İslamın Evrensel Ölçüleri
İslami prensiplerin belli bir zaman ve coğrafi bölgeye ya da her hangi bir topluluğa mahsus olmadığı konusunda Müslümanlar hemfikirdirler.
Kur’an’ın ilk tebliğcisi ve uygulayıcısı Hz Peygamber de “Bütün insanlığın peygamberidir.” Peki, nelerdir bu ölçüler? İşte İslam’ın temel evrensel prensipleri;
14 asır evvel Kur’an-ı Kerim, “Müminler kardeştirler” hükmünü koyarak dil ve kan birliğine dayalı anlayışları yıkmış, onun yerine iman birliğini kurmuştu. Bu birliğin mensupları da birbirlerine ancak ‘takva’ denilen meziyetle üstün olabileceklerdi. Üstün insanın; iman ve salih amelden, güzel davranışlardan başka ölçüsü de yoktu. Bu seviyeye ise ancak bilgiyle ulaşılabilirdi.
Allah insanları renk ve dil gibi farklılıklarla yaratmışsa bu, birbirlerini tanısınlar, hayırlı işlerde yarışmaları içindir: “Göklerin ve yerin yaratılışı ile delillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O’nun (kudretinin)delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için alınacak dersler vardır” (Rum,30/22).
Kur’an bu prensipleri vazederken insanın doğru-yalan, adalet-zulüm ve şükür-nankörlük gibi vasıflarına vurgulu bir şekilde hitap eder. Her hangi bir ırk ya da kabileye hitap ettiğine de rastlanmaz. Daha çok “Ademoğlu” veya “Ey insanlar!” hitabı tercih edilir.
Hz. Peygamber’in davetini ilk kabul edenlere de şöyle bir sorumluluk yüklenir: “İçinizden (her kesi) iyi ve yararlı olana davet eden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk bulunsun. Nihai kurtuluşa erişecek kimseler işte bunlardır” (Al-i İmran,3/104).
İlk İslam Toplumunun Yapısı
İlk Müslüman toplumun yapısı incelendiğinde dilleri, renkleri ve kabileleri farklı ancak iman birliğinde olağanüstü kararlı oldukları görülecektir. Kur’an’ın “gerçek müminler” diye belirttiği bu kimseler yararlı davranışlarından dolayı övülür. Kur’an’da hiç kimsenin nesebi ve ırkı sebebiyle övülmesi veya kötülenmesi söz konusu değildir. Ancak Allah insanı, iman ve takva cihetiyle över; kâfirlik, fasıklık ve asilik yönünden de kötüler:
“İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler var ya işte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır” (Enfal,8/74).
İslam toplumunu geliştirmek ve adil devlet olmak için uyulması gereken esaslar ise şöyle belirtilir; “Allah size mutlaka iş ve emanetleri ehline vermenizi; insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor…” (Nisa,4/58)
İlk Sapma
İslam hiç kimsenin ırk aidiyetini yok saymaz, ancak insanı, fert olarak yaptıklarıyla değerlendirir. Fazilet ve üstünlüğün bir miras meselesi olmadığı özellikle belirtilir. Kimse annesinden Seyyid veya Şerif olarak doğmaz. Dolayısıyla kimse, ırkı ve nesebi sebebiyle bir üstünlük sağlayamaz. Sevgili Peygamberimizin şu veciz ifadesi çok anlamlıdır: “Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız da aynıdır. Kimsenin, takva dışında bir üstünlüğü yoktur.”
Ne yazık ki, zamanla bu anlayıştan uzaklaşıldı. Bu büyük sapmanın öncülüğünü yapan Emaviler, kendi ırklarını diğer Müslümanlardan üstün gördüler. Arap ırkının üstünlüğünden, Kureyş kabilesinin faziletlerinden söz etmeye başladılar. Kendilerinden sonra gelen Abbasiler ve diğerleri de bundan geri durmadılar. Hatta iddialarını Hz. Peygambere meletmeye çalıştılar.
Peki, Hz. Peygamber Bir Kabileyi Över mi?
Sevgili Peygamberimize yakın olmanın yolu bellidir. İslam’ın mesajını doğru kavramak suretiyle kişisel sorumluluk bilinci demek olan takva üzere olmanın ötesinde başka bir yol yoktur. Bu da ancak güzel ahlak ve yararlı davranışlarla mümkün olacaktır.
Günümüzde ehl-i beyte mensup olduklarını, seyit/şerif olduklarını iddia edenlerin ise hiçbir dini ayrıcalıkları yoktur. Hepimiz Adem Peygamberin çocuklarıyız, topraktanız. Allah’ın mütevazı ve aciz kullarıyız. Başka ümmetlerde var olduğu bilinen ‘seçkin’ olma hastalığı “seçilmiş millet, seçilmiş aile” anlayışı ne yazık ki Müslümanlara da bulaşmış gözüküyor
Bu açıdan bakıldığında sevgili Peygamberimizin, bir ırkı ya da bir kabileyi övdüğüne dair rivayetlerin tartışmalı hatta asılsız oldukları apaçıktır. Bu rivayetleri uyduranların asıl maksatları olsa olsa bunun bir yanlış anlayışı meşrulaştırma çabasından öteye gitmemektedir. Sözün özü: Hz. Peygamber’in soyundan gelmek değil, aslolan onun yolundan gitmektir.