DÖNÜP İNSANA BAKIN
Dünyada ahireti kazanmak için gönderilmişiz. Fânilikler içinde ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek. Mesele bu!
Din/iman ve devlet, aynı potada yoğruldukça biz, büyük devlet ve büyük millet olmuşuz. Tarih, bir ibretler aynasıdır. Bugün, hâlâ benzer sancılar içindeyiz. O aynaya bakınca kaderimizi de, çehreleri de tanımakta zorluk çekmeyiz.
İnsan basitleşmemeli/basitleştirilmemeli, bu kadar kendi bulduklarının esiri olmamalı. Elimizdeki her türlü maddi imkanlar, yaşayışımıza kolaylıklar getirici olarak görülmeli. Bunlar biz mutlu olalım diye var edilmişler. Acaba bize mutluluk yolunda ne kadar fayda sağlıyorlar? Şöyle gerçekçi derin ve kapsamlı bir kıyas bilançosu çıkarılırsa acaba ne gibi sonuçlarla karşılaşırız? Problem şurada:
‘Eşya mı bize hâkim, biz mi eşyaya. Para mı bize hâkim, biz mi paraya. Araba mı bize hâkim, biz mi arabaya. Teknoloji mi bize hâkim, biz mi teknolojiye? Makam mevki mi bize hakim, biz mi makam mevkiye?’ misalleri çoğaltabiliriz. ‘Hâkim miyiz, mahkûm mu?’ diyerek…
İnsanımızın bütünlüğünü de, hayatın bütünlüğünü de, İslâm’ın bütünlüğünü de göremeden, gözetemeden, düşünemeden hiçbir meselemizi çözemeyiz. İnsan manzaramızı da değiştiremeyiz. Farklılaşmada da, değişimde de doğru bakış, insana yöneliktir. Büyüdünüz mü? Dönüp insana bakın. O büyümenin içindeki insan ne durumdadır? Şehirleştiniz mi? Dönüp insana bakın; o şehirleşmenin içindeki insan ne durumdadır? Milli gelir mi arttı? Dönüp insana bakın; o gelir insana nasıl yansımış? Ekonomik kalkınma yolunda ilerlediniz mi? Dönüp insana bakın; o kalkınmada insanın özü, ruhu, kültürü, dengesi nasıl bir hal arz ediyor? (‘İnsan’ yerine ‘aile’yi koyabilirsiniz) İnsana yapılan yatırıma “Peygamber yatırımı” diyorum. Çünkü peygamberlerin tek yatırım aracı vardı: İnsan... Onlar yatırımlarını insana yapardı. Bu yüzdendir ki Nuh Tufanı’ndan kurtarılacaklar listesinin başında kendilerine yatırım yapılan insanlar gelmekteydi.
Vahyin ve onun pratiği iki ayaklı Kur’an olan Peygamberimizin inşa ettiği insan. Böyle olursa bu milletin mensubu olmak, bu milletin evladı olmak, her şeyden önce gönül meselesidir ruh meselesidir. O gönül ve ruh yoksa hiçbir tescil bizden yapmaz. Ama varsa; adını da değiştirseler, dilini de konuşturmasalar, cihanın öteki ucuna da sürseler, sen bizlesin biz seninleyiz haşre kadar.
Türkiye gerçek farklılığı arıyor. Dünyaya da nefes aldıracak gerçek farklılığı. Hem de zamanın icbarı altında, susamış gibi arıyor. Çekilen sancılar, büyük farklılığın ve büyük değişimin doğum öncesi sancıları olamaz mı?
İnsan olmanın, özellikleri ve icapları vardır. Dünyanın neresinde yaşıyorsa yaşasın, bu vardır. Özellikleri, icapları, hakları, ihtiyaçları, görevleri, değerleri, zaafları... ‘İnsan olan böyle davranır’ ve ‘insan olana böyle davranılır’ diyebileceğimiz asgari müşterekler düşünerek hareket edilmeli. Buradaki hassas ölçü şudur: İnsan olmakla bağdaşmayan hiçbir tavır, hiçbir meşru ölçüye göre doğru olamaz. (Terör, canlı bomba gibi şeyler hatırlanabilir) İnançların ve bazı felsefelerin ilk konusudur ‘insan kimliği.’ İnsanı ihmal, inkâr, iptal ederek hiçbir değer üretilemez. İnsan kimliği, asla unutulmaması gereken bir kimliktir.
Tarihin bütün büyük hareketleri, fedakârlık ve feragatin zirvesine çıkmış dava adamlarının yüce ahlakıyla gerçekleşmiştir. Sadece fikrin ya da inancın doğru olması yetmez. Çünkü: bir inanç ve düşünceyi dışından kavramak, özüne ve derinliğine inememek, o inanç ve düşünceyi bütün gücüyle yürürlüğe koyamamak sonucunu doğurur ki, bu da o düşünce ve inanca bir haksızlık, hatta bir ihanet demek olur. Bir dâvâyı, cevheriyle harekete geçirmemek, onu harcamaktır. Dâvâ, dâvâ ahlakına sahip insanların omuzları üzerinde yükselir. Dâvâ ahlakına sahip insanlar yalan ve iftira nedir bilmezler. En ufak bir menfaati ‘haleldar oldu’ diye ciyak ciyak bağıranlar, gerçek dâvâ sahipleri olamazlar; olsa olsa, o dâvâyı kullanarak çıkar sağlayan kişiler olurlar. Dâvâ ahlakına sahip kişiler yalan söylemekten nefret ederler ve iftira etmekten cehennem ateşinden korktukları kadar ürker ve çekinirler. İslam, gerçek inanç ve düşüncenin kaynağı ebedi ideal olduğu gibi, yüce ahlakını da yeryüzüne ve çağlara sayısız anıt halinde serpiştirmiş büyük dâvâdır. Müslüman idealist, kendinden, dâvâsından emindir. Kurduğu yapı hemen yıkılacak diye korkup panik içinde ne yaptığını bilmez bir hale düşmez. Müslüman idealist, kendisinin yapamadığını yapan başka biri olursa, onu kıskanmaz, ona haset etmez ve onu bu girişiminden dolayı alkışlar.
Çağın en büyük meselesi ‘insan meselesi’dir. Bunu çözecek tek sistem, tek nizam, tek hayat tarzı: İSLAM’dır. Bölmeden, parçalamadan, yamalı bohça haline getirmeden, işine geldiği gibi yorumlamadan, konforunu/rahatını/dünyevîleşmesini kaçıracak diye hak ve hakikati duymamak için ‘Allah ve Rasulü’nün sesini duymaktan kaçınmadan hareket ederek İslâm’ı insanla buluşturarak meselelerimiz çözülür. İnsandan önce ‘Yeter ki cemaatim, grubum, tarikatım yaşasın!’ diye insan harcayanlar, sonunda ikisini birden kaybettiler. ‘Yeter ki gazetem, dergim, okulum, kursum, yurdum, vakfım, şirketim, holdingim!’ yaşasın diye bozuk para gibi kendi insanını, ilkelerini, ideallerini feda edenler, sonunda insansız ve imkansız kalmakla cezalandırılacaklardır, yasa bu!
Milleti millet yapan değerlere önem verilseydi ve onların sosyal hayatımızı yönlendirme tesiri sağlansaydı böyle mi olurdu?
Halkta iman şuuru uyandırılmalı. Halk dindar olmazsa, ne ilim ne de teknik insanları koruyamaz/himaye edemez. Halkın dinen zayıflaması, yozlaşması, imanının icaplarını yerine getirmemesi, yaşadığı hayat tarzını din haline getirmesi, bizi uyuşturur, robot haline getirir. Şunu hiç ama hiç unutmayalım:
Cüz’î şerle küllî hayır murat olabilir. Yeter ki ibret almasını bilelim.
Yaşar Değirmenci.