştırır, aceleci değildir. Âlimdir; şüpheli şeylerden kaçar. Münafık ise hümeze ve lümeze olur. Arkadan çekiştirir, yüze karşı ayıplar. Katı ve şiddetlidir. Gece odun toplayan gibidir, nereden kazandığını ve nereye harcadığını bilmez.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 353)
‘Vay haline onların!’
Ayet-i kerimenin mealinde “vay haline” diye ifade ettiğimiz “veyl” kelimesi; Fahreddin Râzî ve Ebussuûd Efendi rh.a.’in beyanına göre “çetin azap, büyük helak, yok olma, rezil rüsvâ olma, cehennemde bir vadi, beddua” anlamlarını içermektedir. Bu manalardan hangisi murad olunursa olsun, gazap manasından uzak değildir. Bu ifade kınanan bir şeyin kötülüğünü şiddetle anlatmak için de kullanılır.
Ayet-i kerimede “veyl” kelimesinin “nekre: belirsiz” kullanılmış olması, kelimenin manasını tam olarak idrak etmenin muhal olduğuna işaret eder. Bu durumda “veyl”in tam manası, kapsamı, sonuçları yalnızca Allah Tealâ’nın ilmindedir. Dolayısıyla hümeze ve lümeze yapanların uğrayacakları azabın azametini ve azgınlığını Hak Tealâ’dan başkasının bilemeyeceğine işaret edilmiş olur. “Veyl” kelimesi bu haliyle şöyle ifade edilebilir: “Çok büyük ve acı bir azap. Öyle ki siz onun şiddetini ve azametini hayal dahi edemezsiniz.”
Zenginlik ve üstünlük
Ayet-i celilenin devamında Cenab-ı Mevlâ mealen buyuruyor ki: “Ki o, malı yığıp onu tekrar tekrar sayandır.”
Fahreddin Râzî rh.a.’in beyanına göre burada, kişinin biriktirdiği malın hümeze ve lümeze’ye sebep olma durumu vardır. İnsan biriktirdiği mal sebebiyle kendisini beğenir; malı, serveti dolayısıyla kendisinde üstünlük olduğunu sanır. Sahip olduklarını sadece kendisine mal ederek insanlardan saklar, cimrilik eder. Hayır yolunda harcamaktan kaçınır, fakirin hakkını vermez. Malı, başa gelecek afet ve musibetlere karşı bir güvence ve teminat olarak görür. İnsanda fıtraten güvenme ihtiyacı olduğundan, sırtını Allah Tealâ’ya değil, malına yaslar. Gelebilecek bütün belayı malıyla savacağını zanneder. Dünyaya karşı büyük emeller taşır, ebediyen kalacakmış gibi dünyaya sımsıkı sarılır.
Düşünmez ki insanı dünyada ve ahirette ebediyen yaşatacak tek şey amel-i sâlihtir. Çünkü amel-i sâlih yapan kişi dünyada güzel bir isim bıraktığı ölçüde, ölmüş olsa da, manen hayatta gibidir. Rahmetle yâd olunur. Ahirette ise ameli vesilesiyle yüksek derecelere nail olur. Ebediyen nimetler içinde yaşar. Akıllı insanın sermayesi amel-i sâlihtir. Ömrünü bir gün bırakıp gideceği dünya uğruna değil, Cenab-ı Mevlâ’nın rızasını celbedecek şeylere sarf eder.
İnsanoğlunun taşıdığı bir nefes, yaşadığı da bir ândır; o kadar. Hal böyleyken nasıl başkalarını eksik ve kusurlu görebilir?
Kötülenen mal mülk
Ayet-i celilede “mal” kelimesi genel anlamıyla kullanılmıştır. Mal, insanın talep ettiği büyün dünyalıklara verilen bir addır. Servet biriktirmek, dünya malından faydalanmak, insan fıtratında var olan bir durumdur. Kur’an-ı Kerim bunu mealen; “Ve o (insan) mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” Âdiyât 8 şeklinde ifade etmiştir. Allah Rasulü s.a.v. de buyurur ki:
“Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.” (Buhârî Rikâk, 10)
Burada şu husus iyi anlaşılmalıdır: İslâm, iyiliği ve kötülüğü mal ve servetin kendisinde değil, insanın servetle olan ilişkisinde görür. Kişiyi Allah Tealâ’nın zikrinden gaflete düşürmesi, O’nunla bağlarını zayıflatması veya koparması halinde zenginliğin ve servetin büyük zararlara sebep olacağını bildirir.
Mal ve mal biriktirmekle ilişki iki tür niyetle olur. Birincisi, nefsin keyfi konforu gibi dinin kötü saydığı bozuk niyetler için ve bir de helal haram demeden biriktirmektir ki, bu tamamiyle zemmedilmiştir, yasaklanmıştır. İkincisi, İslâm’ın meşru gördüğü güzel bir niyet ve usulle elde edilen, hayır hasenata vesile olan maldır. Böyle bir niyet ve çaba övülmüştür. Bu şekilde edinilen servet cennet için ne güzel binektir!
Malının nereden gelip nereye gitmesi gerektiğini düşünmeyen, işi gücü servetini öne sürüp kibirlenmek olanlar, bir zaman sonra ölümü unutur, düşünmek bile istemezler. O malın kendisini kurtarmak şöyle dursun, felaketine sebep olacağını düşünmez; her tehlikeden kurtaracağını ve böylece dünyada ebedi yaşatacağını zannederler. Servet sahiplerinin kendi halini murakabe etmesi gerekir: Malına emanet gözüyle mi bakıyor, yoksa bunların hepsi benim malım mı diyor? Hiç ölmeyecek bir insan gibi mi malıyla münasebet kuruyor? Burada önemli olan tavır, elindeki malın sahibinin Cenab-ı Mevlâ olduğu, kendisinin ise o malın sadece emanetçisi ve bekçisi olduğu fikrini sürekli muhafaza etmektir. Çünkü “Mâlikü’l-Mülk” olan O’dur. Yani bütün varlık O’na aittir.
Hangi cehennem?
Cenâb-ı Mevlâ, gelen ayet-i kerimede hümeze ve lümeze yapanların, mal biriktirip mallarını sayanların akıbetlerinin “Hutame” olduğunu mealen şöyle beyan ediyor:
“Hayır! Andolsun ki o Hutame’ye atılacaktır.”
Yani: Malına güvenip, daima malını öne sürüp insanları kırıp inciten, alay eden, herkesin hukuk ve haysiyetiyle oynayan o kendini beğenmiş, başkalarını küçük gören hümeze ve lümeze yapanları, Allahu Zülcelâl hakaret ve sefalet içerisinde ateşe atacaktır. O öyle bir ateştir ki içine atılanı kırıp geçirir, yakar bitirir.
Bu ayet-i kerimede Allah Tealâ niçin “Kâria”, “Hâviye”, “Nâr-ı Hâmiye”, “Cahîm” gibi cehennem isimleri varken “Hutame” ismini zikretmiştir?
“Hutame” kelimesinin aslı, “kırıp geçirmek” demek olan “hatm” kelimesinden gelir. Hutame, aynı hümeze ve lümeze ifadelerinde olduğu gibi “bir şeyi adet edinme” anlamı taşır. Buna göre Hutame’nin anlamı, âdeti ve tabiatı kırmak olmuş yani kırıp geçiren demektir. Burada cehennemin Hutame ismiyle söylenmesi hümezeye karşılık içindir. Çünkü hümezede başkalarının gönlünü, haysiyetini, onurunu kırmak manası bulunduğu gibi, Hutame’de de kırıp geçirmek manası vardır.
Cenab-ı Hak, gıybetin ne ağır bir cürüm olduğunu açıklama sadedinde buyurur ki: “Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât 12)
Hümeze ve lümezede de insanları gıybet ederek etlerini yemek manası vardır. Aynı şekilde ateş de deriyi, eti bir anlamda yer. Bundan dolayı hümeze ve lümezeye ilahî adalet gereği Hutame karşılık gelir.
Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.
------------------------------------------------------------------------------------
Fahreddin Râzî, Tefsî-i Kebîr; Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât; Celâleddin es-Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl; Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri