Gönderen Konu: Sağ Elin Verdiğini,Sol El Görmeden  (Okunma sayısı 635 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2112
Sağ Elin Verdiğini,Sol El Görmeden
« : Şubat 23, 2017, 11:51:35 ÖÖ »
Sağ Elin Verdiğini,Sol El Görmeden

Allâh’a Verilen Karz-ı Hasen - Güzel Borç - İnfak - SADAKA

Bu kâinât, kudret eli ile kurulmuş binbir nakışla tezyîn edilmiş umûmî, fânî bir ikâmetgâhtır. Bir imtihân âlemi olan şu dünyada geçireceğimiz günler, ciddiyet, ince bir ruh, derin bir idrâk ile tefekkür ister. Çünkü bizim için asıl kalıcı olan nîmetler, bâkî ikâmetgâha, yâni sonsuz hayâta götürebildiğimiz güzelliklerdir. Kullarının böyle ebedî güzellikler ile huzuruna gelmesini arzu eden Cenâb-ı Hak, kendi katındaki yüce mükâfâtı ve rızâsı istikâmetinde yapılacak amel-i sâlihlere verdiği değeri Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık beyân buyurur.

Allâh Teâlâ, bilhassa lutuf ve kerem, cömertlik ve ihsân gibi ulvî sıfatlarının tezâhürü olan sadaka ve infak hakkında ısrarlı teşviklerde bulunur. Bu meyanda hâli vakti yerinde olan servet sâhiplerine zekât, öşür ve kurban gibi mâlî ibâdetleri kat‘î olarak emir buyurur. Bu mecbûrî yardımların yanında bir de mürüvvete ve îmân heyecânına bağlı fazîletler vardır ki, bunlardan biri de karz-ı hasen, yâni güzel borçtur.

Cenâb-ı Hak, yüce rızâsı için verilecek her sadaka ve yapılacak her infâkı kendisine verilmiş bir borç (karz-ı hasen) olarak kabul eyler ve bunun karşılığını kat kat ödeyeceğini va’deder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

مَن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُ أَجْرٌ كَرِيمٌ
“Allâh’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allâh, bunu kendisi için kat kat artırır. Onun için oldukça üstün ve onurlu (kerîm) bir ecir vardır.” (el-Hadîd, 11)

Buna göre sadakalarımızın, muhtacı sevindirmek kadar birgün ansızın karşımıza dikilecek olan ölüme karşı bir son nefes teminâtı olacağı düşüncesiyle bu hususta daha gayretli olmalıyız.

Bilmeliyiz ki, bu dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allâh’ın takdîrine bağlıdır. Gerçek mü’minler, Allâh kendilerine nîmet verdikçe kibirlenip şımaran ve Allâh’ın lutfettiği nîmeti O’nun rızâsı için sarfetmeyen gâfillerden olamazlar. Onlar karz-ı haseni her iki mânâsıyla idrâk ederek tatbik ederler. Yâni:

1. Hem ihtiyaç sahibi kullara borç verirler,

2. Hem de infakta bulunmak sûretiyle Allâh’a borç verirler…

Evet karz-ı hasenin bir mânâsı da, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen şekliyle Allâh’a borç vermektir. Bu da ihtiyaç sahiplerine infak etmek ve Allâh yolundaki gayret ve hizmetlere destek olmak sûretiyledir ki, Allâh Teâlâ bu ameli; terviç, teşvik ve mükâfâtını beyan sadedinde, “kendisine verilen bir borç” olarak ifâdelendirmektedir. Yâni infâkı bizzat Cenâb-ı Hak, borç olarak kullarından istemektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla ödünç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allâh katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allâh’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allâh çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Müzzemmil, 20)

Cenâb-ı Hak, yüce rızâsı istikâmetinde kulun infâkını karz-ı hasen (güzel bir borç) olarak kabûl etmekle insanoğluna müstesnâ bir lutufta bulunmaktadır. Tabii, hâlis niyetle ve bu dünyada hiçbir şahsî menfaat beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla… Bunun için verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allâh rızâsı için sarfedilmelidir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’nın bir infâkıyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan:

“Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetîme ve esire yedirirler: «Biz sadece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabb’imizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine)parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11) âyetindeki düsturlara riâyet edilmelidir.

Bu âyet-i kerîmelerde infak ile ilgili şu nüktelere temâs edilmektedir:

1. Mü’min kardeşini kendine tercih etmek; îsâr,

2. Fânî ve dünyevî gâyeler için değil, Allâh rızâsı için infak etmek,

3. Kıyâmetin şiddetinden infak ile korunmak,

4. İhlâsla yapılan infâkın Hak katında makbul olacağı ve sahibinin yüzünü ak edeceği,

5. Mü’minlerden bu nevî sâlih ameller işlenmesinin istendiği.

İşte Allâh’a bu şekilde verilen borç için Cenâb-ı Hak onun kat kat karşılığını bahşedecektir. Yine bir âyet-i kerîmede Hak Teâlâ bu şekilde verilen bir borcun fazîletini şöyle beyân etmektedir:

“…Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allâh’a güzel borç verirseniz, andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi, zemîninden ırmaklar akan cennetlere sokarım…” (el-Mâide, 12)
İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Ebû Dehda el-Ensârî, Allâh’a güzel borç verme hakkındaki âyetler nâzil olduğunda Rasûlullâh’a:

“–Yâ Rasûlallâh! Allâh bizden borç mu istiyor?” diye sordu.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet, yâ Ebâ Dehda, Allâh borç istiyor!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ebû Dehda -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:

“–Ben bağımı Allâh’a borç (karz-ı hasen) olarak veriyorum!” dedi.

İbn-i Mesud -radıyallâhu anh-, Ebû Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve onun bağı içindeki evinde, âilesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu infaktan, yâni Allâh’a borç verme sözünden sonra Ebû Dehda evine gelir ve hanımına:

“–Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim…” der.
Hanımı da ona:

“–Yâ Ebâ Dehda! Çok kârlı bir alışveriş yaptın!” diye cevap verir.

Daha sonra da eşyâlarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (Taberî,Tefsîr, II, 803; Hâkim, Müstedrek, II, 24)
İşte bu şuur ve fazîletin zirvede olduğu her devirde mü’minler topluluğu dâimâ huzur ve saâdet içinde yaşamışlar hem dünyalarını hem de âhiretlerini korumuşlardır. Şu hâdise de bu hakîkatin göz kamaştırıcı bir tezâhürüdür:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlı’nın son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dâir kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler, kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler.

Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşâhede ettiği gerçek, son derece ibretli idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..”

Hiç şüphesiz bu yüksek seviye, ihtiyaç ve yoksulluğun had safhaya ulaştığı anlarda ve bir de zor zamanlarda infâkın değerine dikkat çeken âyet-i kerîmenin muhtevâsı içerisinde yaşayabilmenin dünyevî bir mükâfât ve bereketidir. Cenâb-ı Hak, bu hususta gevşeklik ve gaflet gösterilmemesi için biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

“Size ne oluyor ki, Allâh yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allâh, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allâh’ın, yaptıklarınızdan haberi vardır.” (el-Hadîd, 10)

Yâni Cenâb-ı Hak, bilhassa İslâm’ın ve müslümanların zor zamanlarında kullarından fedâkârlık istemektedir. Kulların bu fedâkârlıklarına da Kur’ânî ifâde ile «karz-ı hasen» demektedir. Nitekim Çanakkale ve İstiklâl harplerindeki fedâkârlıklar da kullardan bir «karz-ı hasen» hâlinde tecellî edince Cenâb-ı Hak, bunun mukâbili olarak gâlibiyet ihsân eylemiştir.

Unutmamalıyız ki bize emânet olarak verilen bu beden, can ve mal, elimizde ebedî kalacak değildir. Muhakkak birgün âniden hepsi ile vedâlaşacağız ve her şey mülkün gerçek sahibi olan Allâh’a kalacak, yâni O’na dönecektir. Dolayısıyla şimdiden, yâni hayatta iken bu emânetleri Allâh yolunda yerlerine teslim etmeliyiz ki ebedî mükâfâta nâil olabilelim. Biz teslim etmesek bile onların asıl sahibi olan Cenâb-ı Hak, dünyaya vedâ ânımızda zaten bizden her şeyi geriye teslim alacak. Ancak arada büyük bir fark olacak. Birinci şekilde, yâni infak ettiğimiz takdirde, Allâh Teâlâ yerin göğün hazîneleri yüce zâtına âit olmasına rağmen, bunu kendisine verilmiş bir borç olarak kabul etme lutfunda bulunacak ve karşılığını kat kat ihsân eyleyecek. İkinci şekilde, yâni infak etmediğimizde ise elimize hiçbir şey geçmeyecek, ancak o malın mes’ûliyetini yüklenmiş olacağız. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömrünü infaktan uzakta kalarak geçirenleri şöyle îkâz buyurur:

“Âdemoğlu «malım, malım…» deyip duruyor… Ey Âdemoğlu! Yeyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın var mı ki?!.” (Müslim, Zühd, 3-4; Tirmizî, Zühd, 34)
Hazret-i Mevlânâ da, Mesnevî’sinde ne güzel söyler:

“Ölüm meleği, gâfil bir zenginin kulağını çekerek (yâni canını alarak) onu hayat rüyâsından uyandırınca, hakîkatte sâhibi olmadığı bir mal için, zenginin hayatta iken çektiği zâyî etme korkusuna kendisinin bile güleceği gelir.”

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âilesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyundan geriye ne kaldığını sordu:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını verince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfâtu’l-kıyâme, 35)

Hakîkaten insanın esas sermâyesi, hayır-hasenâtta bulunmak sûretiyle ebedî hayat için biriktirdikleridir.

Dünya malından bir musîbet hâlinde zuhûr ederek gönlün âhengini tahrip eden fânî ve nefsânî alâkalardan uzakta kalabilmek, ancak cömertlik ve diğergâmlığın feyzi ile mümkündür.

Cenâb-ı Hak, insanoğlunun dünyaya vedâ ânında hasret duyacağı ibâdetler arasında sadakayı bilhassa zikreder ve onu ihmâl edenlerin ölüm geçidinde iken yaşayacağı hâlet-i rûhiyeyi şöyle beyân buyurur.

وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabb’im! «Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Bu yüzden cimrilik ve dünya muhabbeti sebebiyle infaktan uzak kalıp birgün bütün varlığımızı ardımızdakilere bırakırken onların ağır hesap ve azâbını yüklenmiş âhiret müflisleri durumuna düşmeyelim!..

Zîrâ malın nereden kazanılıp nereye sarfedildiği hususu âhiretteki büyük hesâbın ilk suâllerindendir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

İşte bütün bu hakîkatleri en güzel şekilde idrâk eden ecdâdımızın, infak hususunda sergiledikleri üstün gayret ve faâliyetler, tarihe muazzam bir “vakıf medeniyeti” armağan etmiştir. Onlar âdeta bir hayır yarışı içerisine girmişler ve bu yarışta her çeşit varlığa ve her türlü ihtiyaca cevap verecek mâhiyette müesseseler, vakıflar kurmuşlardır. Bunların yanında iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemeyecek olanların gönüllerini rencide etmemek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bazı semtlerine koyduklarısadaka taşları pek meşhurdur.

Bu sadaka taşlarından Üsküdar Doğancılar Caddesi üzerindeki yol ayrımında, Evlendirme Dâiresi karşısındaki kaldırımın yanında yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve otuz santim çapında olan tarihî hâtıranın dışındakiler bugün yerlerinde değiller.

Oysa bunlar, bir zamanlar ne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şâhid idiler. Hâli vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.

Daha sonra semtin fazîletli fakirleri de ihtiyaçları kadar oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler, gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız seyyah, üzerinde para bulunan bir taşı tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.

Rivâyete göre İstanbul’un dört yerinde sadaka taşı vardı: Üsküdar’da Gülfem Hatun Camii’nin avlusunda, yine Üsküdar Doğancılar’da, Karacaahmet’te ve Kocamustafapaşa’da…

Şanlı ecdâdın, böyle bir hizmeti niçin yaptığı mâlûm… Ancak her toplumda ve her devirde düşkünler ve muhtaçlar dâimâ mevcut olacaktır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyrulan:

“Zenginin malında fakirin hakkı vardır.”27 düstûrunu gönlümüzün şiârı edinmeli ve “sadaka taşlarından vakıflara” uzanan hayır yarışını devam ettirmeliyiz ki, iffetli muhtaçların haysiyetlerini koruyalım. Dünkü kâh vermek kâh almak için sadaka taşına uzanan ellerdeki samîmiyeti ve ihlâsı muhafaza etmeliyiz… Gönlümüz bir sadaka taşı hâline gelmelidir.Muhtaç, bizlere bir ana kucağı sıcaklığı hissederek yaklaşabilmelidir. Bizler de lutfen ve keremen «Rezzâk» olan Rabb’imizin bir kulu olarak şükür secdesinde bulunmalıyız. Dünyevî ve uhrevî ölçümüz:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 8) beyânı ile;

“De ki: Rabb’im, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allâh için ne infak ederseniz, Allâh onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe, 39) âyet-i kerîmesidir.

Netice olarak gerek infak, gerekse karz-ı hasen şeklinde yapılan güzel ibâdet ve davranışlar, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lutfeylediği nîmetler sâyesinde yapılabilmektedir. Yâni Allâh Teâlâ, bizlere bahşettiği nîmetler ile yapacağımız hayır ve hasenâtı bizden kendisine borç olarak telâkkî buyurmaktadır. Bir bakıma bu tecellî, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği nîmetleri yine nîmetlerle taçlandırmasıdır.

Yâni hakîkatte sayısız nîmetleri veren Allâh, onları alıp istifâde eden kullardır. Buna göre de asıl borçlu olan taraf insan, alacaklı olan da Cenâb-ı Hak’tır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’ndan isterler. Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar.”

Bu meyanda bilhassa insanoğlu, kendisine verilen, varlıkların en şereflisi olma sıfatı, daha sonra İslâm ve îmân nîmetine mazhariyet, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olma lutuf ve ikrâmına nâiliyet ve daha sayılamayacak nice ihsan ve ikrâmlar karşısında Cenâb-ı Hakk’a borçludur. Ayrıca her gönül, yaratılışının vesîlesi ve ebediyet yollarında yegâne hidâyet rehberi olan Hazret-i Peygamber    -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e borçludur. Onun zâhir ve bâtın insanlığa hediye ettiği ibâdet, muâmelât, davranış mükemmelliği ve güzellikleri yıldızlar misâli gönüllere yansıtan ashâb-ı kirâma ve bütün İslâm büyüklerine borçludur. Ana-babaya borçludur, âilesine borçludur.

Bu borçların ödenmesi ise, Allâh -celle celâlühû-’nun ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle canlı bir Kur’ân olarak yaşamak ve Sünnet-i seniyye iklîminde yeşeren bir gül olarak vuslat âlemine adım atmakla mümkündür. Ayrıca Allâh’a şükretmek de her kulun boynunun borcudur.

Bilmelidir ki, Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar sayısız nîmet, lutuf ve ihsânına mukâbil gönüller, şâyet O’nun rızâsının dışında kalan, yâni nefsânî ve fânî tuzaklarda ziyân edilirse, insanlık şeref ve haysiyetini yitirmeye başlar. Bu şekilde ilâhî ölçülerin dışında yaşayarak gelip geçici güzellikleri gözlerinde büyütenler, dâimâ aşağılara, düşkünlüklere râm olurlar. Bir bakıma özlerindeki “ahsen-i takvîm” (en güzel yaratılış) sırrını unutarak kendilerinden çok daha aşağıda, daha fakir, daha muhtaç ve âciz varlıklardan borç isteyen zavallılar durumuna düşerler. Neticede farkında olamadıkları aslî cevherlerini helâk ederler. Böyle kimselerin hâline son derece şaşıran Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Bu ne şaşılacak şey? Güneş, bir zerreden borç ister mi? Zühre yıldızı, küçücük bir küpten bâde diler mi?”
“Sen ne olduğu bilinmeyen bir rûhsun, vasıfları tam anlamıyla bilinmez bir cansın. Keyfiyet ve sıfatlar âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulup kalmışsın; yazık sana!..”

Bu beyitlerde Hazret-i Mevlânâ insanı, bir mânevî güneşe benzetmektedir. Âlem de, o güneşin ışığı ile parlayarak yansıyan, titreşen zerreler gibidir. Dolayısıyla insanın Allâh’tan feyz almayı düşünmeden dünyada fânî zevkler peşinde koşması, neşe araması, bir bakıma güneşin zerreden borç istemesini temsil etmektedir. Güneş nasıl olur da zerreye muhtaç olur?

İnsan rûhu da, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânî bir ifâdeyle «Kudretimden bir sır üflediğim.»28 buyurduğu rabbânî bir nûrdur. Fakat insanların çoğu rûhun yüceliğini, kıymetini bilmeyerek, onun hakîkatinden habersiz yaşarlar. Bunlar kendilerine bahşedilen azîz ve mukaddes nîmeti, o ilâhî emâneti, maddî ve fânî zevklere fedâ ederek, sadece ten plânında yaşama sevdâsındadırlar. Hiddetin, şehvetin, şöhretin, cismanî zevklerin girdabına düşmüşlerdir. Nefis gıdâların, eğlencelerin meftûnu olmuşlardır. Sanki mânâ güneşi, semâvî bir hâdiseye uyarak “ukde-i zenb” (günah düğümü) ile bağlanmış, tutulmuş, ışığını saçamaz olmuştur. Bu durumda her kul:

Kendi mertebesini bilmeli! Allâh’ın lutfettiği sayısız nîmetlerden, bilhassa “ahsen-i takvîm” sırrından haberdâr olmalı! Gelip geçici ve bir türlü tatmin edilemeyen zevklere esir düşmemeli! Neşeyi nefsânî arzularda ve fanî sevgililerde aramamalı! Her şeyi kendinde, kendi gönlünde aramalı!

Hâsılı, dünyadan cebrî olarak çıkarılmadan evvel, Rabb’imizin lutfuyla îmân emniyeti ve irâdemizle ukbâ yolcuğuna çıkmanın hazırlığı içinde olmalıyız…

Yâ Rabbî! Yüce zâtına verilen bir borç olarak kullarından istediğin infak ibâdeti ve karz-ı hasen fazîleti hususunda gönüllerimize Sen’in sonsuz kerem deryândan nasibler ihsân eyle! Üzerimizdeki maddî ve mânevî bütün mes’ûliyetleri ve borçları edâ etmeyi hepimize müyesser kıl! Bizlere, yetimlerin, muhtaçların ve yalnızların sessiz çığlıklarını duyabilecek kulak ve hissedebilecek bir gönül ihsân eyle!

Âmîn.

 


* BENZER KONULAR

Arkadaşlık ve Dostluk Gönderen: webtasarim
[Dün, 08:34:41 ÖS]


Komşuluk İlişkileri Gönderen: webtasarim
[Dün, 08:24:14 ÖS]


İslam'da Kanaat Gönderen: webtasarim
[Dün, 07:00:27 ÖS]


Geleceğimizin Teminatı Çocuklarımız Gönderen: webtasarim
[Dün, 06:51:54 ÖS]


Kul ve Kamu Hakları Gönderen: webtasarim
[Dün, 06:43:40 ÖS]


İman ve Hayat Gönderen: webtasarim
[Dün, 06:32:41 ÖS]


Güzel Ahlak Kurallarında Nezaket Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 06:24:01 ÖS]


İnsanın İmtihanı Helal Gıda İledir Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:31:58 ÖÖ]


Kur’an-ı Kerim ve Şehidlik Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:24:17 ÖÖ]


Ümmet Bilinci ve Camilerimiz Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:20:29 ÖÖ]


Yahudiler ve Yahudilik 26 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:08:47 ÖÖ]


Kur’an-ı Kerim’i Oku’maya Devam Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:57:35 ÖÖ]


Düşünerek Konuşan İnsanların En Akıllısıdır Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:46:17 ÖÖ]


2024 - Umut Mürare - The_Piano Tones Of Emotions_320_Kbps Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 03:04:54 ÖS]


Umut Mürare - Kırık Kalpler 2024 - 320 kbps - FANİDUNYA NET'TE İLK Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 11:41:38 ÖÖ]


Ağzımızdan Çıkanı Kulağımız Duyuyor mu Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 08:17:08 ÖÖ]


Âhiret Zarurîdir 3 Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 08:08:09 ÖÖ]


Müslümanların Bütünlüğü Farzdır Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 07:56:24 ÖÖ]


Hastalıklarımıza Çare Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 07:46:00 ÖÖ]


Çalışıp Helâl Kazanmak İbadet Olur Gönderen: fanidunya NET
[Ekim 30, 2024, 07:32:22 ÖÖ]

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49