MEZHEP NEDİR NE DEĞİLDİR
Cabir b. Abdullah anlatıyor, Resulullah (a.s.)’ın yanındaydık. Yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu, ‘bu Allah’ın yoludur’ dedi ve şu ayeti okudu: “İşte benim dosdoğru yolum budur, ona uyunuz. Başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır…” (En’am/6, 153).
Başka bir Sahabi naklediyor: Ey Allah’ın Resulü! Bana İslam hakkında senden sonra kimseye sormayacağım bir şey söyle, dediğimde şöyle buyurdu: “Allah’a inandım, de ve dosdoğru yolu tut.” Ayrıca Kur’an’da Allah’ın yoluna uymayı, çözülüp dağılmamak için birlik içinde olmayı öğütleyen pek çok ayet olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ağırlık noktasında İmamet’ in (devlet başkanlığı) yer aldığı; toplumu tartışma, çatışma ve hatta savaşlara götüren bir yığın ihtilaf çıkar. İşte bu görüş ayrılıkları zamanla farklı düşünce grupların, mezheplerin oluşumuna zemin hazırlamıştır.
NİÇİN İÇTİHAT?
Kur’an ve Sünnette var olan hükümlerin, şartların değişmesiyle oluşan yeni problemleri açıklamada görünüş itibarıyla yetersiz olduğu görülür. Müçtehitler, çoğu genel olan bu hükümlerin, günün şartlarına göre özelleştirmek, o da yetmezse Hz. Peygamber’in tasvibini ve onayını kazanmış olan içtihat yoluyla çözüme kavuşturmak isterler. Dayanakları da şu uygulamadır: Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken“ne ile hükmedeceğini” sorar: “Allah’ın kitabı ve Resulünün hükmettiğiyle, şayet bulamazsam kendi reyimle (görüşümle) hükmederim,” karşılığı üzerine Hz. Peygamber, Muaz’ın göğsüne vurarak, “ Resulünün elçisini, Resulü razı olacak şekilde başarılı kılan Allah’a hamdolsun,” diyerek memnuniyetini ifade eder.
Kur’an ve Sünnetin sınırları içerisinde kişisel gayret ve çalışmalar yapan müçtehitler, mezhep kurmak veya özellikle kendi içtihatlarının doğru olduğu iddiasında bulunmazlar. Ancak mezheplerin oluşumunu takip eden 3. Yüzyıldan sonra “her grup, tek doğru düşüncenin kendi düşünceleri olduğunu ve kendilerinin dışındakilerinin de cehennemlik olduğunu” iddia etmeleri sonucu mezhebi dinin aslıllarından; müçtehitleri de dinin asıl sahipleri haline getirdi. Öyle ki, müçtehidin kendisine veya düşüncesine karşı çıkmak, dine karşı çıkmakla eşdeğer kabul edildi. Tarihin her döneminde olduğu gibi günümüzde de bu “ mezhepçi“ anlayış, cehalet ve bağnazlık aracı olarak ne yazık ki kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Oysa bir müçtehidin, “bütün içtihatlarının kesin doğru” olduğunu düşünmek içtihadın anlamına da ruhuna da aykırıdır. Zira “kesin doğru” ancak vahyidir; onun tezahürleri ise Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamalarından başkası değildir. Burada şunu belirtmek gerekir, ilk kuşak müçtehitler bu mezhep anlayışından ve taassubundan tamamıyla uzak; düşünen ve kendilerini ilme adayan tarihi şahsiyetlerdir.
MEZHEP Mİ MEZHEPÇİLİK Mİ?
Mezhepler, Hz. Peygamber zamanından beri var olan fikirlerin temsilcileri değildir. Mezhebi din gibi görmenin, mezhep imamını da dinin temsilcisi ya da tebliğcisi olarak kabul etmenin yanlışlığı açıktır. Ebu Hanife’ye içtihatları hakkında sorulduğunda: “ Bilmiyorum, belki de ulaştığım netice şüphe götürmez bir yanlışlıktır… Sahih hadis bulursam, benim mezhebim odur… Daha güçlü bir delil bulabilirseniz benim görüşümü terk ediniz,” demiştir. “Tek doğrunun, kendi doğruları” olduğu düşüncesine hep karşı çıktı Ebu Hanife. Hukukta değişmezlerin olduğu gibi değişenlerin de olabileceğini ısrarla belirtti. Öğrencisi Ebu Yusuf’a şöyle dediği nakledilir: “Ey Yakub Vay haline! Benden işittiğin her şeyi yazıyor musun? Ben bugüne göre böyle düşünüyorum, belki yarın bu görüşümden vaz geçerim…” (bkz.M. Ebu Zehra, Ebu Hanife).
Buna rağmen Mezhebi dinin asıllarından biri, mezhep imamlarını da dinin tebliğcileri olarak kabul eden anlayış hep var olmuş, hatta hızını alamayıp ahiret suallerinden birinin de: “Hangi mezheptensin ve İmam’ın kim?” sorusu olacağını bile iddia edenler olmuştur. Öyle ki; İnanç Esasları üzerine tartışmanın anlamsız olacağı; ameli/fıkhi mezheplerin de birer düşünce ekolü ve farklı içtihatlardan ibaret olduğu gerçeği ortadayken; hoşgörüsüzlük, kendilerinden olmayanlara kapıları kapatmak ve amansızca zora başvurma, daha da kötüsü: “ Benim mezhebim daha üstündür, benim mezhebim senin mezhebini döver…” anlayışı her şeyden önce İslam’ın evrensel mesajından oldukça uzak bir anlayıştır ve İslam dünyası için sorun olmaya devam etmektedir.
MEZHEPLER NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Hz. Peygamber hayattayken iktisadi, sosyal ve siyasi herhangi bir ayrılık baş göstermezdi. Kur’an inmekteydi, Hz. Peygamber müminlerin arasında bulunuyor ve onları bizzat irşat ediyordu. Dini ve siyasi problemleri bizzat çözüyor, hayatın her safhasında müminlere önderlik ediyordu. Müslümanlar arasında devlet başkanlığı meselesi başta olmak üzere dini ve sosyal ayrılıkların onun vefatından sonra ortaya çıktığı bilinmektedir.
Fikir ve vicdan özgürlüğünün hakim olduğu bir çevrede gerek imana dair gerekse hayatın diğer alanlarıyla ilgili pek çok farklı görüş ve hatta tartışmaların ortaya çıkması tabiidir. Fıkhi problemler karşısında müçtehitler şahsa, zamana, bölgeye ve sosyal şartlara göre uygun çözümler ileri sürmüşlerdir. Diğer bir ifade ile bilgi ve kültürleri nispetinde temel konularda aynı olmak kaydıyla bazı konuları farklı yorumlamışlardır.
Aralarındaki fikir ayrılıklarının oldukça sınırlı olduğu bilinen dört mezhep temsilcilerinin, birbirlerinin görüşlerinden etkilendikleri ve aralarında hoca-talebe ilişkileri olması bunun göstergesidir. İlk kuşak müçtehitlerden sonra birbirlerini yalanlayan, hatta birbirlerini küfürle itham eden gruplar ortaya çıktı. Toplumu kargaşadan kurtarma adına: “Artık çözülecek problem kalmadı, bağlanalım birine gitsin…” denilerek kurumsallaşmış mezheplerden birine toplumu yönlendirme kolaycılığına gidilmiştir. Bu aynı zamanda içtihat kapısının kapatılması anlamına da geliyordu. Gerekçe ise: İnsanları çeşitli yanlış inanç ve uygulamalardan korumak, iman üzere yürümelerini temin etmekti.
İHTİLAFTA RAHMET VAR MI?
İnsanın doğru yola yönelmesi, doğru yolun dışındakilerden korunması, İslam’ın üzerinde önemle durduğu bir husustur. Başka bir ifadeyle doğru istikamet, inanç esaslarını belirleyen ve sıralayan temel esastır. Ancak burada şu hususu hatırlatalım: Gerek “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır…” gerekse “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri kurtulacak…” şeklinde değişik metinlerle rivayet edilen tartışmalı iki hadise dayanılarak bölünme sayısının 73’e çıkartılması için sanki yoğun gayret gösterilir. Bunun sonunda 4.yüzyıldan itibaren tüm siyasi ve ameli gruplar iki ana grupta ve çok sayıda başlık altında toplanır: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat adıyla toplumun ana gövdesini oluşturan Sünni İslam; orta yol ya da çoğunluğun siyasi eğilimi olarak bilinir. Şia/Şii görüş ise; Hz. Peygamberin, toplumun yönetilmesiyle ilgili vasi tayin etme ve bu konuda açıkça bir söz söylemediği halde, bir tür otoriter inanç sistemini vesayet yoluyla intikal eden imamet anlayışını benimser.
Özetlersek; bir mezhebin inanç ve düşünceleri, o mezhebin doğuş ve gelişme dönemindeki tarihi, coğrafi, siyasi hatta iktisadi şartları göz önüne alınarak anlaşılabilir ancak. “Mezhebini din gibi görme” yerine, İslam’ın evrensel çözümlerini pratiğe aktarmak olmalıdır her Müslümanın hedefi…“Mezhepçi” anlayışların ise; dine verdikleri zarar ve yıkımlara bakıldığında, “İslam’a en büyük zararın bizzat Müslümanlar tarafından verildiği” tezini doğrulatır niteliğindedir.
Hikmet Tekin.