Tarlamıza Ne Ektik
Mevlâmızın kullarına lütufları sonsuzdur. Eğer görebilirsek her nefeste büyük rızıklarla nimetleniyoruz. İşte Rabbimizin bu rahmeti ümitsizliğe düşmeye manidir. O mutlak rızk verendir. Her türlü rızkı hazırlamış ve biz kullarına sunmuştur. Bizim yapmamız gereken vesilelerin peşine düşmektir. Bundan sonrası ise tevekküldür.
Fakat bilmemiz gereken önemli bir husus var. Rabbimiz ihsanda bulunduğu nimetlere karşı bizlere bazı vazifeler vermiş ve buna göre, görevini yapan kullarını ayrıca mükâfatla müjdelemiştir. Bu vazifeleri gözardı etmek ise küfran-ı nimet olduğundan böyle kişileri cezalandıracağını beyan etmiştir.
Bu sebeple kul, Rabbine karşı havf ve recâ hali ile donanmış olmalıdır. Yani daima bir umut ve aynı zamanda korku içinde olmalıdır. Korkmalı, çünkü vazifeleri vardır ve hesabını verecektir. Umudunu yitirmemeli, çünkü Mevlâmız engin mağfiret sahibidir.
Müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyurulmuştur ki: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Gönül ehli büyüklerimiz, dünyanın ahiretin tarlası olduğu gibi kalbin tarla, imanın da oraya atılan tohum olduğunu söylemişlerdir. Bu dünyadaki ibadet ve taatler toprağı sürmek, temizlemek ve kalbe hayat suyunun akmasını sağlamaktır. Dünyaya meyleden, ona bağlanan gönüller ise serpilen tohumun bitmediği çorak topraklara benzer. Kıyamet günü hasat mevsimi gibidir. Herkes ektiği mahsulü orada alacak. O gün iman ve salih amel tohumundan başka hiçbir şey meyve vermeyecektir.
Bu dünyada kalbimizi çorak bir toprak haline getiren şeylerden uzak durmamız lazım. Bunların başında dünya sevgisi gelir. İnsanoğlu dünyada daima kalacakmış gibi davranır. Bu yüzden hep biriktirme peşinde koşar. Gençken biraz daha büyüyüp bir yerlere gelmeyi hedefler. Eğer hedefine ulaşırsa daha da yukarısını talep eder. Ömür böyle akıp giderken ahiret için ya hiç ibadet ve taat yapmaz ya da daima ileriki bir zamana, dünya işerini bitireceğini umduğu bir döneme erteler. Ancak, ömrün sonuna gelindiğinde çoğunlukla pişmanlıktan başka bir şey kalmaz elinde.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de doğru yol üzere sabit kalanları şöyle müjdelemiştir: “Gerçekten, Rabbimiz Allah’tır deyip de sonra sebat gösterenlere, ‘Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat olunan Cennet’le sevinin.’ diye melekler inecektir. Biz dünya hayatında da ahirette de dostlarınızız. Çok bağışlayan ve rahmet eden Allah’ın bir ikramı olarak burada canınız ne isterse sizindir.” (Fussilet, 30-32)
Bu dünyada insanın aldanmasının, hakikati hemen unutuvermesinin sebebi kendine, nefsine aldanmasıdır. Nefsin arzuları çoktur, daima ister. Her şey benim olsun, der. Nefsinin böyle isteklerine kulak vermek insanın kendi suçudur. Kişi böyle davrandıkça nefsinin açgözlülüğü hiç bitmeyecek, dünyada ebedi kalacakmış gibi hep sahip olmak, biriktirmek isteyecektir.
Kişinin maneviyatını gözardı ederek biriktirme, sahip olma isteği doyumsuzluğu, hep yükseklerde olma isteği de kibri işaret eder. Her ikisi de kalbî hastalıklardır. Bunların peşinde koşan kazanmaktan çok kaybedecektir. Ne dünyada rahata kavuşacak ne de ahirette huzur bulacaktır.
Mücella dinimiz İslâm bizlerden bu hastalıklardan kurtulmamızı, şifa bulmamızı ister. Allah Rasulü s.a.v. buyurmuştur ki: “Lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayın” (Tirmizî). Yani ölümü sıkça anarak dünya zevklerine tutkunluğunuza gem vurun Allah Tealâ’ya yönelin, denilmiştir.
Bir başka hadis-i şerifte de ölümü sıkça ananların şehitlerle birlikte haşrolacakları müjdelenmiştir (Beyhakî). İmam Gazalî rh.a. ölümü sıkça ananlara bu üstünlüğün verilmesini, hatırlayışların insanı dünyadan uzaklaştırması ve ahirete hazırlamaya başlaması olarak göstermiştir.
Hasan-ı Basrî rh.a. de şunları söyler: “Ölüm dünyanın ipliğini pazara çıkardı da, akıllı olanlar için gerçekten zevk alacakları bir şey bırakmadı.”
İnsanın aldanmasına sebep olan konulardan biri de insanın dünyaya dair hayaller kurmasıdır. Bu hayallerin içinde genellikle ebedi ahiret yurduna dair bir şey bulunmaz. Oysa insan gençliğine, sağlığına aldanıp maneviyatını ihmal etmemelidir.
Abdullah b. Sâmit rh.a. babasından şunları duyduğunu aktarıyor: “Ey sağlıklı oluşuna aldanan kişi! Hasta yatağına düşmeden ölen kimse görmedin mi? Ey kendisine süre tanınmış olan! Hiç vadesini bileni gördün mü? Ömrünü şöyle bir gözden geçirsen tattığın zevklerin hepsini unuttuğunu görürsün.
Sizler sağlığa mı aldanıyorsunuz yoksa uzun süredir ağzınızın tadı yerinde olduğu için şımarıyor musunuz? Ölmeyeceksiniz diye bir güvenceniz mi var? Ölüm meleğine karşı gelebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Onu ne servetin ne de adamların engelleyebilir. Ölüm anı bela ve sıkıntı anıdır. Yapılan hatalardan pişmanlık zamanıdır.”
Dünya hayatının hakikatte ne olduğuna dair etrafımızda ne çok ibret var. Kendi bedenimiz, dönüp duran mevsimler, kâinattaki her şey geçiciliğe işaret eder.
Düşünün, uzun süre birlikte olduğumuz, gülüp eğlendiğimiz, nice insan vadesi yettiğinde aramızdan ayrılıverdi. Onların birçoğu ne kadar çok çabalamıştı bu dünya için. Makam mevki sahibi olanlar vardı. Çok para biriktirenler vardı. Güç ve iktidar sahibi olanlar vardı. Fakat dünya hiçbirine kalmadı. Bize de kalmayacak.
Bir gün sıra bize geldiğinde ne biriktirdiklerimiz ne de kurduğumuz hayaller elimizden tutacak. Servetimizi, dünyadaki şan ve şöhretimizi, saygınlığımızı yanımızda götüremeyeceğiz. Aksine, onlardan hesaba çekileceğiz. Onları nasıl kazandığımız sorgulanacak. Hak yemişsek, birilerine zulmetmişsek bedelini ödeme fırsatımız elden gitmiş olacak.
Geleceğini güvenceye almak isteyen kişi Rabbinden korkan, takvaya sarılan, ebedi olana karşı fani olanı elden çıkaran kişidir. Böyle kişi gözünü ebediyet ufuklarına dikmiş, buranın misafirlik yurdu olduğunu fark etmiş, nefsinin ve şeytanın oyuncaklarına aldanmamış kutlu kişidir. O sebeple dünyadan şikâyette de bulunmaz.
Fahr-i Kâinat s.a.v. Efendimiz buyurur ki: “Kaygılanan, geceden yol alır. Gece yol alan da menzile varır. Dikkat edin! Allah’ın eşyası pek pahalıdır. O pahalı eşya da Cennet’tir.” (Tirmizî)
Birazcık kaygı, dikkat ve çaba... Umuyoruz ki bunlarla yol alırsak biz de menzile varırız.
Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...
Mübarek Erol