Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
İslami Hayat Görüşü’ne sahip miyiz, değil miyiz? Sahip değilsek, Müslümanlığımızda eksik bir taraf var demektir. İhmal edilirse, kavram yetersizliğine uğrarız ve anlaşabilmemiz çok zorlaşır. Elbette ki inandığım gibi düşüneceğim.
Düşünceye yön veremeyen inanç, zaten ciddiye alınmaya lâyık değildir. Niçin yaratıldık? İnsan nedir? Bu hayatın amacı nedir? Ölüm nedir? Ahlâk nedir? Nasıl yaşamalıyız? Aile nedir? Mutluluk nedir? Cemiyet nedir? Tabiat nedir? Akrabalık, dostluk, vefa, sevgi nedir? Görev, nasip, sorumluluk nedir? Sevinçli-kederli anlarımızda nasıl davranmalıyız? Çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz? İnsanlarla olan münasebetlerimizi nasıl düzenlemeliyiz? İşimizi hangi ahlak ölçüsüyle yapmalıyız? Zenginlik-fakirlik durumlarında neleri gözeteceğiz? Hayat tarzımız ve üslubumuz ne olmalıdır? Sosyal meselelere nasıl bakacağız? İslam bu soruların özünü bildirmiş. Biz bunları yok sayarsak; ‘inandım’ deyip de dar manada ibadetin yapabildiğimiz kadarını yapar, yapamadığımızda af dileyerek keyfimizce düşünür yaşarsak; ‘din bir vicdan işidir’ deyip, fikrî ve fiilî hayatımızda İslam’ı hiç hatırlamazsak; bir farklılık ortaya çıkmaz. Halbuki bu farklılığın Müslümanlar tarafından dikkate alınması gerekmez mi? Adam ‘ben de Müslüman’ım’ deyip bir susturma gayretiyle, karşısındakini konuşturmak bile istemiyor. Sen de Müslümansın ama ‘İslam ahlâkı’ denilmesini uygun bulmuyorsun. İslam’ın ‘bir hayat nizamı’ olduğunu, bildirdiklerini dikkate almıyorsun. Muhatabın da bu durumda kendi farklılığını belirtmek için seni dışlar. Bir farklılığı kabul etmemek, o farklılığı yaşayanlara söz hakkı vermemek demektir. Bu taktik yıllardan beri uygulanıyor. Yaşanmayan, hayata nüfuz etmeyen, sosyal tezahür imkanlarından mahrum bırakılan her inanç zayıflar, solar, küllenir. ‘İslami duyarlık sahibi olmak’ denilince itiraz ediyor. Rejimin kavramlarıyla, dinin kavramlarını, aynı değerlerin kıyasıymış gibi konuşuyor. Buna bir kısım ilahiyatçılar da eklendi.
Utanmadan, sıkılmadan İslâm’a mukabil ve onun yerine geçsin diye icad edilmiş her kavramı, ulvîleştirenler süfliliklerini ispat ediyorlar. Allah’ın nizamı İslâm’ın gündeme gelmesinden, gündemde kalmasından hoşlanmayanlar, Allah’a kulluğun dışında nefsinin arzu ve isteklerine kulluk eder hale gelmiş/getirilmişlerdir. Hayatın her alanından dini ve dinin getirdiklerini çıkarmaya çalışanlar; kim yaparsa yapsın ‘iman dairesi’nden çıkmışlardır.
Bir ilahiyat dekanı, ‘Allahu Ekber sesleri demokrasi seslerini bastırmamalı’ diyebiliyor. Bu ne demektir? Ancak İslam karşıtları tarafından söylenebilecek bu sözün; geleceğin din adamlarını yetiştiren ilahiyat fakültelerinin bir dekanı tarafından söylenmesinin vahameti, bir başka yaşanan depremdir. Bu depremden de (bunların şerrinden) ancak ‘Allahü Ekber’ diyenler kurtarır.
Düşüncesiz (tefekkürsüz) din olur mu, İslam olur mu? İnsanın inancı, düşüncesinden ayrı tutulabilir mi? Laiklik, devletin vasfıdır; ferdin değil, cemiyetin değil. Bir insanın, inandığı hayat görüşüne göre düşünmesini ve düşündüklerini ifade edebilmesini yadırgamak; inançları (dinleri) de laikleştirmek anlamına gelir. Bu tuhaflık laikliğin din haline getirilmek istenmesinden kaynaklanıyor. İnsan düşünerek inanır, inanarak düşünür; ‘inanarak düşünmeye’ devam etmezse inancını yasayamaz.
İnanmayan biri bunları kabul etmezse ve yasaklamayı savunursa akla da, laikliğe de aykırı davranmış olur. ‘Ben de Müslüman’ım’ diyen biri bunları kabul etmezse ve yasaklamayı savunursa; hem akla ve laikliğe, hem de İslam’a aykırı davranmış olur. İslamî hayat görüşü hakkında düşüncelerini söylüyorsun; daha dinlemeden ‘Ne demek hayat görüşü, ne demek düşünce? Dinin yeri vicdan ve mabettir’ itirazıyla muhatabını muallakta bırakarak laikliği, demokrasiyi kutsal hale getirmeye çalışıyorlar. Müslümanlar bu hileyi mutlaka fark etmelidir.
Adalet düzeni işlemiyor, bürokrasi batmış, şehirler soluksuz, belediyeler aciz, bölge dengesizlikleri korkunç. Sanat yozlaşmış, okuyan-düşünen kalmamış, mafyalar faaliyette. Kişilik buhranının ortasında yeni kimlik arayışları başlamış, maddi-manevi dayanışma ve yardımlaşma bereketinin yerini yalnızlaşma yoksulluğu almış, ‘bencillik-haset-gıybet-riya’ tabiileşmiş, televizyon kanalları, internet, sosyal medya, dijital, zihin işgali! Porno ve şiddet kusuyor. Herkes meşgul, kimsenin vakti yok. Araştırmaya vakit yok, okumaya-düşünmeye vakit yok, hatırlayıp sormaya vakit yok, sohbete vakit yok, dostlarla görüşmeye vakit yok, ibadete vakit yok, mutluluğa vakit yok. Şimdi vakit çokken yapmıyoruz, yapamıyoruz. Evler bizi sıkar hale geldi. Hayatımız elimizden alınmış; kendimize ayıracak vakit bırakmamışlar ki bize. Kendimize ait olmayan bir hayat içinde kendimize ayıracak vakit bulamayışımız gayet tabidir.
Neden düştük bu tuzağa? İnsanımıza ‘irade eğitimi’ veremeyişimizden. Böyle bir düşüncemizin bulunmayışından. Hayatın bütünlüğünü kavrayıcı bir İslami bütünlük şuuruyla varılacak olan ‘insanı anlama ve eğitme’ ferasetine yabancı kalışımızdan.
Ya gafletle yaşayış? Bilelim ki, meselenin hayat tarzımızı en çok ilgilendiren yönü gaflettir. Şu yaşadıklarımız; ibret ve ders çıkararak ‘sabır, şükür, kanaat, sadelik’ içinde ‘mahrumiyet eğitimi’ değil mi? Yaşanan hayat değişmez/değiştirilemez hale gelince/getirilince; ‘imtihan dünyası’nda olduğumuz hatırlanmayınca, âhiretin (ebedî hayatın) burada kazanılacağı da hiç düşünülmeyince, felaket kaçınılmaz olur.
Neden ve nasıl mı oldu? Buyurun satırbaşlarına…
* Kendinizi inkâr ederseniz kendiniz olmaktan çıkarsınız, fakat ‘öteki’ de olamazsınız.
* Dininizden yırtarak dünyanızı yamarsanız, sonunda elinizden dininiz de dünyanız da gider.
*İnsanlarınızın size olan itimat ve sadakatini -yani yüreklerini- ayağınızın altına koyarak yükselme metodunu seçerseniz, gün gelir o yüreklerin kanında boğulursunuz.
* Allah’tan başkasından korkmaya başlarsanız, korktuğunuzun kulu haline gelirsiniz.
*Pozitivist yapıya bir şey anlatamazsınız. Özürlü gruba girerler.
Kördürler. Organ (göz) körlüğü değil, hak ve hakikat körlüğü. Sağırdırlar. Kulak (ses) duymamazlığı değil, hak ve hakikatin sesini duymama sağırlığı.
Sevinç veya üzüntü neticesi akıtılan gözyaşı. Hissiyatın, hâlin yansıyan tecellisi değil; tuzlu su! Şehit kanı; Vatan, millet, ümmet, insanlık için, zulme karşı verilen mücadelelerin, harplerin sonucu. Bilmez de, bilmek istemez de.
İnsanlığın ızdırabını/üzüntüsünü şarkı, türkü (müzik) gibi dinler. Onlar için şehit kanı, alyuvarlar, akyuvarlar, hemoglobin, vs.
Bayrağımız da bunların anlayışında bez parçası! Gel de bunlarla yaşa. Tahammül dünyası!
Hatalardan çıkarılması gereken ders; onları terk etmektir. Herkesin duyup tekrar ettiği ama düşünmediği şu cümleyle düşünerek bitirelim.
‘İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın.’