İMA’NIN GÜCÜ
Bir şeyi ima etmek tasarım ve kurgu gerektirir. Bu, bazen aniden bazen de süreç içinde tasarlayıp kurgulamakla olur. Her iki durumda da ima, gücünü düşünme faaliyetinden alır. Bilgi birikimi ve tecrübe, aniden gelişen imada son derece belirleyicidir. Süreç içinde tasarlayıp kurgulamak da belirli bir çalışmayı gerektirir. Doğrudan anlatmak için gördüklerini ya da duyduklarını aktarmak yeterlidir ama dolaylı anlatmak için başka şeylere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç da bilhassa sanatı besler.
İma, öncelikle bir söz sanatıdır. Söyleneni, başka bir şeyi kast ederek, başka bir olayı anıştırarak söylemektir. İkinci olarak da bakış ile anlatmaktır. Annelerin çocuklarına bakışlarıyla yapmaları gerekenleri hatırlatması ya da çocuğu yaptığı bir şeyden men etmesi; hastalığı nedeniyle namaz kılamayan birinin ima ile namaz kılması; son olarak da iğnelemek de dediğimiz laf dokundurmak için imaya başvurması.
Sözel olsun bakışla olsun neden imaya başvuruyoruz? Doğrudan söylememizi engelleyen nedir? Ya doğrudan söylemeye cesaretimiz yok ya da cüret edemiyoruz. Belki de yanlış anlaşılma korkusundan ima’nın kapısını çalıyoruz. Yanlış anlaşılma diye ifade ediyoruz ama aslında anlaşılan şey genellikle doğrudur, olumsuz tepki alırsak yanlış anlaşıldı diyerek ima ettiğimiz şeyden geri dönebilmemizi sağladığı için yanlış anlaşıldı diyoruz.
İma’nın konforuna sığınıyoruz. Sebep ne olursa olsun imayı hayatımızdan çıkarsak geriye neredeyse hiçbir şey kalmıyor. İma, oyun kuran bir etkiye sahip ve oyun oynamaktan kaçınamıyoruz. Çünkü yaşamak, oyun oynamaktır. Çünkü dünya hayatı oyundan ibarettir. Üstelik bu oyunda düşünüp ibret alacağımız şeyler, tutmamız gereken öğütler vardır.
İmanın iki tarafı var: İma eden ve imayı anlayacak olan.
İma eden aktif, imayı anlayacak olan pasif konumdadır. İma edecek olanın sadece kendisinin gördüğü, bildiği, tasarladığı, kurguladığı bir mesaj var. Bir de bu mesajın iletileceği pasif konumdaki imayı anlayacak olan. Taraflar oluştuğunda ima, üçüncü bir taraf olarak var olur; hem zorunlu olarak görünürdür hem de ihmal edilebilir şekilde görünmezdir ve tuhaf bir şekilde diğer iki tarafı var eden düşünce gücüne dönüşür. İma, gücünü düşünceden alır.
Çünkü düşünceyi iletmenin belki de en etkili yolu ima etmektir. İma edilen, muhatabı tarafından anlaşılınca hem muhataba keşfetme hazzı verir hem de ima edenin inceliğini göstermiş olur; aynı anda da bu güç yani düşünce muhataba geçer. Böylelikle düşünce hem ima edene hem de imayı anlayana varlık kazandırır.
İma, söz sanatlarını doğuran inceliktir. İma eden zorunlu olarak kendine has (bazen sembolik) bir dil (ya da işaret) geliştirmek zorundadır. Aksi takdirde ima olmaz. İma edecek olanın gücü tam da buradadır: Kendine has (sembolik) dili bulmak. İma edileni anlamak da gayret ve çaba gerektirir, böylece ima edileni kendi gayret ve çabasıyla anlayan kişi bildiklerini kullanmak zorunda kalacaktır. Düşünmek işte burada hazza dönüşür. Kindi, rüya ile ilgili şöyle bir tespit yapar: Uykuda nefis, duygudan düşünceye yöneldiği için, düşüncede oluşan izlenim rüyadır. Rüya, hareketin bitmesiyle yani uykuya geçildikten sonra görülür, bu, duygunun hareketle ilişkisine, aynı zamanda da düşüncenin durmakla mümkün olacağına yapılan vurgudur. İma edileni anlayabilmenin yolu da durup düşünmekle mümkün olacaktır. Çünkü oluşan izlenimleri diğer tüm dış uyaranlardan izole ederek tek uyarana (ima edilene) yöneltmek gerekecektir. Rüyanın sembolik dili tabir edilmeyi gerektirir, zira rüya tamamen rüyayı gören kişinin anlam dünyasının bir ürünüdür; imanın da anlaşılması için kişinin kendine yönelmesi gerekir, imanın muhatabı sadece kendisidir.
İma, gücünü yücelikten alır, yüce olmaktan, olabildiğince geniş olmaktan… Sadece o zaman varlık kazanır. Hiçbir olayı nefis mücadelesine dönüştürmez. Çiğliğin, kabalığın, nobranlığın iması olmaz. İma, daima yukarıdan gelir, temkinli ve nezaketlidir. İncitmeme üzerine ama aynı zamanda bir hatırlatma olarak ikaz üzerinedir.
Muhatabını çiğlikten olgunluğa çeker ve bunu elini uzatarak değil, yukarı çıkılacak basamakları hissettirerek yapar, gücünün kıymeti buradadır. Muhatabına, yukarı çıkılacak basamakları kendisine bulduracak şekilde hissettirir. Muhatabını sürekli olarak düşünmeye sevk eder: Düşün ve bul. Herakleitos şöyle söyler: “Delphoi kâhini ne söyler ne de gizler, sadece ima eder.” Delfi tapınağının kâhinleri, kendilerine sorulan sorulara cevap verirler ve her zaman doğruyu söylerler. Ama bunu ima ederek söylerler. Çünkü “doğrudan söylemek hakikati yaralar.”
Büyük ve yüce olan, sıradan olanı doğrudan muhatap almaz ve ona doğrudan söylemez. Doğrudan söylemek daha aşağıda ve dar olanın kırılmasına sebep olur, kırılan kişi muhakkak hatasına daha sıkı sarılır ve savunmaya geçerek hatasını rasyonalize etme gayretine girer. Büyük ve yüce olandan “geleni” anlayabilmek için teçhiz edilmek ve donatılmak gerekir. Tecrübe ettiğimiz her şey aynı zamanda bizi teçhiz eder, donatır. Tanrı ima eder. İmayı anlamayan, bunlar benim başıma neden geliyor, der.
“İma edilen bir şey, bildirilen bir şeyden çok daha etkilidir.” der, Borges. Bildirilen şey ya kabul edilir ya da reddedilir ve her iki durumda da genellikle kısa süre içinde unutulur. Oysa ima edilen şey, imayı anlayacak kişi tarafından anlaşıldığında, sahiplenilir, zira onu anlamıştır, kendi gayret ve çabasıyla, bilgi ve tecrübesiyle onu anlamıştır, bu yüzden anladığı şey kendisinindir ve kesinlikle unutmaz. İma, bu şekilde muhatabını var eder, ona düşünmenin ve keşfetmenin hazzını bahşeder. Bu haz nedeniyle ima edilen şey bilgiye de dönüşür.
İma, gizlenmesi gerekeni hem gizler hem de aşikâr eder.
Kimsenin bilmemesi gereken kişiye ait o sırrı, yine kimseye hissettirmeden muhatabına hatırlatır. Bunu ya sırrın gereğinin yapılması için ya da sırrın hâlâ muhafaza edilip edilmediğini kontrol etmek için yapar.
“Daima hakikati söylerim. Ama hakikatin tamamını değil. Çünkü hakikatin tamamını kimse söyleyemez, bu imkânsızdır. Hakikati gerçeğe yaklaştıran da bu imkânsızlıktır.” der Lacan. Buradaki “hakikat” ve “gerçek” kavramları birbirinin yerine rahatlıkla kullanılabilecek kavramlardır. “Tamamının söylenmesi imkânsız hakikati söylemek”, denildiğinde kast edilen, hakikati bütünüyle kavramanın zor olduğu, bu yüzden de onu ancak indirgeyerek söyleyebileceğidir. İndirgenerek söylenebilen hakikat gerçeğe yaklaşabilir ve bu yaklaşmayı sağlayan benim indirgediğim hakikattir, benim söylediğim hakikati anlayacak olanın hakikati değil. Lacan’ın bu cümlesini böyle anladığımızda, ima etmenin zorunluluğu da ortaya çıkıyor. Çünkü benim anladığım/indirgediğim hakikat, benim gerçeğime yaklaşan hakikattir; sen benim hakikatimi ancak benim ima ettiğim kadar ve kendi müktesebatınca anlayabilirsin, oysa sen de kendi hakikatini söylersen, sen de kendi hakikatini kendi gerçeğine yaklaştırabilirsin. İma’nın düşünceye çağırdığı en etkileyici alan belki de burasıdır zira iradenin devreye girmesini mümkün kılıyor.
Eğer hakikat doğrudan ve herkese aynı şekilde gelmiş olsaydı iradenin varlığından söz edilemeyecekti.
İma’nın şu ana kadar vurgulanmamış en önemli işlevi ve etkisi, anlamı sabitlemeyerek, muhatabının yorumlamasına imkân vermesidir. Yani ima edilen bir şeyi yanlış anlamak ya da anladığı şeyi anlamamazlıktan gelmek yahut bütün bunların dışında bambaşka bir anlam üretmek mümkündür. İma, yorumu mümkün kılandır. Hem ima edene hem de imayı anlayacak olana sürekli alan açar ve bunu mesafe koyarak yapar. Dolaylı ve dolambaçlı anlatım, muhatabın zeminini kaydırmaz, onu tutamaksız bırakmaz; ona yukarıdan söyler ama bunu onun yanına inerek yapar. Böylece, mesafeyi hem vurgular hem de görünmez kılar. Tam da bu, ima edilene ulaşma (onu bulma, keşfetme) hazzını bahşeder.
İma, bakış atmaktır. Muhataba gösterilen ilginin ilk gösterenidir. Doğrudan yaklaşmak itici, dolaylı olan çekicidir. Eros’un oku, bakışın okudur, karşılık bulamadığında geri dönmeye imkân verir. Her şeyi, hiçbir şey söylemeyerek dile getirir, böylece imayı anlayan muhatap ya anlamamış gibi yapar (bu da onun geri dönüş imkânıdır) ya da aynı şekilde imayla karşılık verir ki anlaşılacak olan (yani ima edilen) zamanla belirsin, ortaya çıksın. İma, oyun oynama hazzının bahşedenidir.
Muhatabından onay bekleyendir, onayı yine imayla alır.
Böylece oyun, karşılıklı olarak var eden bir süreci yaşatır.
İma, yani bakış atma, genellikle oyunu raslantısallıkla kurar, her türlü tasarı ve kurgudan uzaktır. Aniden ortaya çıkar. Muhatap, imayı aynı raslantısallıkla alır ve kendisiyle ilgili tüm tasarı ve kurguları hızlıca yıkılır ve yıkılır yıkılmaz yeniden kurulur. Artık o bambaşka biridir.
Eğer kendisine bakış atana yine imayla cevap verirse, ona da (ima edene) varlık kazandırır. Böylece oyun, şimdide kurularak her ikisinin de geçmişini yeniden şekillendirir ve geleceklerini de mümkünler alanı olarak hem sınırlar hem de var eder. Bakış atmak, sözel ima’nın aksine mesafeyi kaldırarak (hem raslantısallık nedeniyle hem de hiç bağ kurulmamış olması nedeniyle çok uzak olanı) yakınlaştırır.