YALAN
Esaslı bir yalancı olabilmek için kuvvetli bir hafızaya ve kıvrak bir zekâya sahip olmak gerekirmiş. Söylenen yalanın geçmişteki hadiselerle ve mevcut gerçeklerle çelişmemesine azami gayret göstermek işin püf noktası olsa gerek. Yalanın yalan olduğu ortaya çıktığında ise utanmazlık ve pişkinlik de ihtiyaç duyulan vasıflar arasındadır herhalde. Oldukça zahmetli bir hayat tarzı bu aslında.
Müslüman için durum hiç de bu kadar karmaşık değil. Zira Allah Teâlâ yalanı kullarına yasaklamıştır. Müslüman zor durumda kalacağını bilse bile doğrunun tarafını seçer. Her halükarda hakkı teslim eder. Nitekim buna güzel bir örnek olarak Ka’b bin Malik’in r anh Tebük seferi sürecinde yaşadıkları verilebilir. Kendi ifadesiyle Ka’b bin Malik r anh Tebük seferine mazeretsiz olarak katılmamıştır. Seferden henüz dönmüş olan Allah Rasulü’ne aleyhisselam lafı eğip bükmeden açıkça söylemiştir. Bu şekilde yapmasının sebebini de “Doğru söyleyerek Allah’tan bağışlanma ümit ediyorum” şeklinde açıklamıştır.
Kendisi söz ustası ve yüksek ikna kabiliyetine sahipken yalana tevessül etmemiştir. Ayrıca kendisinden az önce Peygamber’e aleyhisselam yalan mazeretler sunanların mazeretleri mesele detaylandırılmadan da kabul edilmiştir. Neticede kendisi ve kendisi gibi doğruyu söyleyen iki arkadaşı sıkıntılı bir süreçten sonra bağışlandıklarına dair müjdeli haberi şu ayetle almışlardır: “Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp, Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.” Tevbe, 118.
Yalan söylemek; bir konuda gerçeğe aykırı bilgi vermek, sözün vakıaya uygun olmaması ve olmayanı olmuş, olanı olmamış gibi gösteren söz sarfetmek olarak tanımlanıyor. Arapça’daki karşılığı kizb ve sıdk kelimesinin zıt anlamlısıdır. Bu yönüyle kişi söylediği doğru olsa bile eğer söylediği şeyin doğru olduğuna inanmıyorsa yine de yalancıdır. Münafikûn suresinin ilk ayetinde tam da bu konu ifade edilir:
“Münafıklar sana geldikleri vakit; ‘Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin.’ derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.” Ayette münafıklar mutlak bir doğruyu dillendirmelerine rağmen yalancılık sıfatından kurtulamamışlardır. Çünkü inandıkları ile dışa yansıttıkları birbirleriyle çelişmektedir.
Münafıklık ve yalan birbirlerine çok yakın iki kavramdır. Bir münafığın nifakının devamı için yalan vazgeçilmez bir araçtır. Bunun böyle olduğu iki açıdan çok iyi bilinmektedir: Hem aklen, ikiyüzlü bir karakterin yalancı olması beklenir; hem de naklen, yalancılığın münafıkların en temel özelliklerinden biri olduğu bildirilir. Bu anlamda Efendimiz aleyhisselam, “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.” buyurmuştur.
Allah Rasulü’nün vefatından sonraki bir dönemde, bazı insanlar Abdullah ibn-i Ömer’e r anh gelerek “Biz, yöneticilerimizin yanlarına vardığımızda onların lehinde sözler söyleriz ama dışarıya çıktığımızda içeride söylediklerimizin aksini konuşuruz.” dedikleri zaman Abdullah ibni Ömer r anh “Biz Rasulullah zamanında bunu nifak alameti sayardık.” diyerek, bu ikiyüzlü davranışın ne denli sakıncalı olduğunu çok net bir şekilde ifade etmiştir.
Kişinin yalnız Allah’a hasretmesi gereken kulluğunu diğer insanlara göstermeye (riya) veya duyurmaya (sum’a) çalışması da sıdk sahibi olamamakla alakalıdır aslında. Hele hele yapmadığı şeyden dolayı övülmeyi arzu etmek veya yapmadığı şeyi söylemek Allah’ın asla hoşnut olmadığı davranış ilkelerimizdendir. Bu noktada söz-fiil çatışması kişinin gelecekte yapmayacağı şeyi söylemesi ile de kendisini gösterebilir. Bu da ahde vefasızlık olarak isimlendirilir.
Gündelik hayatta söylenen yalanlar elbette günahtır. Hem dünyevi hem de uhrevi felaketleri beraberinde getirir. Ancak, din adına yalan uyduran kişinin durumu çok daha fenadır. Bu hususta Allah Rasulü aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Kim benim adıma kasten yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Hadis son derece açıktır. Daha da vahimi kişinin bu tür yalanlarını helali haram, haramı helal olarak gösterecek cüretkârlığa taşımasıdır. Bu durum ile alakalı açıklama Nahl Suresinin 116. ayetinde bulunuyor: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helaldir, şu da haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”
Tahkikat yapmadan kendisine ulaşan her habere itibar etmek, özellikle kaynağın güvenirliliğinde şüphe varsa son derece hastalıklı bir yaklaşımdır. Zaten Müslüman bilmediği şeyin ardından körü körüne gitmez. Bunun da ötesinde haberin doğru veya yanlış olup olmadığını umursamadan her duyduğunu diğer insanlara aktarma boşboğazlığı bir Müslümana yakışmaz. Aksi takdirde bir yalan, bir iftira veya bir dedikodu furyasının zavallı bir parçası olmak işten bile değildir.
Yalanın bu kadar açık bir şekilde yasaklanmasının yanı sıra, hemen her hususta olduğu gibi yalan söylemenin de belirli bir ruhsat alanı vardır. Ancak, bu noktanın da ayrı bir imtihan sahası olduğu asla unutulmamalıdır. Peygamber aleyhisselam bir hadis-i şerifte üç maksat dışında yalan söylemenin helal olmayacağını bildirmiştir:
1. Savaşta düşmanı yanıltmak için,
2. İki kişinin arasını bulmak için,
3. Eşlerin birbirlerinin gönlünü kazanmaları için.
Hadiste geçen ruhsatların hiç biri genelleştirilerek rastgele ve hoyratça kullanılamaz. İslam’ın bütününe ve Rasulullah’ın aleyhisselam hayatına bakarak sınırları tayin etmek gerekir. Söz gelişi, bu hadisten yola çıkarak “karı koca arasında yalanın sakıncası yokmuş” diye düşünüp aile içi güvenin sarsılmasına yol açacak sözler sarf etmek kabul edilemez. Benzer kıyaslar diğer iki husus için de geçerlidir. Tekrar vurgulamak gerekirse, yalanla ilgili ruhsatların istismar edilmemesi gerekir ve ancak özel şartlarda başka çare kalmadığı zamanlarda kullanılmasına müsaade edildiği akıldan çıkarılmamalıdır.