Gönderen Konu: Oruç Bedenin Zekâtıdır  (Okunma sayısı 363 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

anadolu

  • Ziyaretçi
Oruç Bedenin Zekâtıdır
« : Mayıs 14, 2018, 08:27:24 ÖÖ »
Oruç Bedenin Zekâtıdır

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Ebu Hüreyre radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.” (İbni Mâce, Sıyam: 44)

Yakında on bir ayın sultanı, mübarek Ramazan ayına kavuşacağız. İslam’ın beş şartından biri olan oruç ibadeti, hayatımızın akışını değiştirecek. Nefsimizin pek sevdiği alışkanlıklara Rabbimizin rızasını kazanma arzusuyla bir ay boyunca gündüzleri dur diyeceğiz.

Oruca niyet ederken, onun manevi hayatımızdaki mana ve ehemmiyetini de biraz tefekkür edelim mi, ne dersiniz?

Acaba Peygamber Efendimiz, “Oruç bedenin zekatıdır,” derken ne demek istemiştir?

Elbette bu lafzın ilk akla gelen manası bellidir. İhtiyaçtan fazla malı olan bir kimsenin üzerine onun bir kısmını zekat olarak vermek nasıl ki bir kulluk mesuliyeti ise, sıhhatli bir bedeni olan kimsenin üzerine de oruç tutmak da öyle bir mesuliyettir. Yani oruç tutmak bir borçtur, mutlaka ödenmelidir.

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde zekâtı verilmeyen malın bir azab vesilesi olduğu bildirilmektedir. Eğer sıhhatli bedenin zekâtı da oruç ise, demek ki bu borcunu ödemeyen de azaba uğratılacaktır. Bu yönüyle hadis-i şerif oruç tutmanın Allah'ın kulu üzerindeki hakkı olduğunu bildirmektedir.

Bunun yanında, hadis-i şerifin baş kısmında bulunan “Her şeyin bir zekâtı vardır…” ifadesiyle birlikte ele aldığımız zaman, sahip olduğumuz her nimet ve imkândan, onu veren Allah'a şükür manasında bir zekât verilmesi gerektiğini de anlıyoruz.

Demek ki, sıhhatli bedene sahip olmanın şükrünü oruç tutmakla eda etmeye çalıştığımız gibi, gençlik, boş vakit, zekâ, kabiliyet gibi daha nice imkânları da Allah'ın nimeti olarak bilip, onlara da şükretmeli ve onlardan bir zekât vermeliyiz.

Her nimetin şükrü ve zekâtı kendi cinsinden olacağına göre, onlardan da Allah yolunda hizmet yolunda sarfetmekle zekatlarını vermeliyiz. İşte Ramazan ayı bu gerçeğin üzerinde tefekkür etmemizi de sağlamalı. Oruç sayesinde nefsin hizmetinden kurtulduğumuz bu bereketli mevsimde, aklımızı ilim ve marifetle, gönlümüzü İlahi muhabbetle, zamanımızı amel-i salih ile değerlendirip, hepsinin zekâtını vermeye çalışmalıyız.

Emanetin Asıl Sahibini Unutma!

Zekât vermek, bir yerde insanın nefsine dönüp, “Sahip olduğunu zannettiğin o mal aslında senin değil, sadece imtihan olarak geçici bir süreliğine eline verilmiş bir emanettir. Öyleyse emanetin asıl Sahibini unutma, hiç değilse bir kısmını O’nun (c.c.) emrettiği yerlere ver.” Demesi için bir vesiledir.

Aynı şekilde oruç tutmak da insanın nefsine dönüp; “Sahip olduğun bu beden sana emanet olarak verilmiştir. Onu ancak hakiki Sahibinin emrine uygun şekilde kullanmaya hakkın vardır. Öyleyse Rabbinin emriyle bu bir ay boyunca onu helal nimetlerden uzak tuttuğun gibi, ömrün boyunca da haram ve şüpheli gıdaların veya amellerin lezzetinden de uzak tutmalısın,” demeye vesile olmalıdır.

Esasen Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de buna işaretle;

“Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç anı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine kavuştuğu andır." (Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163) buyuruyor.

Mümin için bu dünya hayatı da oruç tutmaya benzeyen bazı kısıtlamalarla çevrelenmiştir. Gafil insanlar dünya hayatının zevklerini asıl gaye haline getirmiş, helal haram demeden önlerine geleni yaparken mümin kendini nefse hoş gelen bazı şeylerden uzak tutar. Bunu da sırf Rabbinin rızası için yapar. Elbette böyle yapmakla aynı zamanda nefsini tezkiye eder, yani arındırır. Burada da zekat kavramının diğer manası ortaya çıkmaktadır.

Rabbimizin emir ve yasaklarına uymanın, iki dünyada da mükâfatı vardır. Allah'ın emirlerine itaat eden bir kişi, hem ahirette büyük mükâfata kavuşur hem de ondan önce dünyada nefsini arındırmış olduğu için çeşitli rezilliklerden ve hayatını değersizce boşa harcamanın verdiği pişmanlıktan kurtulur.

Oruç bu manada da zekâta benzemektedir. Çünkü oruç tutan bir kul, nefsine sabrı öğreterek onu sabırsızlıktan temizler ve sabırsızlığın fena neticelerinden kurtarmış olur.

Sabır, nefsin hoşlandığı şeylerden uzak kalmasına ve zoruna giden hallere dayanmasıdır. Genellikle nefsin hoşuna giden şeyler, hep basit dünyevi hazlarda aşırılıklar olduğu için, takvanın ve güzel ahlaka sahip olmanın yolu nefsin arzularına karşı sabırlı olmaktan geçer. Ayrıca maneviyatımızı inkişaf ettiren ibadetler ve Allah'ın dinine hizmet gibi salih ameller de nefse hoş gelmediği için ancak sabırla yapılabilir. İşte nefsi sabırsızlık, zevk ve arzulara acelecilik huyundan temizlemek çok mühim bir tezkiye yani zekâttır.

Nefse İtaati Öğretme Ayı

Tasavvuf ıstılahında nefis dediğimiz şey, bedenimizin arzu ve duygularının merkezi olan bencilce bir dürtüdür. O dürtünün kuvveti, yiyip içmemizden gelmektedir. İnsanın karnı tok ise, daha başka istek ve arzulara sıra gelmektedir. Yeme içmeye ara verdiğimiz zaman ise nefis açlık derdine düşer, her gün yiyip içmesinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu fark eder. İşte o zaman azgınlığı yatışır, itaat altına alınması kolaylaşır.

Eğer bedenimizden gelen arzu ve iştah sinyallerini kuvvetli bir irade altına alıp onlara tam hâkim olmak istiyorsak bunun en iyi yolu, oruç tutmaktır. Çünkü oruç açlık ve susuzlukla nefsin kuvvetini kırar, şımarıklığın önüne geçer, başıboş olma isteğinden vazgeçirir. Ondan sonra bedenimize hâkim olup, ona faydalı işler ve manevi ameller yaptırmak mümkün olabilir. Salih ameller yapmak ise ömrün bereketidir. İşte burada zekâtın bir diğer manası ortaya çıkar.

Zekât aynı zamanda artma, bereketlenme manasına da gelmektedir. Maldan verilen zekât, görünüşte malı azaltıyormuş gibidir halbuki Rabbimiz onun malı artırdığını, bereketlendirdiğini haber vermektedir: “Allah faizi mahveder, sadakaları artırır.” (Bakara; 276)

İnsanoğlu mal biriktirmeye karşı hırslı olduğu için verdiği zaman eksileceğini düşünür. Hâlbuki o malı veren Rabbimiz, dilerse bir felaket gönderip hepsini elinden alabilir. Yahut da kişi malını koruyup bekçilik ederek ömrünü geçirir; mirasçılarına bırakıp gider. Asıl yurdu olan ahirete vardığı zaman bir bakar ki kendi eliyle verdiği zekât ve sadakadan başka hiçbir şeyi yokmuş aslında…

Zekâtını veren bir mümin ise, bakar ki Rabbi, verdiğinin yerine başka nasipler gönderiyor; şevkle daha fazla hayır hasenatta bulunur. Sonunda dünyada da bir zarar çekmez, ahirette ise çok kazançlı çıkar. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki, “Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir.” (Sebe; 39)

Orucun da zekata benzeyen bir tarafı vardır. Oruç tutmaya niyet etmeden önce nefis insanı korkutur: “Oruç tutmak zordur, dayanamazsın. Oruca niyet etmek senin özgürlüğünü elinden alacak, yiyip içemeyeceksin.”

Hâlbuki insan Allah'a güvenip oruca niyet edince Allah-u Zülcelâl dayanma gücü verir. Hem maneviyat ve bereket nasip eyler.

Kişi oruçlu olunca başka ibadetlerden de feyiz alır. Açlıkla kalbi inceldiği için, namazını kılarken huşu duyar. Fakirlerin halini anladığı ve nefsin aç gözlülük hissi frenlendiği için zekâtını kolayca verir. Kur'an-ı Kerim okumanın hazzına varır. Zikir, tesbihat ve dualar adeta kalbine işler. Böylece oruç sayesinde ömrü hakiki gayesine kullanılır ve bereketlenir. İşte bunları düşününce orucun nasıl bir manevi ziyafet daveti olduğu ortaya çıkmaktadır.

Oruç Tutana Büyük Müjde!

Elbette tıpkı zekâtta olduğu gibi, oruçta da nefse zor gelen bir taraf vardır. Çünkü bu ibadetler doğrudan doğruya nefse dokunmakta, ona zor gelen bir vazife yüklemektedir. Ancak sevabı da ona göredir.

Hepimizin bildiği gibi oruç ibadetinin sevabı hakkında Peygamber efendimizin çok büyük bir müjdesi vardır:

“Yüce Allah: Oruçlu kimse benim için yemesini, içmesini, cinsî arzusunu terk eder. Oruç, yalnız benim içindir; onun ecrini de (hususi olarak) Ben veririm. Hâlbuki diğer güzel amellerin hepsi on misli ile ödenir."(Buharî, Savm, 2)

Bu hadis-i şerif hakkında tasavvuf büyüklerinden Ebu Bekir Muhammed Kelâbâzî rahimehullah, şöyle bir izahta bulunmuştur:

“Allah-u Teâlâ orucu, düşmanın onu ifsat etmesinden ve hesap anında hasımların orucun sevabını almasından korumak için Kendisine ayırmıştır. Müminin amellerini hasımları alıp da ona hiçbir amel kalmayınca Allah-u Teâlâ divana kulun Allah için tuttuğu orucunu getirir. Bundan ötürü de Rububiyeti hak ettiğince ona ecrini verir. Çünkü orucu Allah için tutmuştur, sevabı da Allah’ın kudretine uygun olarak O’na aittir.”

Biraz düşünecek olursak bu çok büyük bir müjdedir. Çünkü hiçbirimiz amellerimizin Allah'ın katında makbul olup olmadığını bilmiyoruz. Belki nefis ve şeytan onlara birçok arızalar ve hileler karıştırmış olabilir. Mesela namaz kılarken tadil-i erkana riayet etmemiş, gönlümüzü huşu ile Allah'a tam olarak verememiş olabiliriz. Eğer Rabbimiz affetmezse, onları bir paçavra gibi yüzümüze atabilir. Zekat ve sadakalarımız da kazancımız temiz olmadığı için veya riya karıştığı için reddedilebilir. Amellerimiz makbul olsa dahi, kul hakları ve benzeri sebeplerle hepsi elimizden gidebilir.

İşte tam o sırada Rabbimiz, oruç sevabını getirir. Eğer gıybet, kötü sözler ve başka günahlarla zedelenmemişse oruç ibadetinin sevabı adeta uçsuz bucaksız bir nur ummanı gibi gelir.

Rabbim “Onun mükafatı bana aittir,” demişse elbette o mükafat hesapsız, sınırsız bir mükafat olacaktır!

Biraz düşünürsek bunun ne kadar büyük bir müjde olduğunu anlayabiliriz. O çaresizlik içinde nasıl da sevineceğiz kim bilir. İşte orucu bu şuur ile tutalım ve onun bizim için büyük bir manevi nimet olduğunu unutmayalım.

Allah-u Zülcelâl hepimize kabul edeceği ibadetler nasip eylesin. Amin

Hatice Kübra Ergin

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42