Yaşamanın Mimarı Ölüm Korkusu mu
İnsanoğlunun ölümsüzlük arayışı, diğer bir ifadeyle ölüm korkusu, tarihle yaşıttır. Bugün elimizdeki en eski yazılı metinlerin ölümü ve ölümsüzlüğü konu edinmesi tesadüf değildir. Örneğin Antik Mezopotamya’dan günümüze ulaşan taş tabletlerde, dostu Enkidu’nun ölümüne çok üzülen ve ölümsüzlüğün sırrını keşfetmek için uzun, tehlikeli bir yolculuğa çıkan hükümdar Gılgamış’ın hikâyesi anlatılır.
Ölüm korkusunu, diğer bütün korkular gibi küçük yaşlardan itibaren öğrenerek elde ederiz. Sosyalleşme süreçlerinde dip dalga olarak daima tesirinde kaldığımız bu korku, acaba yaşamın görünmez mimarı mıdır? Tarihî açıdan bakıldığında ölüm korkusunun insanları bir araya getirdiğini, terbiye ettiğini, geliştirdiğini, kurumsallaştırdığını söylemek mümkün. Aile, şehir ve devlet fikri, ölümle ilişkili muhtelif korkuların tazyiki altında organize olmanın doğal sonucudur. Korku, bireyi ve toplumu ayakta tutan mekanizmaların doğmasını sağlar. Bu yüzden de kolayca istismara açık bir hüviyet taşır. Tarih boyunca insanları idare etmenin, çitlemenin en temel enstrümanı korku olmuştur. Sözgelimi Batı’nın karanlık Orta Çağ deneyiminde Kilise’nin, üretilmiş korkularla toplumu terbiye ettiğini, daha kolay yönettiğini biliyoruz. Ama biz burada korkunun ölüm gibi objektif bir gerçeklik üzerinden insan yaşamına etkisine odaklanacağız.
Psikanalizci Gregory Zilboorg, “Ölüm korkusu biteviye olmasaydı, yaşamı korumak için daimî olarak psikolojik enerji harcamak da imkânsız olurdu.” der. Meselenin bireysel kökenine inecek olursak orada, insanlaşma hikâyemizle karşılaşırız. Yetişkinlikte insanı kuşatan ölüm korkusuyla çocuklukta maruz kaldığımız ölüm kokusu arasında temel bir fark vardır. Çocuğun gerekçeleri her zaman içgüdüseldir. Ebeveyne yoğun bağlılık onun diğer bütün duygu ve düşüncelerinin belirleyicisidir. Gündelik ihtiyaçlarının karşılanması çocuğu mutlu eder, mutlu olmaktan öte kendi dünyasında muktedir hissetmesini sağlar. Orada herhangi bir soyut korkuya, endişeye yer yoktur. Annesinden veya babasından uzaklaşmadıkça herhangi bir korku çocuğun kapısını çalamaz. Karnı doydukça ve istediklerini elde ettikçe üzülmez. İnsan, manevi planda da korkularla terbiye edilip olgunlaşır. Çocuk korktukça insanlaşır. Onun korkuları ebeveyn yokluğunu aşıp soyut olgularla karşılaştığında insan olmaya doğru zorunlu adımlar atar. Jung, Ruh ve Ölüm kitabında, ölüm kaygısının altında yaşama kaygısının yattığını söyler. Ona göre, ölümden korkan kişi aslında yaşamdan korkmaktadır. İnsanın sakinliğe, rahata, dengeye yönelimi kişinin, içinde taşıdığı ölüm özlemiyle ilgilidir.
Hepimiz biliyoruz ki hayvanlarda soyut endişe yoktur. Örneğin bir ceylanın, az önce yanı başında bir aslan tarafından parçalanan diğer ceylana rağmen otlamaya, koşup oynamaya devam ettiğini görürüz. Ceylan sadece ebeveynini kaybettiğinde bir miktar duraksayacaktır. Bu bakımdan ölüm korkusu, insanla diğer canlılar arasında ayırt edici bir bilince işaret eder. Bu korkunun ileriki yaşlarda hangi melekelerimizi geliştireceğini, hangi takıntılarımızı derinleştireceğini ise kestiremeyiz. Bu, her insanda ayrı seyreden karmaşık bilişsel bir süreçtir. Kesin olan şudur ki insan ölüm korkusunu bastırmaya çalışırken kendi kimliğini inşa eder. Kötü geçirilen çocukluğun takıntılı bir ölüm korkusuna neden olacağını söyleyen psikanalistler, çocukluktaki iyi yetiştirilme sürecinin sadece ölüm korkusunu daha iyi gizlemeyi sağlayabileceğinin altını çizer.
Ölüm ve hayat, yüzeyde birbirini tüketen iki zıt olgu gibi görünse de derinlerdeki kökleri vasıtasıyla daima alışveriş hâlinde iki ağaca benzer. Dünyaya gelen her insan bir bakıma ölmeye gelmiştir. Ölen her insan da geride kalanlar üzerinden yaşamın teşekkülünü kışkırtır. Bütün bu etkileşim bilincin derinliklerindedir. Yoksa yüzeyde apaçık bir ölüm korkusu hüküm sürer.
Ölümün İlk Hasadı: Ahlak
Ölümü somut olarak yadsımanın imkânı yoktur. Çevremizde her gün birileri ölmekte, onlardan geriye hissedilebilir boşluklar kalmaktadır. Ama bu, ölümün kıyıcı gerçekliğine karşı duygusal ve düşünsel bir siyaset geliştiremeyeceğimiz anlamına gelmez.
Ölümün varlığı, insanı ölüm ötesi bir anlam eşiğine çıkarır. Madem ölümlüyüz artık rastgele tercihlerde bulunamaz, içgüdülerin kontrolünde hareket edemeyiz. Sorumlu, şuurlu, her anını muhasebe eden kişiler olmak durumundayız. Tabip ahlakçı bir filozof olarak Kindi, Üzüntüden Kurtulma Yolları (Def’u’l-ahzan) adlı eserinin sonunda ölüm korkusu üzerinde durur ve bu korkunun temelinde öfke ve şehvet gibi dünyevi zaafların yattığını, kralların bu nefsani hastalıklarla köleleştiği dile getirir. Kindi’ye göre ölüm, insan tabiatının mütemmim cüzüdür ve ondan korkmamak gerekir: “İnsanlar çoğunlukla ölümü musibet sayar ve ondan hoşlanmazlar… İnsanlar ölüm hakkında sağlıklı düşünseler, onun kötü değil iyi bir şey olduğunu anlarlardı. Çünkü ölüm tabiatımızın tamlığıdır. Çünkü ölüm olmasaydı kesinlikle insan da olmazdı.” (Mustafa Çağrıcı, “Kindi’nin Def’u’l-ahzan Adlı Risalesi, Kaynakları, Tesirleri”, Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 7-10, 1989-1992, s. 229.)
Kindi’ye göre korkulması gereken bir şey varsa o da ölümün yokluğudur. Gerçekten de ölümün yokluğu bizi dünyadaki kötülüklere ve adaletsizliklere karşı pesimist, karamsar düşünceye sevk edebilir. Ölüm gerçeğinin toplum hayatına ilk katkısı ahlaktır. Öte dünya inancı, akıl sahibi her insanın yaşama katlanabilmesi için hayati bir gereksinimdir.
Varoluşçu Keşif: Anlam
Modern dönemde ortaya çıkan Varoluşçu düşünce, ölüm korkusunu insanın en temel paradoksu olarak görmekle beraber yaşamın anlamını tespitte ivme kazandırıcı bir olgu olarak değerli bulur. İnsan, istese de istemese de tatmak zorunda olduğu ölüm karşısında sorgulamalar yapmaya mecburdur ve bu soruların cevapları kadar soruluş biçimleri de insan hayatının anlamını belirler. Varoluşçu felsefenin kurucularından Soren Kierkegaard’a göre ölüme karşı yaşadığımız sarsıntı, hayatımızın anlamlı hâle gelmesine olanak sağlar. Bu yüzden ölüm hissedilmelidir. Zaman ve ölüm bizim sınırlı varlıklar olduğumuzu anlamamıza, tercihlerimizin önemini kavramamıza fayda sağlar. İnsanın ahlaki davranış sergilemesi, bu fark ediş esnasında gerçekleşir.
Kierkegaard, ölümün yaşama başka hiçbir şeyin katamadığı kadar güç ve dikkat katacağını söyler: “Oysa gönülden bir kişi için ölüm düşüncesi, yaşamı en uygun itkiyi sağlar ve bu itkiyi yönlendireceği doğru hedefi sunar. Ölümle ilgili düşünme, düşünceyi gönül derecesinde çekip gergin durmasını sağlar ve yaşayanları harekete geçirir; öyle ki bunu başka hiçbir düşünce sağlayamaz, bir yayı gerip oka itki sağlayamaz.” (Kaan H. Ökten, Ölüm Kitabı: Ölüm Düşüncesinin Temel Metinleri, İstanbul: Agora, 2010, s. 195.) Böylece bütün vazifeler değerli hâle gelir, zaman dilimleri küçümsenmez ve insan olanca gücüyle faaliyete sürüklenir. Evet, ölümün hayatla alışverişi, velev ki bir bastırma ve inkâr faaliyeti şeklinde cereyan etsin, kişiliğin ve ahlakın inşası gibi çok önemli bir mimariye hizmet eder. Ölüm, yaşamı tüketirken ölüm korkusu, yaşamı kışkırtır, imar eder. Modern toplum, narkozvari bütün göz alıcılığına karşın insanı ölüm korkusundan azade kılamaz. Bugün de pek çok davranışımızın kökeninde ölüm korkusu ve onu bastırma kaygısı vardır. İrvin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi adlı eserinde bunu şöyle dile getirir: “Ölüm korkusu her zaman ve her yerde bulunur ve o kadar büyüktür ki, hayat enerjisinin büyük bir bölümü ölümün inkârına harcanır.”
Ölüm korkusu bizi göklere çektiği kadar yeryüzüne de bağlar. İnsanın bu dünyadaki imtihanını sağlayan o muazzam düzeneği bozmadan yüzümüzü avuçlayıp kendine çevirir. İnsan ölüme bakarken aslında kendisine bakar. Kendisiyle yüzleşir. Yaşadığı hayatın anlamına veya anlamsızlığına dair ciddi kanaatler elde eder. Ölüm olduğu için her bir saniyenin ehemmiyeti artar. Meşhur ihtiyaçlar piramidinin mucidi Abraham Maslow, ölümsüzlük durumunda insanın tutkuyla sevip sevmeyeceğinden bile emin olamayacağımızı söylüyor. Hatırlarsak, Maslow’dan asırlar önce Yunus Emre ölüm endişesinin âşıklara erişemeyeceğini söylemişti: “Ko ölmek endişesin âşık ölmez bakidür / Ölmek senün nen ola çün canun ilahidür.” Yunus Emre ayrıca, insanın mahiyeti hakkında kritik bir hatırlatmada bulunarak, Cenab-ı Hakk’ın insana şekil verdikten sonra ona ruhundan üflemiş olmasını “canun ilahidür” şeklinde bizlere hatırlatıyor.