Zikir - Fikir - Dua
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân191)
Bu mübarek ayet-i kerime sâlih, seçkin kulların hayat tarzını, ibadet ve taate nasıl devam ettiklerini, ne şekilde zikir, dua ve niyazda bulunduklarını bizlere bir örnek olmak üzere beyan buyurur. Bu zâtlar her halleriyle zikir, fikir, ibadet ve taatle meşguldür. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Kim cennet bahçelerinde nimetlere kavuşup sefa sürmek istiyorsa, Allah’ı çokça zikretsin.” (Taberânî, el-Kebîr, 20/157; Heysemi, ez-Zevâid, 10/75)
Ayet-i kerimenin iniş sebebi hakkında şu rivayet nakledilir:
Atâ b. Ebî Rabah r.a. şöyle anlatır: Abdullah b. Ömer ve Ubeydullah b. Ömer r.anhüma ile birlikte Hz. Aişe r.anha’nın huzuruna çıkıp selam verdim. Aişe: “Bunlar kim?” diye sorunca, “Abdullah b. Ömer ve Ubeydullah b. Ömer” dedim. Hz. Aişe:
– Hoş geldin Ubeydullah, niçin hiç ziyaretimize gelmezsin, diye serzenişte bulundu, Ubeydullah da cevaben:
– Ziyaret uzun aralıklarla yapılmalı ki, ziyaret edilenin seni daha fazla özlemesini ve sevmesini sağlasın, dedi.Abdullah ise;
– Ey müminlerin annesi, bize Allah Rasulü s.a.v.’in en hoşuna giden yönünü anlatıver, dedi. Bu söz üzerine Hz. Aişe r.anha uzun süre ağlatıktan sonra şöyle dedi:
– Onun her şeyi hoştu. Benim sırama rastlayan gece yanıma geldi. Yatağıma geldi, vücudu vücuduma değdiği sırada:
– “Aişe, Rabbime ibadet etmeme müsaade eder misin” dedi. Ben de:
– “Vallahi seninle birlikte olmayı istediğimden daha çok, senin kendi istediğin şeyleri yapmandan hoşlanırım. Sana izin verdim.” dedim.
Bu cevap üzerine kalktı, ibriği aldı ve abdest tazeledi. Sonra namaza durdu. Ayakta iken gözyaşları vücudunun iki yanına akıncaya kadar ağladı. Namazını bitirdikten sonra, sağ elini sağ yanağına koymuş bir vaziyette sağ tarafı üzerine yattı. Yine gözyaşları birer inci gibi dökülüp yere damlayıncaya kadar ağladı. Nihayet sabah ezanını okuduktan sonra Bilâl geldi. Allah Rasulü s.a.v.’in ağladığını görünce:
– “Ey Allah’ın Rasulü, gelmiş geçmiş bütün günahların bağışlandığı halde niçin ağlıyorsun” dedi. Allah Rasulü s.a.v. dedi ki:
– “Bilâl, şükreden bir kul olmayayım mı? Ayrıca nasıl ağlamayım ki bu gece bana şu ayet-i kerimeler nâzil oldu: ‘Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.’ ayet-i kerimeleri nazil oldu. Bu ayetleri okuduğu halde tefekkür etmeyene yazıklar olsun.” (Buhârî, Teheccüd 6; Müslim, Münâfikûn 79-81)
Aklın ışığı
Gözün görebilmesi için güneş ışığına ihtiyacı olduğu gibi, aklın da hakikatı kavrayabilmek için vahye ihtiyacı vardır. Râgıb el-İsfahânî akıl ile vahyin bu önemini şöyle ifade eder:
“Azîz ve Celîl olan Allah’ın insanlara iki elçisi vardır; ilki bâtınî elçi olan akıl, ikincisi de zâhirî elçi olan peygamberdir. Öncelikle bâtınî elçiyi (aklı) kullanmadan zâhirî elçiden (peygamberden) yararlanmak mümkün değildir. Çünkü peygamberin öğretisinin sahih olduğu akılla bilinir... Akıl olmasaydı din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl yolunu şaşırırdı. Onun için Allah Tealâ bu ikisini ‘nur üstüne nur’ buyurarak birbirine bağlamıştır.”
İşte bu ayet-i kerimede akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte; kâinat üzerinde selim akılla gözlemde bulunan insanların onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı haber verilir. Ayrıca imana davet eden elçinin çağrısına uyarak Rabbine imanını içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet O’na niyazda bulunup cehennem ateşinden kurtulma isteğini O’na arz edeceği bildirilir.
İlahî bir ihsan olan akıl doğru kullanıldığında, kendisinin bir yetki ve sorumluluğunun olması gerektiğini, bu dünyada yaptıklarının ceza veya mükâfat olarak karşılığını alacağı bir hesap gününün bulunması lazım geldiğini düşünmeye sevk eder. İnsan böyle bir düşünce düzeyine ulaştığında sorumluluk hissi daha da artar ve dünyada günah işlemekten sakınır; ahirette cehennem azabından koruması için Allah Tealâ’ya sığınır. O’na dua etmeye yönelir.
Ayet-i kerimenin son kısmı ve onu takib eden ayetler bu durumu açıkça gösterir. Allah’ın birliğini, yüceliğini ve sonsuz kudretini fark etmek için insanı gökler ve yer hakkında düşünmeye sevk eden bu ayet-i kerime, Allah’ın kitabında yazılı olan delilleri okuyup düşündükten sonra bir de kevnî ayetler olan bu uçsuz bucaksız kâinat kitabını okumaya davet eder.
Kulluğun mertebeleri
Allah Tealâ’ya kulluk üç şekilde olur: Kalp ile tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel ve ibadet. Ayet-i kerimedeki “Allah’ı anarlar” ifadesi dil ile yapılan kulluğa; “ayakta iken, otururken, yanları üstüne (yatar)ken” ifadesi azalarla yapılan kulluğa; “gökler ile yerin yaratılışı hakkında derin derin, inceden inceye düşünürler.” ifadesi de kalbin, aklın ve fikrin kulluğuna bir işarettir. Dil zikre, azalar şükre, kalp de tefekküre daldığında, bu halde olan kul her şeyi ile kulluğa garkolmuştur.
Müfessirlerin ekserisine göre bu ayet-i kerimedeki zikirden murad, insanın devamlı olarak Rabbini zikretmesidir. Çünkü insan ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Yani bütün durumları bu üç şekilden ibarettir.
Allah Tealâ’nın bu üç hali bir arada ifade buyurması, insanın devamlı zikredip kesinlikle zikirden ayrılmamalarının gerektiğine delil olur. Yani gerek çalışırken gerekse istirahat halinde bulunurken her hallerinde Allah’ı zikrederler.
Bir başka kavle göre bu ayet-i kerimede bahsedilen zikir, namazdır. Buna göre ayetin manası şöyle olur: “Onlar ayakta, eğer buna güçleri yetmiyorsa oturarak, buna da güçleri yetmiyorsa yanları üstü uzanarak namaz kılarlar.” Yani hangi halde olurlarsa olsunlar, namaz terk etmezler.
Namaz zikir ise de bütün zikir çeşitlerini kapsamadığından ayete birinci görüşe göre mana vermek daha evlâdır. Yani Allah Tealâ’yı hatırlamak ve anmak, O’nunla kalben ve lisanen daima irtibat halinde olmak...
Allah Tealâ, o sâlih kulların zikrettiğini bildirdikten ve zikrin de ancak tefekkürle tamamlanacağı sabit olduğundan bundan sonra mealen şöyle buyurmuştur:
“Ve göklerle yerin yaratılışı hakkında derinden derine düşünürler.”
O’nu düşünmek
Tefekkür, aklın belli hedefe yönelik olarak arayış içinde olması, inceleme yapmasıdır. Kişi Yaratıcı’yı bilirse, yaratılanları düşünüp tefekkür ettiğinde O’na olan tazimi artar.
Ayet-i kerimede Allah Tealâ insanları kendisini zikretmeye teşvik etmiştir. Ama tefekküre gelince; zâtını değil, göklerin ve yerin hallerini tefekküre sevk etmektedir. Peygamber Efendimiz s.a.v. de şöyle buyurmuştur: “Yaratılmışlar üzerinde tefekkür edin, fakat Yaratan üzerinde tefekkür etmeyin.”
Aklımızın ve duyu organlarımızın ufku sınırlıdır. Yaşadığımız fizik dünyanın kaidelerine göre işler. Allah Tealâ ise bütün mevcudâtın, aklımızın ve duyu organlarımızın yaratıcısıdır. Yaratılmış, sınırları belli, zaman ve mekanla kayıtlı akıl ve duyuların, varlığı kendinden olan, ezelî ve ebedî, sonsuz ve sınırsız Yaratıcı’nın zâtını kavraması, anlaması mümkün değildir. Aksine, O’nun zâtına dair her düşünme işlemi, yaratılmış bir şey üzerinden yürüyeceği için yanlış ve bâtıl olmaya mahkûmdur.
Hususi hakikati ile kendisini bilmek mümkün olmayan bir varlığı ancak eserleri ve fiilleri ile bilmek mümkün olur. Bu sebeple Allah Tealâ’nın zâtı hakkında değil, işleri ve eserleri hakkında tefekkür emredilmiştir.
Tefekkür gafleti giderir ve su ekini yetiştirdiği gibi, kalbe Allah korkusu kazandırır. Tefekkür bütün yaratılmışlardan hareketle Yaratıcı’yı tanımaktır. Yani bütün işleri teke indirmektir. Her işin aslının, sebeplerin müsebbibi olan Âlemlerin Rabbi’ne dayandığını anlamaktır. Buradan hareketle ne yaparsa O’nun adına yapmaktır. Bunun adı da ‘tevhid’dir.
Zerreden kürreye
Tevhidin delilleri iki kısma ayrılır:
• İnsanın dışındaki deliller (âfâkî deliller),
• İnsanın kendisindeki deliller (enfüsî deliller).
Âfâkî delillerin daha yüce olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Allah Tealâ mealen; “Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından elbette daha büyüktür fakat insanların çoğu bilmezler.” (Mü’min 57) buyurmuştur. Durum böyle olunca Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede göklerin ve yerin yaratılması hususunda tefekkürü emretmiştir. Çünkü onlardaki deliller daha dikkate değer ve daha büyüktür.
İnsan eğer bir ağacın ufacık bir yaprağına baksa ortasında uzanan bir damar görür. Daha sonra o ana damardan her iki tarafa doğru damarcıkların ayrıldığını, onlardan da daha nice nice damarcıkların ayrıldığını görür. Bu durumda insan, Yaratıcı’nın bu yaprağı böyle yaratmış olmasında şaşırtıcı sırlar bulunduğunu; mesela O’nun bu yaprakta, yerin derinliklerinden gıdasını çekebilecek bir kuvvet yarattığını, sonra bu gıdanın parçalarının yaprağın her damarında eşit dağıldığını görür, anlar. İnsan o yaprağın nasıl yaratıldığını, icat edildiğini, gıda alma ve büyüme kabiliyetinin ona nasıl verildiğini anlamak istese, bundan aciz kalır.
Küçük bir yaprakta dahi bunca kudret ve sanat varken, içinde güneşin, ayın ve yıldızların yer aldığı gökler; denizlerin, dağların, madenlerin, bitkilerin ve canlıların yer aldığı yeryüzü ne büyük bir kudret ve sanatın eseridir, akıl bunu idrak edemez. Göklerin ve yerin yaratılışındaki hayranlık uyandıran ilahî hikmetlere tam manasıyla vakıf olmanın kendisi için mümkün olmadığını anlar.
Bütün bu aklî deliller sonucunda akl-ı selim sahibi kişi, hiçbir anlatımın, hiçbir ilmin Âlemlerin Rabbi’ni tam tarif ve ifade edemeyeceğini fark eder. İşte bu noktada “Sübhânek: Ya Rabbi sen münezzeh ve yücesin” der.
“Sübhânallâh: Allah münezzehtir” demekten murad, göklerin ve yerin yaratılışındaki, işlerin oluş ve bitişindeki Allah Tealâ’nın hikmet ve sırları aklın tam olarak kavramaktan aciz olduğunu ikrar ve tasdiktir. Yani insanlar kâinattaki cisimlerin ve mesafelerin büyüklüğü üzerine düşündükleri zaman ancak şu kadarını anlayabilirler: Bunları yaratan, onları bâtıl ve boş yere yaratmamış, her ne kadar akıllar tam olarak anlayamasa da büyük bir hikmete ve engin sırlara binaen yaratmıştır.
‘Bizi ateşin azabından koru’
Allah Tealâ, ihlâs sahibi kullarının lisanlarının zikre, bedenlerinin ibadete, kalplerinin de O’nun azametinin delillerini tefekküre dalmış olduğunu anlattıktan sonra, bir de Allah Tealâ’nın onları ateşin azabından kurtarmasını istemelerini zikrediyor.
Dua ancak ihlâs ile yapıldığı zaman kabule şayan olur. Bunun için Cenab-ı Mevlâ bu ayet-i kerimede lütuf ve keremiyle kullarına karşılık bulmuş duanın usul ve adabını bildiriyor.
Allah Tealâ’ya dua etmek isteyen kişi evvelâ O’na hamd ve senâda bulunmalıdır. Ayet-i kerimedeki “sübhâneke” lafzı buna delalet eder. Ayrıca duanın zikir ve tefekkürden sonra zikredilmesi, duanın ancak kulluk vazifelerini yerine getirmek gibi bir vesile takdim edildikten sonra kabule şayan olacağını ifade eder.
Ayrıca da bu ayet-i kerimede, zikrin tefekküre, tefekkürün de dua ve yakarışa vesile olduğu anlaşılır.
Allah Tealâ’nın övdüğü halis akıl sahibi dostları her hal ve durumda zikrullaha devam ederek kalben ve ruhen dirilirler. Sonra bu manevi hayat neticesinde Allah Tealâ’nın mahlukatını, özellikle gökleri, yerleri ve üzerlerinde bulunanları inceden inceye düşünerek, bütün bunların bir Rabbi ve yaratıcısı olduğunu; her yaratılmışın bir hikmete dayalı olarak var edildiğini tam manasıyla anlarlar. Ve sonra, bu yaratılmışlar da gözlerinden uzaklaşarak kendilerini o Yaratıcı’nın huzurunda bulurlar ve O’na “Ey Rabbimiz” diye hitab ederler. Yaratılmışların hallerini yaratıcısına kıyas ettikten sonra da Yaratıcı’nın bunlardan hiçbirine hiçbir bakımdan benzemediğini anlayarak “sübhânek” sözüyle O’nu şanına yakışmayan her şeyden tenzih ederler.
Böyle kişiler, bu vazifelerini ihmal eden ve tefekkürü ihlal eden kişilere isabet edecek belalardan kurtulmak için de “bizi cehennem azabından koru” diye dua ederek, Allah Tealâ’nın ayetlerinden anladıklarıyla amel etmeye muvaffakiyet dilerler.
---------------------------------------------------------------------------
Yararlanılan Kaynaklar:
Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr;
Abdulkerîm el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, el-İbâne; Râgıb el-Isfahânî, ez-Zerîa ilâ Mekârimi’ş-Şerîa; Ebu’l-Leys
Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l- Medîd; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Mehmed Vehbî Efendi, Hülâsatü’l-Beyân;
Abdürrezzak Kâşânî, Letâifu’l-A’lâm fî İşarâti Ehli’l-İlhâm; Seyyid Mustafa Rasim Efendi, Istılâhât-ı İnsan-ı Kâmil; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri.
Sıtkı Çoban.