Mahşer Sahnesinden İki Rüya
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyâmette ümmeti için şefaat edecekleri sâbittir.
Bu husus birtakım âyet-i kerîmelerin işareti ve sahih hadislerin delâleti ile sabittir.
Bu mevzu ile alâkalı tafsilâtlı bir rivayeti sizinle paylaşmak isterim:
Hazret-i Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- diyorlar ki:
Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanı idi. Bir gün Hazret-i Ebûbekir’in hanesi önünden geçiyordum.
Ebûbekir’in ağladığını duydum.
Dışarıdan duyulacak derecede hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Bu hâl merakımı mûcip oldu.
Kapıyı çaldım ve bana kapıyı açan ailesine, Hazret-i Sıddîk-i Ekber ile görüşmek istediğimi söyledim.
Kabul buyurdular, huzurlarına girer girmez bu şekilde ağlamalarının sebebini sordum.
Bana:
“Yâ Ömer... Ashâbı buraya davet eyle!” buyurdular.
Emirlerini yerine getirdim ve ashâbı onun hanesine topladım. Hazret-i Sıddîk-i Ekber bizlere şu hitabede bulundular:
“Ey Allâh’ın Rasûlü’nün ashâbı...
Ey ehl-i vefa ensar! Bilirsiniz ki ben, Peygamber -aleyhisselâm-’ın dünya hayatında arkadaşı idim.
Bu arkadaşlığımız cahiliye devrinden beri devam ediyordu. Sonra Allah Rasûlü, İslâm’ı tebliğ etti.
Kadınlardan Hazret-i Hatice validemiz, çocuklardan İmâm-ı Ali, kölelerden Zeyd ve yetişkin kimselerden en evvel ben İslâm’ı kabul ettik.
Rasûl-i Ekrem -aleyhisselâm- ile emr-i ilâhî muktezasınca Mek-ke-i Mükerreme’den, Medine-i Münevvere’ye hicret eyledim. O’nunla mağarada arkadaşlık etmek ve O’na yoldaş olmak şeref ve bahtiyarlığına mazhar oldum.
Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’e yapılacak fenalıktan ve O’nun vücudu şeriflerine gelecek zarardan ötürü korku ve endişeye kapıldığım için Allah Teâlâ, bana Habîb’i vasıtasıyla: «Korkma, mahzun olma!
Ben sizinle beraberim.» buyurdu. Bizi teselli etti.
Hüznüm ve korkum bu müjde ile, bu tebşirât-ı ilâhî ile zâil oldu.
Kızım Âişe’yi Allah Teâlâ’nın emriyle Rasûl -aleyhisselâm- zevceliğe kabul buyurdu.
Münafıkların kızım aleyhindeki bühtanlarını reddederek, kızımın Sıddîka olduğu hakkında âyet nâzil oldu.
Hâsılı, ben sağlığında Allah Rasûlü’nün veziri olmak şerefine eriştim.
Hayatında on sekiz vakit O’nun mihrabında imamette bulundum.
Âlem-i cemale gittiğinde de halîfesi olmayı Allah Teâlâ bana nasip ve müyesser eyledi.
Rasûl -aleyhisselâm- ile çocukluğumuz ve gençliğimiz bir arada geçti.
O’nu yarım saat görmesem tahammül edemezdim. Hasreti içime çökerdi.
Rasûl -aleyhisselâm- âlem-i cemale gideli iki ay kadar bir zaman oldu. Hasret ve iştiyakı beni yaktı, kül etti.
Dün gece Kâdıyü’l-Hâcât’a (Hâcetleri, istekleri karşılayan Cenâb-ı Hakk’a) niyaz eyledim ve Rasûl’ü rüyamda bana müşahede ettirmesini diledim.
O’nu mânâda olsun görebilmek ümit ve hayali ile ağlayarak tazarrû ve niyaz ederken içim geçmiş ki ne göreyim!
Âlem-i mânâda beni mahşere götürdüler. Kıyâmet kopmuş ve halk mahşerde toplanmıştı.
Mahşer meydanı tahammül olunamayacak kadar dehşetli idi. Güneş bir fersah kadar insanların başlarına yaklaşmış, doğu ile batıyı ihâta etmişti.
Halkın etrafını cehennem çevirmişti.
İnsanlar karıncalar gibi birbirlerinin üstünde idiler. Herkes günahlarını sırtına yüklenmiş, akıllar zâil olmuş, bütün mahşer halkı ne yapacağını şaşırmış, şaşkın ve perişan ortalıkta kalmıştı.
Manzaranın dehşetinden ağlamaya başladığım sırada yanı başımda bir zat zuhur etti. Kendisine:
“–Bu hâl nedir?” diye sordum.
O meçhul zat bana:
“–Görmüyor musun, burası mahşer meydanıdır.” dedi.
“–Arkalarında yükleri olduğu hâlde saf saf duran, ne yapacaklarını bilemeyen, akılları hayrette kalanlar kimlerdir?” diye sordum.
Bana:
“–Ümmet-i Muhammed’in âsî ve günahkâr olanlarıdır, hesaplarının görülmesini bekliyorlar.” dedi.
“–Mahşer meydanı yalnız burası mı? Başka makam yok mu?” diye sordum. Bana:
“–Vardır. Gel seni enbiyânın bekleştiği yere götüreyim.” dedi.
Birlikte başka bir yere gittik.
Orası, arz ile semâ arası kadar geniş bir yerdi, dümdüzdü.
Zemini o kadar beyazdı ki, gözlerim kamaştı.
Her tarafta, kumlar kadar çok kürsüler konulmuştu.
Daha gerilerde de yine nurdan sayılamayacak kadar çok kürsüler bulunuyordu.
Bütün kürsülerin tam ortasında, mevcut diğer kürsülerden çok daha yüksek bir kürsü daha görünüyordu. Bu kürsüden etrafa güneş gibi ziya saçılıyordu.
İnsan o kürsüye bir dakika baksa gözleri kamaşıyor ve güzelliğine hayran kalıyordu.
İlk kürsülerde oturanların enbiyâullah, diğerlerinde oturanların evliyâullah olduklarını beni oraya götüren zat haber verdi.
Enbiyâ ve evliyâ; dua eder gibi ellerini kaldırmış, başlarını Arş-ı Âlâ’ya çevirmişlerdi.
Ortadaki ulu kürsünün üzerinde ise hiç kimse yok.
“Bu kürsünün ismi nedir ve sahibi kimdir?” diye sordum. Muhatabım bana:
“Bu kürsü, Kur’ân-ı Azîmü’l-Burhan’da okuduğumuz Makām-ı Mahmud’dur.
Bu kürsünün sahibi de Hazret-i Mahbûb u Kibriyâ’dır.
İki Cihan Serveri, bu kürsünün üzerine çıkacak ve âsî ümmetlerin affı için şefaatte bulunarak onları şâd eyleyecektir.” dedi.
Merakım büsbütün artmıştı. Tekrar sordum:
“–Mademki bu kürsü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’indir, neden kendileri üzerinde değil, kürsüleri niçin boş duruyor?
Hâlbuki diğer enbiyâ kendi kürsülerinde oturmuş niyaz ediyorlar.”
O zat bana şunları söyledi:
“–Allah -celle celâlühû- sevgili Habîb’ine bu kürsünün üzerinden müşriklerden gayrı Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan kıyâmete kadar Hakk’ı tevhid eden ve Allah Teâlâ’ya şirk koşmayanların hepsine şefaat edebilmek iznini bahşetti.
Cenâb-ı Hak, Habîb’inin şefaat edeceği kimseleri af ve mağfiret buyuracağını O’na va’dettiği hâlde, Rasûl-i Zîşan bu makamda şefaate kanaat etmeyerek tekrar niyazda bulunmak üzere Arş-ı Âzam’a gitti.
Orada, âsî ve günahkâr ümmetinin mağfirete kavuşmasını isteyecek ve onların aff-ı ilâhîye mazhar olabilmeleri için merhamet-i Sübhâniyye’ye dehâlet edecektir.
Kürsüsü bu sebeple boş bulunmaktadır. Bu makamın sahibi Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habîb-i Hüdâ’dır.”
Biraz ferahlamıştım, kendisinden enbiyâ ve evliyânın duaları hakkında bilgi vermesini rica ettim:
“–Neden elleri duada ve gözleri Arş-ı Âzam’da, acaba bir şey için dua mı ediyorlar?” dedim.
Bana dedi ki:
“–Enbiyâullah ve evliyâullah hazerâtı, kimseye şefaate kādir olmadıklarından, nefisleri ve ümmetleri için ellerini kaldırarak ve Arş-ı Âzam’a bakarak Cenâb-ı Fahri’l-Mürselîn’den nefisleri ve ümmetleri için şefaat diliyorlar.”
Daha fazla sabredemedim ve şu niyazda bulundum:
“Beni, Rahmeten li’l-Âlemîn’e götürebilir misiniz?” dedim.
“Âşığı, maşukuna erdirmekten daha güzel bir şey olmaz, kapa gözlerini!” dedi.
Gözlerimi kapadım ve tekrar açtığım zaman kendimi Arş-ı Âzam’ın önünde buldum.
Güneş gibi ziya saçan Arş-ı Âzam’ın önüne bir kürsü konulmuştu.
Bu kürsünün alt tarafı kızıl yakut ve üst tarafı yeşil zümrüt ile süslenmişti.
Bu muhteşem kürsü üzerinde İki Cihan Serveri secde etmiş:
“Ümmetim!.. Ümmetim!..” diye niyaz ederek ağlıyordu. O’na kavuşmaktan mütevellit sevinç ve sürur ile içim içime sığmıyor, fakat korku ve haşyetimden de ses çıkaramıyordum. O, niyaz ediyordu:
“–Yâ Rabbi, ümmetimi bana bağışla, onlara mağfiret et. Ümmetimi affına ve mağfiretine lâyık eyle!..”
Birden hâtiften bir ses geldi:
“–Ey Habîbim, «Benim ümmetim âsîdir, mücrimdir, günahkâr-dır.» demiyor; «Ümmetim âcizdir, zayıftır.» diyorsun.”
“–İlâhî!.. Alîm ve Hakîm Sen’sin...
Evet, onlar âsîdir, mücrimdir, günahkârdır ama müşrik değildir; muvahhiddir.
Sen’i birlediler, Sen’i her nefeslerinde tevhid ve tebcil ettiler. Sana şirk koşmadılar.”
Mahbûb-i Kibriyâ Efendimiz’in gözyaşlarına tahammül edemedim:
“–Yâ Rasûlâllah!” dedim ve: “Cemalinizi görmeye geldim. Ümmetlerin için kendinizi ne kadar üzüyor ve onların affı için ne kadar huzursuz oluyorsunuz.
Allah Teâlâ, bana Sen’in cemaline vuslat nasip etti. Mübarek cemalinizi lutfedip benden yana çeviriniz, benden bu lutfu esirgemeyiniz.” temennisinde bulundum.
Mübarek başlarını secdeden kaldırarak, bana nazar-ı iltifat ile baktılar ve aynı hüzünle şöyle buyurdular:
“–Yâ Sıddîk! Nasıl üzülmem, nasıl bî-huzur olmam. Cenâb-ı Hak ümmetlerimi affederek bana bağışlayıncaya kadar gönlüm rahat etmeyecektir, başım dinç olmayacaktır.
Ümmetim afv-ı ilâhîye mazhar olduktan sonra hüznüm zâil olacak ve kalbim safaya erecektir. Benim vazifem, her zaman ümmetlerimi Cenâb-ı Hak’tan dilemektir.”
“–Anam-babam Sana feda olsun yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ, bütün ümmetlerini bağışlayarak Sen’i şâd etti mi?” dedim.
Saadetle buyurdular ki:
“–Bağışladı elhamdülillâh!”
Bu müjdeyi alır almaz sevinç ve saadetle uyandım. Uyandıktan sonra da aynı müjde üç defa tekrarlandı ve şu sözleri duydum:
“Hepsini... Cümlesini... Cümlesini!..”
“Ey ashâb-ı kirâm; işte ağlamamın sebebi budur.
Sevincimden, sürûrumdan, aldığım bu haber-i beşâretten dolayı ağlıyordum.
Rüyamı ve aldığım bu müjde haberini sizlere de ulaştırmak için, buraya kadar teşrifinizi rica ettim.” buyurdular.
Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Ümmetime şefaat ederim. Hattâ Rabbim bana hitap ederek:
«Râzı oldun mu yâ Muhammed?» der. Ben de:
«Râzı oldum yâ Rabbî!» derim.” (Aliyyü’l-Kārî)
Allah Sübhânehû ve Teâlâ’nın Habîb’ini râzı kılıncaya kadar ümmetleri hakkında şefaate müsaade buyuracağı bu hadîs-i şeriften açıkça anlaşılmaktadır.
Habîb-i Hüdâ, Şefî-i rûz-i ceza Efendimiz, kalplerinde zerre kadar îman bulunanlara dahî şefaat edecekler ve onları da nârdan âzad ettireceklerdir.
Yâ Rab, bizleri Habîb’inden ayırma!.