Onun (S.A.V) Hayatından Aile Hayatımıza
Allah’ın emri ile başlayan, en yakınlardan görülen destekle filizlenen, hikmet dolu pınarlar gibi çağlayan ve bütün dünyayı aydınlatan, insanları karanlıklardan çıkarıp nura ulaştıran son risalet halkası, Mevlid-i Nebi ile zuhur etmiştir.
Ahmet adıyla müjdelenen ve beklenen son nebi, dünyaya geldiğinde onun içine doğduğu çevrede adalet, hakkaniyet, dürüstlük gibi erdemlerin kıtlık; zulüm, yalan, şirk, zorbalık gibi denâetlerin ise bolluk dönemi yaşanmaktadır. Merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle "Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi." dizelerinde karşılığını bulan bir durum hakimdi. Kırk yaşına ulaştığında insanlıktan, insaftan ve tevhitten uzak ortamın bu tehlikeli gidişini düzeltmek için ilk emirle risalet görevine başlamıştır.
O insanları risalet görevi gereği tevhide, adalete ve ahlaklı olmaya çağırdığında bütün bir toplum karşısında dururken ilk olarak ona kucak açan ve onu destekleyen Hz. Hatice (r.a.) yani yakın ailesi olmuştur. (Buharî, Bed’ül-Vahy, 3) Küçüklüğünde dedesinden sonra ailesinin diğer bir ferdi olan amcası Ebû Tâlib kol kanat germiştir. Ve bu destekleri bir gün değil bir ömür sürmüştür. Onun getirdiği hakikatlerin dünyanın dört bir yanına yayılmasında Hz. Hatice’nin (r.a.) ve amcasının önemli katkıları olmuştur. Zira onlar vefat ettiğinde o kadar üzülmüştü ki o yıla hüzün yılı denilmiştir. Bu hüzün, zamanla vefaya dönüşmüş ve hayatı boyunca devam etmiştir. Bu durumdan anlaşılan, insanların en büyük destekçileri aileleridir. Bütün olumsuzluklara, tahrip edici rüzgârlara rağmen kişinin en büyük sığınağı ve sırtını yasladığı yer ailesidir. Aile katkısıyla iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olma azmi perçinlenebilir. Çünkü aile desteği, içinde meveddet ve rahmet olan, maddi bir karşılık beklemeksizin yapılan ulvî ve onurlu bir dokunuştur.
Ailenin varlığı başlı başına asli bir değer olmakla birlikte aile yapısını ayakta tutan ve bir arı kovanı gibi içinde ürettiği değerler manzumesi de önemlidir. Kurulduğu günden bugüne kadar dünyaya gelen her insan bir aile ortamına doğmuştur. Dünyaya gelen her bireyin inancı, fikri, davranış biçimleri, olayları algılama ve yorumlama tarzları bulunduğu çevreden izler taşır. İşte kişideki bu izlerin belki de ilk bırakıldığı yerdir aile. Bundan dolayı aile, tasavvura dair ilk nüvenin oluştuğu, kişilik için ilk izin bırakıldığı, davranışlar bağlamında ilk tohumun atıldığı, ilk öğretme ve öğrenme faaliyetinin gerçekleştiği yerdir. Bu yönüyle söz konusu yerin temelleri sağlam olmalı, içinde kalanları maddi-manevi beslediği gibi dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikelere karşı da korunaklı olmalıdır.
Sanayi devrimiyle başlayıp daha büyük ölçekli bir değişimin habercisi dijital devrimle hayatımızdaki etkilerinin devam ettiği Modern dönemin, gelişmiş iletişimi kanallarını kullanarak olabildiğince hoyrat bir şekilde yıprattığı, hatta öldürdüğünü iddia ettiği, yer yer önemsizleştirdiği, bazen de insafsızca kimlik inşasından dışladığı aileyi onarmanın, ihya etmenin, geliştirmenin ve etkili hale getirmenin ilk adımı, Kur’anî ve nebevî hikmetlere her zamankinden fazla kulak vermektir. Daha sonra hikmet pınarından elde edilen güçle ve manevi harç ile çağın maneviyat ve ahlak surlarında açtığı gedikleri kapatmak gerekir. Aksi halde bütün değerlerin altüst edildiği bu fırtınada, aile kurumunu korumak zorlaşacak hatta imkansız hale gelecektir. Aile kurumu yıkıldığında bu enkazın altında kalan, sadece anne babalar değil, çocuklar ve bunlardan oluşan bir milletin geleceği olacaktır. Bundan dolayı aileyi yaşatmak aslında gelecek iddiasını sürdürmek demektir. Bu da bağrında yaşadığımız vatana borcumuz ve vefamızdır.
İlklerin ve ilkelerin öğrenildiği bir mektep, tehlikelere karşı bir sığınak, güven ortamı ve kale niteliğinde olan aile kurumunu muhafaza etmek ve geliştirmek için Hz. Peygamber’in tavsiyelerine ve örnekliğine olan ihtiyacımız her geçen gün daha da artmaktadır. Zira o, aile kurmayı sünneti olarak ilan etmiş ve bu ailede Allah’ın verdiği emanetleri, imtihan vesilelerinin en güzel şekilde yetiştirilmesi ve huzurun kaynağı olması için ümmetine yol göstermiştir.
“Yetim olarak dünyaya gelmiş olsa da yakınındakileri ailesinden bir fert gibi görüp onlara vefalı olmuştur”
Doğmadan babasını, küçük yaşta annesini ve dedesini kaybeden Hz. Peygamber, bir yetim olarak dünyaya gelmiştir. İnsanın hayata tutunmasını sağlayan ve hayatın sıkıntılarına karşı onu destekleyen anne babadır. İnsan hayatı boyunca onları görmek ve şefkat dolu bakışlarının üzerinde olmasını ister. Babası bir seyahat dönüşü vefat ettiğinde annesi Âmine henüz kendisine hamileydi. Onu da babasının kabrini ziyaret edip dönerken kaybetmiştir. Ziyaretlerine eşlik eden hizmetçileri Ümmü Eymen, annesinin vefatından sonra Hz. Peygamberi alıp Mekke’ye getirmiş ve dedesine teslim etmiştir. Dedesi genç yaşta kaybettiği evladının acısını sanki onunla dindirmeye çalışmış, yanından hiç ayırmamıştır. Sekiz yaşına geldiğinde dedesini de kaybedince buna çok üzülmüş ve arkasından çok gözyaşı dökmüştür. Dedesinden sonra bakımını amcası üstlenmiştir. Dar gelirli olmasına rağmen onu devamlı kollamış, eşi Fatıma Hatun da ona çok iyi davranmıştır. Amcası ona baba şefkatini aratmamaya çalışmış, onu daima çok sevmiştir. Şam’a yapacağı yolculukta şartlar çetin olacağından yanında götürmek istememiş fakat Hz. Peygamberin ısrar edip amcasının devesinin yularından tutup “Ne annem var, ne de babam! Beni kime bırakıyorsun?..” diye sitem ettiğinde Ebû Tâlib, duygulanmış ve “Vallahi seni de yanımda götüreceğim ve birbirimizden bir daha asla ayrılmayacağız.” demiştir.” Babasını, annesini, dedesini, amcasını, eşini kaybeden Hz. Peygamber, hakikatte Allah’ın korumasındadır. Zira Yüce Allah “O seni yetim bulup barındırmadı mı?" (Duha, 93/6.) buyurmuştur. Hudeybiye umresinde anne hasretini gidermek için annesinin medfun olduğu yere gitmiştir. Orada ağlamış, bundan etkilenen Müslümanlar da onunla birlikte ağlamışlardır. Hz. Peygamber, kaybolmaya yüz tutmuş kabrin etrafındaki taşları düzeltmiştir. Kendisine iyiliği dokunan kadınları annesi yerine koymuş ve onlara karşı son derece vefalı davranmış ve onları hep hayırla yad etmiştir. Nitekim babasından kendisine intikal eden ve çocukluğunda bizzat kendisine hizmet eden Ümmü Eymen’e anne muamelesi yapmış, ona “Anneciğim” diye hitap etmiştir. Onun için “Bu, benim ailemin bakiyesidir” (İbn Sa’d, Tabakat, VIII, 223-226) demiştir.
“O, eşlerine karşı en hayırlı olandır”
Aile kurumunu oluşturanlar eşlerdir. Hz. Peygamber de en hayırlı eştir. Hayatında eşlerine karşı en ufak bir nefret sergilememiş ve şiddet göstermemiştir. Çünkü Allah katında en hayırlı olmanın yolunun eşine karşı en hayırlı olmaktan geçtiğini şu sözleriyle vurgulamıştır: “Müminlerin iman bakımından en olgun olanları, ahlâkı en iyi olanlardır. Sizin en hayırlınız da eşlerine karşı en iyi davrananınızdır.” (Tirmizî, Radâ’, 11) Şüphesiz onlara karşı hayırlı olmak onlara zulmetmemek, gönüllerini hoş tutmak ve haklarına riayet etmek gibi Allah’ın razı olacağı bir şekilde muamelede bulunmaktır. Diğer yandan erkeğin olanca fiziki kuvvetine dayanarak keyfi olarak gaddarlık edip zulmetmesini de engelleyerek Allah’ın emaneti! “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adını anarak (nikâh kıyıp) kendinize helâl kıldınız.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56) buyurmuştur. Kadının da devamlı surette şikâyet etmesi, kanaat etmeyip eşinin kazancını yetersiz bularak olana şükretmek yerine olmayana tamah etmesini de doğru değildir. Çünkü tamahkârlık ve şükürsüzlük iyi bir huy değildir. Zira Hz. Peygamber “Dünya bir geçimliktir. Dünyanın en değerli varlığı ise, iyi huylu bir kadındır.” (Müslim, Radâ, 64) buyurmuştur.
Rahmet Peygamberi, eşleriyle özel sohbetler etmiş, şakalaşmış, yarış ve yürüyüşler yapmıştır. Onlarla özel bilgiler paylaşmış ve istişarelerde bulunmuştur. Onları yok saymamış aksine değer vererek hayatının tam ortasına yerleştirmiştir. Yirmi birinci yüzyılda hala aile içi şiddet ve kadınlara yönelik şiddetin en üst perdeden tartışıldığı, haberleri ve özel programları işgal ettiği bir zaman diliminde asırlar öncesinden bu çağa seslenircesine "Yediklerinizden onlara da yediriniz, giydiklerinizden onlara da giydiriniz, onları dövmeyiniz ve kötülemeyiniz.’” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 40-41) buyurmuş ve “Sizden biriniz hanımını köle döver gibi dövmesin. Sonra günün sonunda bir de aynı yatağı paylaşırsınız.” (Buhârî, Nikâh, 94) diyerek de ikiyüzlü tutum takınılmasının doğru olmadığını vurgulanmıştır.
Akıllı telefon kullanımı gibi bağımlılık derecesinde günün önemli bir bölümünün dijital dünyada geçirilerek eşin ve çocukların ihmal edilmemesi gerektiği sonucuna ulaşmanın mümkün olduğu şu sözü ise meşguliyetinin çok olduğu bahanesinin arkasına sığınanların akıllarından hiç çıkarmamaları gereken bir sözdür: “ …Senin üzerinde ailenin hakkı vardır…” (Buhari, Edeb, 86) Eşlerini sevdiğini ve onların faziletlerini daima dile getiren Hz. Peygamber, evinde olduğu süre içerisinde zamanını ailesi, ibadet hayatı ve şahsi ihtiyaçları için taksim etmiştir. Bu şekilde dengeli bir hayat sürerek aile bireylerini ihmal etmemiş ve haklarına riayet etmiştir. Bu uygulamaları, sonraki nesillerin kadınlara karşı nasıl davranacakları yönünde örnek olmuştur.
Çocuklarını Hane-i saadette merhamet ve adalet dolu bir yürekle yetiştirmiştir.
Cahiliyyenin kız-erkek ayrımını ayaklar altına alan Hz. Peygamber, cinsiyet ayrımı yapmaksızın evlalarına sevgiyle ve şefkatle yaklaşmıştır. Onları ahlaklı ve merhamet sahibi birer Müslüman olarak yetiştirmiştir. Dini konularda yaptığı nasihatlerin yanısıra dini hayatlarıyla fiili olarak da ilgilenmiştir. Nitekim kızı Fatıma’yı (r.a.) sabah namazına kendisi kaldırmıştır. (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXII, 6) Ona değerli olduğunu daima hissettirmiş yanına geldiğinde hoş geldin diyerek ayakta karşılamış, alnından öperek yanına oturtmuştur. (Ebu Dâvud, Edeb, 143, 144) Onu bu kadar çok sevmesi, gerektiğinde adalet ve hakkaniyet gibi hususları ona hatırlatmaktan alı koymamış ve bütün müminler için örnek olan şu kelimeler ağzından dökülmüştür: “Ey Muhammed’in kızı Fatıma (sen de kendini Cehennem ateşinden koru) senin için fayda ve zarar verebilecek bir imkânım yoktur.” (Buhârî, Vasiyet, 11)
Onun yüreği öyle merhamet ve şefkatle doludur ki namaz kılarken torunları sırtına çıktığında düşerler de canları acır diye secdeleri uzatmıştır. Her fırsatta torunlarını sevip bağrına basmıştır. Yine bir gün onları severken bir bedevinin huzura gelip “Benim on çocuğum var, bunlardan hiçbirini öpmüş değilim” dediğinde Onun çağlara ışık tutan cevabı şöyle olmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Allah kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim!” (Buharî, Edeb, 22) O sadece kendi çocukları ve torunlarına değil ümmetin bütün çocuklarına karşı merhametli olmuş ve onların hatırını saymış, sevgisini hiç eksik etmemiştir. Çocuklara selam vermiş, hatırlarını sormuş, elinden tutan bir kız çocuğunu nereye gidiyoruz demeden istediği yere kadar götürmüş, kuşu ölen çocuğa baş sağlığı dilemiş, yeri gelmiş onlarla şakalaşmıştır. Bir bayram namazı dönüşü diğer çocuklar oynarken mahzun olan çocuğa yaklaşıp derdini sormuş ve babasının olmadığını, Uhud’da şehit olduğunu öğrendiğinde şehit çocuğunun hüznünü dindirmek için “İster misin ben baban, Aişe de annen,” diyerek yetim olan yavrucağı sevindirmiştir. Onun bu davranışları, günümüze ışık tutmaktadır. Bir nevi dağa bağırıp da oradan geri gelen yankı gibi ancak verdiklerimizi isteyebileceğimiz yavrularımıza karşı merhametli olursak onların da merhametli olacağını, kalplerini sevgi ile doldurursak sevgi ile dolu olacaklarını öğretmektedir. Ayrıca yetim kalan şehit çocuklarına karşı son derece fedakar ve vefalı olumanın bir Peygamber uygulaması olduğunu hatırlatmaktadır.
“Günümüz tabiriyle geniş aileye karşı son derece vefakârdır.”
Akrabalık ilişkilerine ayrı bir değer vermiştir. Sıla-i rahimi gözetmiş ve akrabalarını ziyaret etmiştir, onlara karşı daima vefalı ve kadir şinas davranmıştır. Allah’ın bu konudaki emri gereği onlara iyilik yapmaktan geri durmamıştır. (Nisâ, 4/36) Eşi Hz. Hatice vefat ettikten sonra onun arkadaşlarına ve akrabalarına karşı son derece vefalı davranmış, onlara ikram etmekten geri durmamıştır. Ona bir adam gelip “Yâ Resûlallah! Benim yakınlarım var! Ben onlarla ilişkimi sürdürüyorum, onlar benimle alâkayı kesiyorlar! Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar! Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar!” der. Bunun üzerine o, “Eğer dediğin gibi isen, neredeyse onlar senin iyi davranışların karşısında eziliyorlar! Sen böyle devam ettikçe Allah onlara karşı daima sana bir yardımcı verecektir!” (Müslim, Birr ve sıla, 22) buyurmuştur. Hz. Adem ile Havva’dan beri asil bir bağ olan aile bağının devam ettirilmesi rahmet vesilesidir. Zira bir kudsi hadiste “…Aile ve akrabalık bağlarını kesmeyene rahmetimi kesmem.” (Tirmizî, Sünen, Birr, 9) buyurulmaktadır.
“Çare, ona ittibada, kurtuluş onun yolunda”
Ebedi saadet yolunda müminler için örnek ve rehber olan Efendimiz, her konuda olduğu gibi aile ilişkileri konusunda da bütün müminlere örnek olmuştur. Onun hayatının her evresi bugün de insanlığı aydınlatacak güzelliklerle doludur. Kan ve evlilik bağı ile oluşan akrabalıklarında hassas davranmış yakınlarının her derdiyle ilgilenmeye çalışmış ve öldükten sonra da bu ilgisini sürdürmüştür. Ailede aranan adalet, hakkaniyet, dürüstlük, sabır, saygı, ilkeli davranma, tutarlı olma, sorumluluk alma, hizmet etme, koşulsuz sevgi, yardımlaşma ve yüreklendirme gibi bütün değerleri bilfiil uygulayarak aile mektebinin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermiştir. O vefalı bir eş, merhametli bir baba, narin bir dede ve örnek bir akraba olarak bizlerin ve gelecek nesillerin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.