Zaaf ve Zafer
Hendek Savaşı öncesi Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Müslümanlarla birlikte hendek kazma işinde çalışıyor, kazma sallıyor, kürekle toprak atıyor, küfelere doldurulan toprağı sırtında hendeğin dışına taşıyordu ve kazma darbeleri ile kayalardan çıkan kıvılcımlardan zaferi gözleri ile görüyordu. Sıkıntı ve endişenin had safhada olduğu bu anda zafer müjdelerini Müslümanlara haber veriyor ve böylece onların içlerine güven aşılıyor, korkularını dindirip kesin haberlerle ruhlarını yatıştırıyordu.
İbni İshak, Selman-ı Farisi (r.a.)›ın şöyle dediğini anlatır: «Hendeğin bir tarafını kazmaya çalışıyordum. O sırada sert bir kaya çıktı. Resûlüllah (s.a.v.) de bana yakın bir yerdeydi. Toprağı kazdığımı ama çok zorlandığımı görünce inip kazmayı elimden aldı. Kayaya bir darbe indirdi. Kazmanın değdiği yerden bir kıvılcım parladı. Sonra bir daha vurdu. Yine bir kıvılcım çıktı. Sonra kayaya üçüncü bir darbe indirdi. Bu sefer de kazmanın değdiği yerden kıvılcım çıktı. «Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah, sen kayayı parçalarken kazmanın ağzından çıkan kıvılcımlar neydi?» dedim. «Yoksa sen onları gördün mü ya Selman?» diye buyurdu. «Evet» dedim. «Birinci kıvılcımda yüce Allah bana Yemen’i sundu. İkinci kıvılcımda Şam ve Mağrib›i, üçüncüsünde ise doğuyu sundu» dedi.
Ancak bütün bu müjdelere rağmen kuşatma altındaki sahabeler açlık, soğuk ve içine düştükleri korku, yüz yüze geldikleri zorluğun doğurduğu sıkıntı, üzerlerine saldıran zorlu düşmanın neden olduğu panik onları şiddetle sarsacak kadar büyüktü. Yüce Allah onların bu durumunu şu şekilde anlatmaktadır: «İşte orada mü’minler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.» (Ahzab, 11)
Kuşkusuz sahabiler de insandılar. İnsanın gücü de sınırlı idi. Hâlbuki Yüce Allah insanlara güçlerini aşan sorumluluklar yüklemez. Yüce Allah›ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine ilişkin derin güvenlerine rağmen; yine Peygamber Efendimiz’in, içinde bulundukları bu sıkıntılı atmosferin boyutlarını aşan Yemen›in, Şam›ın, Doğu›nun ve Batı›nın fethedileceğini ima eden müjdesine rağmen karşı karşıya kaldıkları korku, onları sarsıyor, huzursuz ediyor, canlarını sıkıyordu. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz arkadaşlarının bu durumunun farkında idi. Onların ruhsal durumlarını görüyordu. Huzeyfe (r.a.)›ın anlattığına göre bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.): «Kim gidip düşmanın ne yaptığını görecek, sonra da gelip bize haber verecek? Onun cennette benim arkadaşım olmasını Allah›tan dileyeceğim» buyurduğunda; (Peygamberimiz burada o kişinin geri döneceğini garantiliyor.) verdiği dönüş garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamber’le arkadaş olmaları yönünde yapılan duaya rağmen kimse Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e olumlu cevap veremiyor. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Huzeyfe›ye bizzat ismi ile hitap ediyor ve ona bu görevi veriyor. Hz. Huzeyfe (r.a.) o günkü kendi ruh halini şöyle anlatıyor: «Peygamber Efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka çarem yoktu!» Dikkat edin, böyle bir şey ancak sarsıntının son noktaya vardığı durumlarda olur...
Kuşkusuz sahabiler de insandı ve insana özgü duygulardan, zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi. Zaten onlardan, kendi cinslerinin sınırlarını aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları, doğal özelliklerini ve yeteneklerini yitirmeleri istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu nitelikleri için yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar; başka bir cinse, örneğin meleğe, şeytana, hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye yaratmıştır... Evet, onlar da insandılar, bu yüzden korkuyorlardı, bir zorlukla karşılaştıklarında sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde sarsılıyorlardı. Ama bununla beraber onlar, kendilerini Allah›a bağlayan, düşüp parçalanmalarını önleyen, içlerindeki ümidi tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir bir kulpa bağlanmışlardı. Bu ve şu durumlarıyla onlar, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş eşsiz bir örnektiler.
Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle algılamamız gerekir. Onların insan olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla insan tabiatından soyutlanmadıklarını kavramamız gerekir. Onların sahip oldukları ayrıcalığın; göklerin kulpuna yapışmış olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü nitelikleri korumalarından, kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış olmalarından kaynaklandığını göz ardı etmememiz gerekir.
Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini, yahut sarsıldığımızı ya da korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin, sıkıntının ve dehşetin etkisiyle sıkıldığımızı görürsek hemen karamsarlığa kapılmamalıyız, telaşlanıp artık helâk olduğumuzu sanmamalıyız. Veya artık hiçbir zaman büyük bir sorumluluk yüklenemeyeceğimizi, buna layık olmadığımızı düşünmemeliyiz. Aksine bütün bu sıkıntıların ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı gerçeğinden hareket ederek kendi zaafımızın farkına varıp ondan sıyrılmaya çalışmamız lazım geldiğini bilmeliyiz. Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi diye kendi zaafımızda ısrar etmemeliyiz. Çünkü ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz kulpu var. Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız, güven ve bağlılık tazelemeliyiz, içimizde baş gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve kararlılığımızı korumuş, daha, güçlü ve kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz. (Fizilal)
Yardım ve zaferin gecikme nedeni olarak kendi zaaflarını görüp halini ıslah etme yoluna gitmek yerine tam aksi istikamette hareket ederek İslam düşmanlarına yakınlık göstermekte, onlarla birlikte iş tutmakta, onların söylem ve eylemlerine destek olmakta zafer arayanlar kendi günah yükünü artırmaktan başka bir iş yapmış olmazlar.
Mustafa Kasadar.