Sır Tutmak
Sır, bilgiye emanet edilmiş mahremiyet demektir. Gizlidir, özeldir. Önemi içeriği ile irtibatlıdır. Yine de ifşası, gayre intikali doğru ve etik değildir. Yerine göre de memnudur, yasaktır.
Sır saklamak, özde marifettir. Birinci açılımı özgürlüktür. “Sır senin esirindir, söylediğinde sen onun esiri olursun” vecizesi sayısız tecrübe ile tasdiklidir. Söze gümüş, sükuta altın kıymeti biçen atasözümüz de bu bağlamda öğretici ve yol göstericidir.
Ser verip sır vermemek, asaletin şahidi, karakter bütünlüğünün göstergesi bir yüce haslettir. “Kol kırılır, yen içinde kalır” özdeyişini hayata yorumlamak seçkinliğe işarettir. “Kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyebilmek hakiki incelik, gerçek zarafettir. Başka değil, sırrı sır etmek, sabırdan el almış fazilet, erdemle beslenen metanettir.
Anaç kişilik ister sır tutmak. Mahremiyetler üzerine kol kanat germek, içine gömmek tüm bildiklerini ve bildiğini bile bildirmemek için ömür boyu hummalı gayret göstermek, yüreğinin ırak yerlerine sakladıklarını kendi gözü dahil bütün gözlerden sakınmak; ve korumak emaneti, güvenilip söylenenleri kendi gizli ayıpları, yüzünü al al edecek günahlarıymış gibi örtüp perdelemek; için için dökülen gözyaşı saflığına, duruluğuna benzer minnetsizlikle, beklentisizlikle yapmak yapılanları ve ardından bir sır mahbesini andıran sineyle düşmek kara toprağın bağrına, dudağında mühür gibi duran tebessüm goncasıyla göçmek öteye, setrederek tüm sırları vasıl olmak “Ulu Settar”e, ancak sevgide eriyen, şefkatte şekillenen anaç yapılı merhamet üveyiklerinin sahip olabilecekleri kutlu mazhariyettir. Ve cümle sırlar onlara, onlar da sırlara emanettir.
Dostluk vecibesidir sır tutmak. Canlarını pay edinmişlerin, aralarındaki muhabbet mayalı kaynaşmayı, helezonik yükselişte ve ebediyete uzanan çizgide sürdürebilmeleri için öncelikli şart sırda ketum davranmaktır. İki ayrı cesette tek ruh keyfiyetini koruyabilmenin başkaca yolu yoktur. Sırdaş olunmadan yoldaş olmak da imkansızdır.
Sır tutmak bir başbuğ ahlakıdır, lider etiğidir. Büyük Cihangir Fatih’in “sırrımı sakalım bilseydi onu dahi hiç düşünmeden keserdim” ifadesi, bu hükmü teyit eden önemli bir belge niteliğindedir.
İnsanlar, rehberlere, önderlere, yol gösterici mürşit ve eğiticilere ne kadar muhtaçlarsa onlar da sır tutmaya o kadar muhtaçtırlar.
Sır, bütün katmanlarında içtenliğe ve ciddiyete taliptir. Kişisel sırlarımızdan aile içi sırlarımıza, iş hayatımıza özgü mahremiyetlerden oluşan ekonomik ve mesleki sırlarımızdan devlet yapılanmasının tabiatında var olan vatan merkezli toplumsal sırlarımıza kadar bu böyledir.
Rahmani hakikatlerin kulun kalp, ruh ve diğer latifelerinde inkişafının bir ad ve unvanı olan tasavvufi anlamdaki sırların ifşası bu yolun edebine zıttır. “Bilen demez, diyen bilmez” veciz ifadesiyle özetlenen endaze hem kriter hem de öğreticilik yönüyle çok önemlidir. Kerametin gereksiz izharı kusur ve ayıptır. Sır tutmak ilahi yakınlığa vesiledir...
Konuyu daha da özel alana indirgersek, sır tutmak, sırrı anlamış bulunmak şartıyla irtibatlıdır. Sırın sırrına, sırrın esrarına vakıf olmak sıradanlığı aşmışlıkla mümkündür ve bilgelikle eşanlamlı aşkın haldir. İşe kendi esrarını anlamakla başlamak kaçınılmazdır. Bu sırrı anlamak belki kısmen mümkündür ne ki anlatmak imkansızdır. Bütün eşyanın esrarı için de durum farklı değildir. Hal böyle olunca, sır saklamak sadece mevcut ontolojik gerçeğe iradi uyumdan ibarettir.
Geçici, suni psikolojik rahatlama adına yapılan, terapi referanslı veya daha yüzeysel gerekçelere dayalı, hata, kusur, günah ve benzeri zaafları, itiraf ve ifşalar da bir çeşit sır vermektir ki, özel dikkat, azami hassasiyet gerektirir. Bu bağlamda, dua, istiğfar ve tövbe gibi ruhani argümanlarla kalıcı ve hakikatli arındırma yöntemlerini devreye sokmak ve sır açmayı yüceler yücesi tek merci olan Allah’a yönlendirmek daha salim, daha doğru, daha gerçekçidir.
Latif Erdoğan.