Son İletiler

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10
11
Sağlık / Göz Alerjisi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:04:42 ÖÖ »


Göz Alerjisi

Göz alerjileri, mevsimsel değişimlerle, polenlerin, mantar sporlarının, evcil hayvan tüylerinin veya toz akarlarının havada bulunmasıyla tetiklenebilir.

Göz alerjilerinin belirtileri, kaşıntı, kızarıklık, sulanma, şişlik ve hatta bulanık görme gibi rahatsız edici durumları içerebilir.

Bu belirtiler sadece kişinin konforunu değil, aynı zamanda günlük yaşam kalitesini de etkileyebilir.

Göz alerjileriyle başa çıkmak için ilk adım, alerjenlerle teması mümkün olduğunca azaltmaktır.

Bu, polen sezonunda dışarıda bulunmayı sınırlamak, tozlu ortamlardan kaçınmak veya evcil hayvanlarla teması azaltmak gibi önlemleri içerebilir.

Ayrıca, alerjiye neden olan maddeleri filtreleyen uygun bir hava temizleyici kullanmak da faydalı olabilir.

Göz alerjilerini hafifletmek için göz damlaları veya antihistaminikler gibi ilaçlar kullanmak da yaygın bir yöntemdir.

Ancak, bu ilaçları kullanmadan önce mutlaka bir doktora danışmak önemlidir.

Uzun süreli kullanımda bazı ilaçların yan etkileri olabilir ve herkes için uygun olmayabilir.

Ayrıca, göz alerjilerini hafifletmek için soğuk kompresler de etkili olabilir.

Soğuk kompresler, gözlerin şişmesini azaltabilir ve kaşıntıyı hafifletebilir.

Pamuklu bir bez veya temiz bir bezle yapılacak hafif masajlar da gözlerin rahatlamasına yardımcı olabilir.

Son olarak, göz alerjileriyle mücadele etmek, sadece semptomları hafifletmekle kalmaz, aynı zamanda göz sağlığını korumak için de önemlidir.

Alerjik reaksiyonlar, gözlerinizi tahriş edebilir ve enfeksiyon riskini artırabilir, bu nedenle belirtileriniz olsa bile, ihmal etmemek önemlidir.

Gözler, dünyayı görmemizi sağlayan paha biçilmez bir hazineye sahiptir.

Bu nedenle, göz sağlığımızı korumak ve göz alerjileri gibi rahatsızlıklarla başa çıkmak için gerekli önlemleri almak hayati öneme sahiptir.

Baharın güzelliklerini doya doya yaşamak için gözlerimize iyi bakalım ve alerjik tuzaklara karşı hazırlıklı olalım.

Unutmayalım ki, sağlıklı gözler, yaşamın her yönünden keyif almanın anahtarıdır.

Allah'a emanet olun ...

Mustafa Ceylan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.   
12
HADİS'İ ŞERİFLER / Sünnetullah Ontoloji Kurallar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 05:57:29 ÖÖ »


Sünnetullah Ontoloji Kurallar

Değişmeyen sabit ilahi kurallara “Sünnetullah” denilir. Kafir, mümin, münafık; kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk; insan, hayvan, canlı- cansız bütün varlıklar kendileri için konulan tüm bu yaşam kurallarına uymak zorundadır; ya da uymadıkları takdirde neticesine katlanmak mecburiyetindedir.

Sünnetullah kuralları, sadece dini emirleri içermez; aynı zamanda yaradılışla ilgili bütün ontolojik; insanın içtimai hayatıyla ilgili bütün sosyolojik kuralları da içerir. Bu kurallar da tıpkı, fizik, kimya, matematik kuralları gibi sabittir, değişmez; sebep- sonuç bağlamında her zaman aynı şekilde neticelenir.

İnsanoğlu, Sünnetullahı ne kadar tanır, onun kurallarına ne kadar uyumlu davranabilirse o oranda dünya ve ahiret mutluluğunu elde eder. Sünnetullaha muhalefet ise daima dünya ve ahiret azabıyla sonuçlanır.

Din, bir Sünnetullah kanununu olduğu gibi onun bütün emir ve yasakları da öyledir. Onun içindir ki dinin tanımında, dünya ve ahiret saadetini temin eden ilahi kanunlar, denilmiştir. Yani, dünya mutluluğu adına Sünnetullahın diğer kısımlarını uygulamak yeterli değildir; dinin emir ve yasakları da bu bağlamda mutlaka uygulama görmelidir.

Din devre dışı edilerek uygulanan Sünnetullah eksik de olsa bizi bazı konularda başarıya ulaştırabilir. Fakat bu başarı sadece başarıdır, mutluluk değildir.

Kur’an-ı Kerim, Sünnetullaha bir bütün olarak değer atfeder. Ve bizden, dinin emirlerine uymamızı istediği gibi, tekvini kanunlara uymamızı da ister. Bunun tersi de doğrudur. Yani Kur’an, bizden tekvini emirlere uymamızı istediği, o mevzuda bize çeşitli vesilelerle yol gösterdiği gibi, aynı hassasiyetle teşrii emirlere de uymamız gerektiğini söyler, bütüncül bir usulle ders verir.

Kur’an-ı Kerim’i, mutlaka Sünnetullah perspektifini esas edinerek okumak gerekir. Onda anlatılan ve tekrar edilen kıssaları, tarihi olayları bu bakış açısıyla değerlendirmek, dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı aynı anda aydınlatır; doğru bir konumda isek bu konumumuzu korumaya; değilsek yanlışlarımızı görmeye, bu yanlışların bizi nasıl bir akıbete doğru sürüklediğini keşfetmemize, bu yanlışlardan kurtulmanın çarelerini bulmamıza vesile olur. O zaman da kötü akıbetten kurtulmuş, içtimai varlığımızın devamını temin etmiş bulunuruz.

İnsan, sınır altına alınmamış yüzlerce his ve duyguyla, Sünnetullahı keşfetmeye, anlamaya ve gereği üzere bir hayat sürmeye memurdur. Onun Sünnetullahı değiştirmek gibi bir davası, bir iddiası yoktur, olmamalıdır. Ne ki, Sünnetullah sınırları içinde bilinmeyenleri bilmek ve bildiklerinden azami ölçüde istifade ederek, böyle yapamayan diğer yaratılmışlara karşı bir üstünlük elde etmek onun hakkıdır, halife varlık olmasının bir ayrıcalığıdır.

İnsanlar, kendi aralarında da böylesi bir yarış içindedir. Yarışı kazananların diğerlerine karşı üstünlük hakkı vardır. Fakat bu üstünlük, yine Sünnetullah kurallarına göre adaletin emrinde olmalı; zulme ve zalimliğe kaymamalıdır. Onun içindir ki zalim kişi ve toplumların kötü akıbetleri Kur’an’da çokça anılmaktadır.

Sünnetullah kuralları ile bakıldığında gün güne zalimliğini yaygınlaştırmak peşinde koşan, 7 Ekim’den bu yana elli bine yakın masum cana kıyan; ve dünyanın gözünün içine baka baka zalimliğin en rezil serbest oyunlarını oynayan İsrail’in ve ona bu zulmünde arka çıkan bütün zalimlerin kötü akıbetlerini görmek hiç de zor değildir. “Doğrusu onlar o azabı ihtimalden uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görmekteyiz.” (Mearic,6-7)

Fıtrat-ı beşer, fıtri olmayanı ret eder. Fıtratı ise bize en doğru şekilde Kur’an öğretir. Yaptığımız işin fıtrata uygun olup olmadığını bilmenin en kestirme yolu, onları Kur’an’la test etmektir. Ondan tasdik gören doğru, görmeyenler ise mutlaka eğridir.

Kur’an-ı Kerim’i Sünnetullah ölçüleri içinde okumak aynı zamanda Kainat Kitabını okumaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle söyleyecek olursak:

“Kainat mescid-i kebirinde , Kur’an, kainatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurani hikmeti neşreden odur.” (7. Söz)

“Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’an’dan ders vereceklerdi. Kur’an’ı getirdikleri sırada  Hazreti Peygamber Efendimiz Kur’an’a ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşat için olduğu birden hatırıma geldi.

Sonra bu rüyayı sulahay-ı ümmetten bir zata hikaye ettim. Şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azimüşşan layık olduğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir.” (Bediüzzaman, Sünuhat)

Latif Erdoğan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.   
13
Ahmet Demirbaş / Zekeriyya Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 05:43:56 ÖÖ »


Zekeriyya Aleyhisselam

Hazreti Zekeriyya, Musa aleyhisselamın getirdiği dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Ancak, İsrailoğullarının çoğu kendisine inanmadı...

Hazreti Zekeriyya, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Soyu Süleyman aleyhisselama ulaşır. Musa aleyhisselamın getirdiği dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar elinin emeğiyle geçinirdi...

Allahü teâlâ, Beyt-i Makdis’te Tevrat yazmayı ve kurban kesmeyi idâre eden Zekeriyya aleyhisselamı peygamber olarak vazîfelendirdi. İsrailoğullarından onun bildirdiklerine inananlar olduğu gibi, inanmayıp karşı çıkanlar daha çok oldu...
 
Zekeriyya aleyhisselam, İmrân bin Mâsân isminde bir dostunun kızı olan Elîsa ile evlendi. Elîsa ile hazret-i Meryem kardeş olup babaları İmran idi. İmrân önce Elîsa’nın annesi ile sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i Meryem’in annesi olan Hunne; “Cenâb-ı Hak bana bir oğul ihsân ederse Beyt-ül-Makdis’e hizmetçi yapacağım” diye adakta bulundu.

Kızı oldu. Adını Meryem koydu. Hazret-i Meryem doğmadan önce babası İmrân vefat etti. Hunne kızı Meryem’i teslim etmek üzere Beyt-ül-Makdis’e götürdü. Orada bulunan âlimlere niyetini anlatıp nezrinin kabûlünü ricâ etti. Zekeriyya aleyhisselam, hazret-i Meryem’i himâyesine aldı...
 
Zekeriyya aleyhisselam hazret-i Meryem’i evine götürdü. Onu hanımı Elîsa büyüttü... Zekeriyya aleyhisselam 99 veya 120 yaşına geldiği hâlde neslini devâm ettirecek bir evlâdı yoktu. Hanımı da zâten çocuk doğurmuyordu ve 98 yaşındaydı. Fakat yaşlı olmalarına rağmen, Allahü teâlâ onlara Yahya isminde bir erkek çocuk ihsân edeceğini Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla bildirdi...
 
Yahya aleyhisselam ana rahmine düşünce Zekeriyya aleyhisselam devamlı ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Cenâb-ı Hakka karşı hamd ve şükür vazîfesini yerine getirdi...
 
Müddet tamam olunca Zekeriyya aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselam dünyâya geldi. Yahya aleyhisselamın doğumu ile, Zekeriyya aleyhisselam ve âilesi sevince gark oldular. Yahya aleyhisselamdan altı ay sonra İsa aleyhisselam dünyâya geldi. İsrailoğulları İsa aleyhisselam beşikteyken Allahü teâlânın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyâya gelmesiyle ilgili olarak Zekeriyya aleyhisselama iftirâ ettiler...
 
Yahudilerin iftirâlarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyya aleyhisselam oradan uzaklaştı. Yahudiler, onu yakalamak için peşine düştüler. Zekeriyya aleyhisselam Beyt-ül-Makdîs yakınlarında ağaçlarla dolu bir bahçeye girdi... Bir ağacın yanından geçerken ağaç;
 
“Ey Allah’ın peygamberi! Bana gel” diye seslendi. Ağaç yarıldı ve Zekeriyya aleyhisselam içine girdi. Sonra kapandı ve onu gizledi. İsrailoğulları Zekeriyya aleyhisselamın izini tâkip edip nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada mel’ûn İblis (şeytan) gelerek onlara;
 
“Bu ağacı bıçkı (testere) ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kaybedersiniz!” dedi. Kâfirler o ağacı biçerek Zekeriyya aleyhisselamı şehit ettiler...
 
Zekeriyya aleyhisselamın türbesi Halep’tedir.

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.   
14
Biz Bize / Kulluk’tan Düşme Nedeni Heva
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:24:39 ÖÖ »


Kulluk’tan Düşme Nedeni Heva

Ömrümüz boyunca belirlediğimiz yön çerçevesinde bir hayat yaşarız. Hayatın iskeletini oluşturan yönümüzü; prensiplerimiz, kararlarımız, projelerimiz, hedeflerimiz ve ahlak anlayışımız belirler. Ayrıca hayata yüklediğimiz anlam, hayatta kalmak için verdiğimiz uğraş, üzerimize aldığımız sorumluklar hep bu yön çerçevesinde belirlenir.

Peki, hayatımızın yönümüzü tayin eden temel etken kimden kaynaklanır? İnsanların hayatlarını incelediğimizde bu soru iki farklı grup ortaya çıkarmıştır.

- Birinci grup; yaratıldığının farkına varıp hayat yönünü O’na göre düzenleyenlerdir. Hayatı yaratıcı vermiştir, dolayısıyla O’nun istediği gibi yaşanılması gerekir.

- İkinci grup; kendi arzularını, çıkarlarını, hislerini, düşüncelerini, görüşlerini her şeyin üzerinde görerek hevasına göre yön belirleyenler.

Yani hayatın yönü ya Allah Teâlâ’dan ya da kişinin hevasından kaynaklanır. Bu çerçevede hevanın sorgulanması gerekir. Gerçekten nedir, heva?

Heva, düşmektir. İmandan küfre, ahsen-i taqvimden esfel-i sâfiline, helallerden harama, Me’va’dan Haviye’ye, hayr’dan şerr’e, lütuftan azaba, itaatten isyana, özgürlükten esarete, örtüden çıplaklığa düşmektir. Nihayetinde insanlıktan ve kulluktan düşmektir.

Heva, kişinin menfaatini odak haline getirmesi ve menfaatinin gereklerini yapmasıdır. Bu tiplerin doğruları ve yanlışları ancak çıkarları doğrultusunda şekillenir. Hatta çıkarlar doğru ve yanlışın kısa zaman dilimlerinde yer değiştirmesine bile neden olur. Tesettür, namaz, ahlak vazgeçilmezler listesindeyken menfaati doğrultusunda ‘özü yakalayamama’ mantığıyla yaklaşarak boş ve lüzumsuzlar listesine eklenebilir.

Hevayı hayat tarzı seçenlerde kişiliksizlik, karaktersizlik ve istikbar ön plana çıkar. Ahlak yapısını arzuları, menfaati, düşünceleri yönlendirdiği için yola çıkılacak veya yolda beraber yürünecek birisi değildir. Bu sadece kişisel ilişkilerde değil devletlerarası ilişkilerde de ortaya çıkan bir durumdur. Bir de bu tipler her şeyi kendisi iyi bildiğinden diğer insanları sadece malzeme olarak görür ve faydalanır.

Heva; sırat-ı müstakimden uzaklaşmanın, dalalete düşmenin başlangıç ama en önemli safhasıdır. Allah Teâlâ’nın istediği hayatı, peygamberin yolundan gitmeyi kerih görüp de ‘bu hayata bir defa geldim, günümü gün edeyim’ bozuk mantığıyla yoldan sapmaktır/ saptırmaktır. Hâlbuki bu dünya yalnızca imtihan alanımızdır. Fazla uzun da sürmeyecek zaten. Biraz sabır, biraz cesaret bizleri Allah’ın lütfuyla asıl yurdumuza götürecektir.

Hevasına uyarak hayat sürenler hayatlarında yapmaya çalıştıkları şeylerin ne kadar boş, lüzumsuz ve faydasız olduğunu mahşerde anlayacaklar. Rabbimiz “amiletü’n nasibeh/ çalışmış yorulmuştur” buyurarak hayattaki koşturmalarının hiç olduğunu belirtmiştir.

Heva, kuralsızlıktır ya da bütün kuralları kendi lehinde kullanmaktır. İslam’ın kurallarını bile işine geldiğinde kullanmaktan kesinlikle tereddüt etmez. Yeter ki o kurallar fayda sağlasın.

Hidayetin kıymetini bilen, Allah’a kulluğu her şeyden üstün tutan, Allah ile yaptığı alışverişi gündeminden çıkarmayan fedakâr insanlar için heva kontrol altında tutulması gereken mantık hatasıdır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
15
Mutlulık Yolu İslam / Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:18:20 ÖÖ »


Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku

Ümmetim dünyayı gözlerinde büyüttükleri zaman, kendilerinden İslam’ın heybeti çekilip alınır. İyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı terk ettiklerinde, vahyin bereketi kendilerine haram kılınır. Birbirlerine küfrettiklerinde, sövdüklerinde Allah’ın nazarında hiçbir değerleri kalmaz. (Tirmizi)

Okumak Allah’ın lütuflarından bir lütuftur. Cebrail aleyhisselam, Efendimiz’ in sallallahu aleyhi ve sellem önüne kitap koymadan “oku” dedi. Ümmi olan bir Peygamber’e, ilk emir olarak “oku” hitabı, akıl sahibi bir mü’mine, tefekkürün uçsuz bucaksız kapılarını açmalıdır. Okuma bilmeyen bir Peygamberden okuması isteniyor! Tefekkür etmek gerek ki anlaşılsın. İlk emri “oku” olan dinimizin, bizden istediği bazı okumalar vardır.  Herkes bir şeyler okur. Bebeklikte çocuk annesinin yüzüne bakınca annesini okur. Bazı mahlûkat sahibinin beden dilini okur. Akıl sahipleri kâinatı okur. Firaset sahibi bahtiyar kişiler olayları ve olayların neticelerini okur. Okumak, kişinin kalp seviyesiyle yapabildiği bir özel ameliyedir. Oku emriyle beraber gelen “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri okumanın nasıl yapılması gerektiği hususunda bize yol açıyor, ışık tutuyor.

“Bütün dertlere, sıkıntılara, bunalımlara son veren, insanı dünya ve ahirette gerçek anlamda huzura, mutluluğa ulaştıran biricik çözüm yolunu Allah gösteriyor. Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kulluk göreviyle yeryüzüne gönderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabbimin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum: Ey insan Yaratan Rabb’inin adıyla oku! 

Sana Rabb’in tarafından gönderilen ve bundan böyle ayet ayet, sure sure muhatap olacağın bu kitabı, onu güzelce anlamak, zihnine nakşetmek, hayatına yansıtmak ve başkalarına tebliğ etmek amacıyla oku. Fakat batıl değerler, sahte ilahlar adına değil.

Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Bedir savaşı öncesi okudu. Şöyle ki:

Yakalanan esirlere düşmanın sayısını soruyor; “bilmiyoruz” diyorlar. Yine soruyor; “günde kaç deve kesiliyor?” Esirler cevap veriyor: “Bir gün dokuz, bir gün on deve kesiliyor.” “O halde müşriklerin sayısı dokuz yüz ya da bin kadar var.”

Hayatta en zirve sanat insan yetiştirmektir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, hiçbir mucize göstermeseydi, hiçbir olağanüstülük sergilemeseydi bile delil arayanlar için, yetiştirdiği ashab-ı kiram hazeratı O’nun peygamberliğinin delili olarak yeterdi. İnsanlığın birbirini bitirdiği; Akif’in ifadesiyle: “Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.” Dediği bir toplumdan bir fazilet toplumu inşa etmesi, son nefesinde dahi kardeşini kendisine tercih edecek rakik, kalpler yetiştirmesi insanı nasıl okuduğunu ve yetiştirdiğini göstermesi bakımından çok mühimdir.

Bugün öyle bir zamandayız ki insanlar sele kapılmış kütükler gibi şuursuzca sürükleniyor. Daha hazini şu ki, geçtiği topraklara hayat bahşedecek kudrette nice ırmaklar, ehil kimseler tarafından doğru bir mecraya sevk edilmediği için maalesef lağımlara akıyor. İsrafın her biri birbirinden beterdir. Lakin en feci israf insan israfıdır.

Kendisini okuyamayan, tanıyamayan kişi ömrünü heba ediyordur. İnsan muhatabını okumayı başarabilir, fakat kendisini okumayı başarmak öyle kolay değildir. Büyükler ‘kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz’ demişler. İşte bu veciz söz kendini okumanın bir yoludur bir ölçüsüdür.  Maalesef kırkına ellisine geldiği halde kendisini okuyamamış kişilere rastlıyoruz. Ne hazin bir haldir ki ömür tükenmeye gelmiş ve fakat kendisini okuyamıyor.

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Nebevi irşadı bu bağlamda ne kadar da önem arz ediyor.

Bir gün Hz. Ömer radıyallahu anh kabirleri okuyor. Rivayete göre Baki Kabristanı’nın yanından geçerken şöyle der:

“Allah’ın selamı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi. Evlerinize başkaları oturdu. Mallarınız mirasçılara dağıtıldı.” Bu sözlere cevaben hatiften şöyle bir ses duyuldu:

“Ya Ömer! Sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk. İnfak ettiğimiz şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrana uğradık!” (Ruhu’l Beyan 1, 557)  İşte kabir böyle okunur.

İnsan dili o kadar tehlikelidir ki kolay kolay harekete geçmemesi için eskilerin tabiriyle “bin düşünüp bir söyleyelim” diye etrafına otuz iki tane dişten örülmüş sağlam bir kale, onun üzerinde de etten iki perde olan dudaklar yaratılmıştır. Buna rağmen sözü köz yapan aleyhimize delil üretip gıybet vb. günahlar irtikab ediliyor.

Çalışkanlığıyla meşhur iki böcek vardır biri arı diğeri karıncadır. Arı gibi çalışıyor yahut karınca gibi çalışkan ifadelerini çokça duyarız. Kâinatı okuyabilen bir akıl sahibi, ikisinin de çalışkan olmasına rağmen birinin yuvasının ayaklar altında, diğerininse ağaçlarda, kovanlarda vb. temiz yerlerde olmasının bir hikmeti olduğunu anlar, bilir.  Karınca çok çalışır fakat pintidir. Kazandığını kimseyle paylaşmaz. Arı ise hem kendi yer hem de kazandığını paylaşır. Cömerttir. Yeri de elbette yüksektir. Yükseklerdedir. Şüphesiz ki kâinat kitabını okumak kudret akışlarının farkında olmak kalp âlemiyle ilgili özel lütuflardandır.

Olayları okumak da şüphesiz ki firasetli mü’minler için özel lütuflardandır. Tarih bir kronolojiden ibaret değildir. Gerçek tarih sebepler ve neticelerdir.  Mehmet Akif’in ifadesiyle: “Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

Bunu iyi okumak gerekir. Bilmek ile malumat sahibi olmak aynı değildir. Bilmek, okumak ile gerçekleşir. Olayları okuyabilmek ayrıdır, olaylar hakkında malumat sahibi olmak ayrı. İkinci Abdülhamid tahttan indirildikten sonra memleketin her yanı yangın yerine dönmüştür. Prens Bismark’ın ifadesiyle dünya siyasi zekâsının yüzde seksen beşi olan Abdülhamid, Balkan savaşları hususunda kendisinden fikir almak için yanına gelen bazı görevlilere; “kiliseler meselesini ne yaptınız?” Diye sorar. Onlar büyük bir başarı edasıyla “biz o meseleyi çözdük” derler.  “Yıllardır çözülemeyen bir meseleyi hallettik.”

Abdülhamid: “O mesele çözülmemeliydi. O mesele çözülünce Balkan toplulukları birleşip üzerimize gelir. Bu da bizim için büyük bir sıkıntı olur” der. Hakikaten de Abdülhamid’in dediği gibi olmuş, onların arasındaki meseleleri çözdüğümüz vakit sonrası bir araya gelmişler ve zaten sıkıntıda olan millet, bir de onlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.

Kur’an’ı okumak, üzerinde tefekkür etmek; kalplerimizin cilalanıp dünyanın cürufundan temizlemesi için yegâne yoldur. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in talim ettirdiği şekilde tertil üzere okumak, anlamı üzerinde derin tefekkürlere dalmak bir mü’min için ruhun inkişafını sağlayacak bulunmaz fırsat demleridir. Ne ararsak içinde bulacağımız ve fakat kendisini bizim kalbimizin durumuna göre açan mucize kitap okunmaz da başka başka yerlerde dertlere çareler aranırsa ne büyük bir kayıp yaşanır. Kur’an imkânına sahip iken, yanı başımızda dururken faydalanmamak ise nasipsizlikten başka bir şey değildir. Gerçek okumalar yapabilmek duasıyla…

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
16
Bizden Sizlere / Hasta Kalp
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:05:04 ÖÖ »


Hasta Kalp

“Onların

kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır.” (Bakara 10)

Âyet-i kerîmede kalblerinin hasta olduğu bildirilen bu kimseler, sâdece dilleriyle inandıklarını söyleyen, lâkin nefsâniyetin sultası altında bulundukları için sâlih bir yaşayışı olmayan kimselerdir. Îmân, bunların kalblerine tam olarak yerleşmemiştir. Bu nevî kalb
sâhiplerinin hâli, bedenen hasta insanların ıztırap içindeki hâline benzer.
Ne dünyevî hayatlarında bir âhenk, ne de iç âlemlerinde huzur vardır.
İç âlemlerindeki belirsizlik dış âlem¬erini, dış âlemlerindeki düzensizlik
de iç âlemlerini menfî tesir altında bırakır. Allâh Teâlâ bu kişilerin
içine düştüğü durumu şöyle ifâde buyurur:

“İşte
onlar, hidâyet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onların bu ticâ¬reti
kazançlı olmamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 16)

Al¬lâh'ın âyet¬le¬ri¬ni lâyıkıyla
idrâk etmeye mâ¬nî olan vasıflar; ki¬bir, ucub, hased ve dün¬ya sev¬gi¬si gi¬bi
kal¬bî has¬ta¬lık¬lardır. Bu kişiler, mânevî bir terbiye görüp nefslerini
tezkiye etmediği müd¬det¬çe Allâh'ın râzı olduğu davranış güzelliğine
kavuşamazlar ve Kur'ân'ın es¬râ¬rın¬dan his¬se alamazlar. Ni-te¬kim ayet-i
kerimede şöyle buyrulur:

“Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştıracağım...” (Arâf, 146)

Demek oluyor ki kalb, mânevî terbiye yoluyla terakkî etmediği takdirde, Kur'ân, kâinât ve insa-nın esrârından lâyıkıyla hisse alabilmek mümkün değildir.

Şu hadîs-i şerîf, kalbi her türlü hastalıktan muhâfaza¬ etmenin zarûretini ne güzel ifâde eder:

“Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi
olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalbdir.” (Buhârî)

Bedenimizdeki her bir parçanın ayrı ayrı görevi ve özelliği vardır. Her biri kendine mahsus muayyen bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise hangi işi için yaratılmışsa onu yapamamasıdır. Ya işi hiç yapamaz veya zorlukla yapabilir. Mesela elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememek gibi şeylerdir. Bunun gibi kalbin hastalığı da hangi iş için yaratılmışsa onu yapamaması, ondan uzak kalmasıdır. Kalb ilim, hikmet,
marifetullah, Allah sevgisi, Allah’a kulluk, Allah’ı zikirden zevk almak, Allah
Teâlâ’yı bütün arzuları üzerine tercih etmek ve bütün şehevi arzularına karşı
Allah’dan yardım dilemek için yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat,56)

Her azanın bir faydası vardır.

Kalbin faydası hikmet ve marifet sayesinde insanı hayvandan ayırt etmektir.

Çünkü insan yemek içmek ve şehevi arzularını yerine getirmek gibi vasıfları ile hayvanatla birleşir. Hayvandan ayrılması, eşyayı olduğu gibi bilmesi, yaratanın kudretini, azametini, kulluk görevini ve sorumluluğunu idrak etmesi ile mümkündür. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade buyuruyor: “Heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi vekil olacaksın Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun?

Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (Furkan, 43-44)

Eşyayı eşya yapan ve onu var ede Allah Tealadır. İnsan her şeyi bilse de Allah’ı bilmese bir şey bilmemiş sayılır. Allah’ı bilmenin alameti O’nu sevmektir. Allah’ı bilen O’nu sever.
Sevginin alameti hiçbir sevgiliyi ona tercih etmemektir. Seven sevdiğinin emir
ve nehiylerini yerine getirir. Seven sevdiğinin sözünden ayrılmaz.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
17
Zeki - Nureddin Soyak / O’nun Rızası İçin
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:51:01 ÖÖ »


O’nun Rızası İçin

Rabbimiz buyurdu ki;

“O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır.” (Bakara, 22)

Rabbimiz yeri ve göğü içindekilerle beraber insana vakfetmiştir.  İnsana da bu bahşettiklerinden sürekli infak etmesin istemiştir. Peygamberler başta olmak üzere, gönül insanı vakıf adamlar, varını yoğunu Allah yolunda vakfetmişlerdir. Hz. Ebubekir varlığının tamamını, Hz. Ömer yarısını, Hz Osman da kıtlık zamanın da gıda yüklü kervanın tamamını bağışlamıştı, fi sebilillah. Ve ismini sayamayacağımız niceleri. Çünkü onlar akıllarını kullanmış, bakiyi faniye tercih etmişlerdir.

Rabbimiz buyurdu ki;

“O Allah, sizin için yeryüzünü bir döşek, bir beşik, durulacak bir yer, bir sergi yaptı ve size boyun eğer kıldı. Sizin için göklerde ve yerde olan her şeyi, güneşi ayı, geceyi gündüzü, denizleri, gemileri, nehirleri, hayvanları sizin emrinize verdi.”

İnanan inanmayan tüm insanlara ve tüm diğer canlılara karşılıksız veren, sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah Rahmandır, Vehhâb (Her türlü nimeti karşılıksız bol bol veren), Razzâk (Yaradılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden), Latîf (İnce ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar lutfeden), Mukît (Her yaratılmışın azığını veren), Kerîm (Keremi bol olan), Vedûd (Sevgi kaynağı olan, iyileri hep seven ve sevdiren), Kayyûm (Her şeyi ayakta tutan, ayakda durabilmesi için ihtiyacı olan her şeyi bahşeden) Velî (İyilere hep dost olan), Vekîl (İşleri en güzel ve mükemmel bir biçimde planlayıp icra eden), Berr (iyilik ve ihsanı bol olan), Ğanî (Çok zengin ve her şeyden müstağni olan), Nâfi' (Hep hayır ve faydalı şeyleri yaratan) dır.

"Ben, bu irşad görevime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir" diyen peygamberler de gönül insanı vakıf adamlarıdır. Gönül insanı vakıf adamı, sahip olduğu şeyleri insanlığın hizmetine sunan kişidir. Allah ve peygamberinin ahlakıyla ahlaklanmaya çalışan insan gönül insanı vakıf adamıdır.

Gönül insanı olmadan, vakıf insan olunamaz. Gönül insanları en zengin insanlardır.

Sürekli verirler ama ne sevgileri ne de verecekleri biter. Gönül insanı, Rabbinin rızasından başka hiçbir şeye talip değildir. O’nun rızasına ulaşmak için veremeyecekleri hiçbir şey yoktur. Vakıf adamı hizmet gönüllüsüdür, hizmetleri gönülden yapar, fakat kendini hizmetlere zorunlu hisseder. İşi sadece gönlüne bırakmaz.

İslam medeniyeti, kendini insanlığın hizmetine adamış, vakıf insanlar yetiştirmiş ve yetiştirmeye de devam etmektedir. Bu insanlar bulundukları yerin yardım ve infak. Sevgi ve muhabbet merkezi olmuşlardır.

Gönül insanı vakıf adamın dünyası, sevgi, muhabbet, şefkat, merhamet, diğergamlıkla doludur.  Yaradılanı yaradandan dolayı seven bir gönüle sahiptir.

Gönül insanı vakıf adamlar, nereye bakarsa hizmet nazarıyla bakarlar. İnsana baksa insana, hayvana baksa hayvana, tabiata baksa tabiata nasıl hizmet edeceğinin hesabını yapar. Bu anlayıştan dolayıdır ki, Osmanlı da insana hizmetten, hayvana ve tabiata hizmete varıncaya kadar binlerce vakıflar kurulmuştur.

Fransız Comte de Bonneval, Osmanlı topraklarında gördüklerini şu şekilde dile getirmekten kendini alamamıştır: "Osmanlı Ülkesinde verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler görmek mümkündür." Gönül insanı vakıf adamlara hizmet delisi diyebilirsiniz. Onlar hizmetle yatar hizmetle kalkarlar. Onlar için zaman ve mekân önemli değildir. Allah için nerede bir hizmet var oraya koşarlar.

Gönül insanı vakıf adamlar;  öğretirken öğrenir, yedirirken doyar, içirirken kanar, giydirirken ısınır, tedavi ederken şifa bulur, yetim başı okşarken huzur bulur. Onlarda bıkkınlık ve yorgunluktan eser bulamazsın. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle hizmetten hizmete koşarlar. Onların bu halini gören vasat insanlar, bu duruma bir türlü anlam veremez de, kimi lehde kimi aleyhte ileri geri konuşurlar. Kimileri de neredeyse insanüstü varlıklar olduğuna bile inanmaya başlarlar.

Rahmetli babam Zeki Soyak hocaefendi anlatmıştı: Soğuk bir kış günü sabah namazına giderken soğukta titreyen bir merkep görür. Eve döner bir kilim alarak üzerine örter.

Bunun üzerin hayvan şefkatle babama bakar. Rahmetli babam “O soğuk günde tüm vücudumun bir anda ısındığını hissettim.” demişti.

“Ya Rasululah hayvanlara yaptığımız iyiliklerden dolayı bize sevap var mı?” diye soran ashabına “Her canlı için yaptığınız iyilikten dolayı size sevap vardır” buyurmuştur, nitekim bir köpeğe iyiliğinden dolayı bir adamın cennete, aç bırakarak bir kedinin ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini haber vermiştir.

Rabbimiz buyurdu ki;

“Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiya, 16)

Müslümanlar dedikoduları, ne dünyaya ne de ahirete faydası olmayan, boş şeylerle uğraşmayı bırakıp, dünya ve ahiret saadetine ulaştıracak işlerle uğraşmalıdır. Bunları da sırf Allah rızası için yapmaya gayret etmelidir. Dünyevi çıkar ve menfaatlerin, dünyevi kaygı ve endişelerin fırtınalarında oradan oraya savrulan insanlardan, ne gönül insanı ne de, vakıf adamı olur. Onlar basit birkaç hizmetle hem kendilerini ve hem de çevrelerini avutmaya çalışırlar.

Muhteşem bir vakıf medeniyeti kurmuş bir Rasulün ümmeti, muhteşem bir vakıf medeniyeti kurmuş bir neslin torunları olarak bizlere yakışan, insanlığa hizmettir. “Halka hizmet, hakka hizmettir” anlayışıyla, imandan mahrum olanlara iman, ibadetten mahrum olanlara ibadet, ahlaktan mahrum olanlara ahlak, insanlıktan mahrum olanlara insanlık, hürriyetten mahrum olanlara hürriyet, temel ihtiyaçlardan mahrum olanlara da temel ihtiyaç ulaştıracak müesseseleri kurup en güzel şekilde, hizmet etmekle mükellefiz.

Rabbimiz yoluna, dinine uygun şekilde, ihlâs ve samimiyetle nefislerini bulaştırmadan hizmet edenlerin yar ve yardımcısı olsun. Gönül insanı vakıf adamı nasıl olmalı?

"Şefkat ü merhamette güneş gibi ol!
Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol!
Sehavet ü cömertlikte akarsu gibi ol!
Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol!
Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol!
Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!"

Mevlana.

Nureddin Soyak

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
18
Eğitimle İlgili Makaleler / Akıl Eğitimi
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:44:10 ÖÖ »


Akıl Eğitimi

“Ne öğretelim?”, “neyin eğitimini verelim?” ya da “neyi eğitelim?” türünde sorulara verilecek cevaplardan biri, “akletmeyi öğretelim”, “akletme eğitimi verelim” ya da “aklı eğitelim” şeklinde olabilir/olmalıdır. Buna göre eğitim çalışmalarının “içerik” ögesinin temel boyutlarından birinin “akıl eğitimi” olduğu söylenebilir.

Bu aşamada sorulması gereken sorulardan biri, akıl eğitiminin neyi ifade ettiği, neyi kapsadığı ve gerçekten de önemli bir içerik boyutu olup olmadığıdır. Bu sorulara cevap verilebilmesi için öncelikle aklın ne olduğu ile ilgili bir çerçevenin çizilmesi gereklidir.

Sözlükler incelendiğinde akıl kelimesinin;

“(1) düşünme ve anlama gücü,

(2) hafıza, bellek,

(3) düşünce, kanı,

(4) us” gibi kelimelerle eşleştirildiği dikkati çekmektedir. Bu kelimelerin ise bir kısmı aklın bir bilgi depolama aracı olmasını (hafıza, bellek); diğerleri ise yüklendiği işlevini (düşünme ve anlama gücü) öne alan betimleme çabası ile ilişkili olduğu söylenebilir. Daha dar ve özel anlamı ile akıl; anlama, kavrama ve hükme varma kapasitesini ifade etmektedir.

Hepsinin ötesinde akıl; düşünsel eylemlerin gerçekleştiği ve böylelikle bilgi, tutum ve davranışların şekillenmesinde, gelişmesinde, değişmesinde belirleyici olan bir gücü ifade etmektedir. Bu güç nedeniyledir ki akıl sahibi olan insanoğlu, bitki ve hayvan gibi diğer canlı varlıklardan farklılaşmakta; onlara bir üstünlük kurma ve onları kendi hâkimiyetlerine alma imkânına sahip olabilmektedir. Bu gücün doğru temellendirilmesi doğru kullanılmasını; buna karşılık yanlış temellendirilmesi de yanlış kullanılmasını ve hiç arzulanmayan durumlarla karşı karşıya kalınması anlamına gelmektedir. Buna göre akıl eğitimine, aklın doğru temellendirilmesi süreci olarak bakmak ve önemini buradan hareket ederek anlamlandırmak gerektiği söylenebilir.

Aklın; bilme, hatırlama, kavrama, anlama, soyutlama, derinlik oluşturma, teşhis etme, düşünme, ilişki kurma, çıkarımda bulunma, analiz etme, sentezlemelerde bulunma, yargılar oluşturma; böylelikle de diğer akıl, ruh, duygu ve beden faaliyetlerine yön tayin etme gibi işlevlerini bir düşünün. Bu işlevlerin yanlış bilgi temeline dayandığı ve tüm işlevlerin bu yanlış temel üzerine inşa edildiğini bir hayal edin. Ne kadar korkunç ve dönülmesi zor sonuçlara yol açabilir değil mi?

Bu soruya verilecek cevap, akıl eğitiminin doğru temellere dayandırılmasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle akıl eğitiminin, eğitim çalışmalarında kesinlikle üzerinde önemle durulması gereken bir içerik olarak ele alınması gerekmektedir. Şeyleri doğru bilmek, hatırlamak, anlamak ve kavramak; bu anlama ve kavramalardan yola çıkarak doğru tespit ve tahliller yapıp doğru çıkarımlarda bulunmak, doğru yollar belirleyip doğru yargılara ulaşmak yoluyla doğru uygulamalarda bulunmak, tamamıyla aklın doğru eğitilmesi ile mümkündür.

Burada önemli sorun, aklın nasıl doğru eğitileceğidir. “Nereden nasıl yola çıkmalı ve akıl eğitimi süreci nasıl biçimlendirilmelidir?” sorunu, tartışılmaya değerdir. Bu sorulara doğru ve gerçekçi cevaplar bulabilmek, aklın fıtratından, oluşum ve gelişim süreçlerinden hareket etmeyi gerektirir. Başka bir ifade ile akıl, nasıl oluşmakta, nasıl işlenmekte ve gelişmekte, hangi işlevleri ne zaman ve ne şekilde yerine getirmektedir?

Bilindiği üzere akıl, doğumla birlikte ve kapasite (potansiyel) şeklinde ve hazır olarak gelmektedir. İnsanoğlunun dünyaya aklı dolu olarak geldiğini, yaşam sürecinde bu bilgileri hatırlamaya başladığını savunan bazı ekoller olsa da daha çok kabul gören yaklaşım, aklın üzerine işleme yapılması gereken boş bir levha olarak gelindiği yönündedir. Buna göre akıl, yaşam sürecinde gözlem ve deneyimlerle birlikte akıl doldurulmakta; kendinden beklenen işlevleri etkin ve yetkin yerine getirebilir ya da getiremez hale gelmektedir. Bu çerçevede ana rahmine düştüğü ve yeterli olgunluğa geldiği dönemden itibaren ve doğrum sonrası özellikle ilk yıllarda, akıl zemin oluşumu süreci geçirmektedir.

Buna göre akıl eğitimi ile ilgili olarak şu tespitler yapılmalıdır:

1. Aklın temeli ilk yıllarda atılır. Doğum öncesi belirli bir evrede başlayıp özellikle doğrum sonrası ilk yıllardaki gözlemleri, deneyimleri; duyu organları ile algıladığı varlık, eşya, duygu ve düşüncelere ilişkin bilgiler, sözler, davranışlar, tepkiler gibi uyaranlar, çocuğun aklının temelini atar. Aklın temel şablonu ve çerçevesi bu dönemde oluşur. Adeta bir kamera gibi bu uyaranları hafızasına kaydeder. Bu kayıtlar bir döne sonraki tepkilerinin şekil, biçim ve düzenliliğinin temelini oluşturur. Bu dönemde çevresindeki insanların tutum ve davranışları ile söylemlerinden aldığı mesajlar, zihin âleminin akıl deposuna biriktirilerek ilerleyen dönemlerdeki düşünme ve diğer davranışlarına temel olacak yapı taşlarını oluşturur. Kavramlar, semboller, somut ve soyut varlıklara ilişkin algılar ve duygu gösterim biçimleri vb. bunlara örnektir. Belirli bir dönem çocuğun konuşmaksızın yalnızca izlemesi, dokunması vb. bu bekleyişin; düşünce dünyasının söze ve eyleme dönüşmesinin hazırlık evresidir. Bu nedenle bu dönemdeki çocukların, çevrelerinde doğru şeyleri duyması, izlemesi, aklına doğru temeller atılması açısından oldukça önemlidir. Anne ve babalar başta olmak üzere kardeşler ve diğer yetişkinler bu aşamada çocuklara doğru mesajları izlemesi ve dinlemesi konusunda dikkatli davranmalıdırlar.

2. Akıl bilgi depolama yeridir. Aklın önemli bir boyutu, hafıza olmasıdır. Bir depo alanıdır ve bilgi deposu olarak işlev görür. Duyu organı ile algılanan ve anlamlı hale dönüşebilen her bilgi birimi, burada depolanır. İlerleyen dönemde hatırlanmak yoluyla farklı bilgilerin anlamlandırılmasında, kavranılmasına ve öğrenilmesinde zemin olarak işlev görür. Başka bir ifade ile gelecekte biçimlenecek ve daha işlevsel hale gelecek zihin yapısının zeminini oluşturur. Bu nedenle ilerleyen dönemlerdeki düşünmelerin sağlıklı olması, beynin ve aklın işlevlerini yerine getirmesi açısından bu hafız boyutunun temiz, doğru, gerçek bilgilerle donatılması önem arz etmektedir. İlk dönemlerde duyulan ya da gözlenen/hissedilen şeyler, ilerleyen dönemlerde de okunulan kitaplar vb. doğru bilgilerle donanık olması; çocukların doğru bilgileri barındıran bilgi kaynakları ile yüzleşmeleri önemli bir gerekliliktir. Zaman zaman anne ve babaların ya da diğer kişilerin onları çocuk olarak değerlendirip yanlış, yalan ya da abartılı söz ve davranışlarda bulunmaları, içinde yanlış bilgilerin bulunduğu kitaplar okumaları vb.,çocuğun zihin dünyasının yanlış temellenmesi açısından önemli zararlara yol açabilecektir. Çocuk henüz o dönemlerde muhakeme yeteneğini henüz etkin kullanamayacağı için olduğu şekliyle kayıt altına alma durumundadır.

Diğer taraftan aklın hafıza olma işlevinin eğitilmesi de önemlidir. Çocuğun dikkatini odaklayabilmesi; varlık, söz ya da davranışları olabildiğince farklı yönleriyle görebilmeleri ile ilgili ilk deneyimler de bu ilk dönemlerde temellenmektedir. Bu çerçevede çocuğa dikkat etme, dikkatini toplama, doğru algılama, algıladıklarını hatırlama türünde davranışları etkin gösterebilmeleri için yetişkinlerin yardımcı olması gerekmektedir.

Zaman zaman dikkat yoklayıcı sorular sorulması, konuşturulması, hatırlama egzersizlerinin yaptırılması gerekmektedir. Henüz anlama ve muhakeme etme sorunu yaşasa da çocuklara ezberleme ve hatırlama yönünü güçlendirecek egzersizler yaptırılmalı; böylelikle dikkat etme, odaklanma, hafızaya alma ve bilgi depolama yeteneği güçlendirilmeye çalışılmalıdır.

3. Akıl, düşünme ve zihinsel üretimlerde bulunmaya ilk hareketi veren unsurdur. Aklın bilgi öğrenmenin ötesindeki önemli bir işlevi, düşünme ve bilgi üretme merkezi olmasıdır. Akıl etme olarak ifade edilen deyim, aklın bu işlevi ile ilişkilidir. Var olan bilgileri muhafaza etmenin ötesinde bunu işlemek yoluyla yararlanılabilir formata dönüştürmek, var olanlardan yola çıkarak ilişki kurmak, çıkarımda bulunmak vb. yollarla var olmayan yeni bilgiler üretmek, aklın depolamaya göre daha önemli bir işlevini oluşturmaktadır. Aklın, bilgisayardan olan farkı da burada ortaya çıkmaktadır. Bilgisayarı üreten akıl, henüz ona düşünme ve düşünce üretme işlevini yükleyememiştir. O halde aklın bu düşünme ve düşünce üretme merkezi olması, insana ve onun aklına ayrı bir önem ve değer kattığı söylenebilir. Analitik düşünme, eleştirel düşünme, yansıtıcı düşünme gibi daha birçok düşünme türü bulunmakta ve özellikle son dönemlerde bu konuda önemli çalışmalar yapılmaktadır. Düşünme eğitimi konusu ilerleyen aylarda ayrı bir konu olarak ele alınacağından daha çok ayrıntıya girilmemiştir.

Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere selam ve dua ile…

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
19
Yaşar Değirmenci / Modern Hayatın Kölesi Olmaktan Kurtulalım
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 08:03:13 ÖÖ »


Modern Hayatın Kölesi Olmaktan Kurtulalım

Manevi-fikri yapısı güçlü bir insanı, sistematik hale getirilmiş toplum bünyesini bozan olumsuzluklar bozamaz. Şayet bir iyileşme meydana getirmek arzu ediliyorsa, işe örnek insanların sayısını artırmakla başlamaya mecbursunuz. Örnek insan bulamayınca insanlar ümitsizliğe düşer. Burada, ruhun-ruhi hasletlerin üstünlüğü hatırlanmalıdır.

Örnek insan hasretini halletmeden toplum huzur bulmaz. Modern hayatın kölesi olmaktan kurtulmak da örnek insanlar yetiştirmemize bağlıdır.

“Kendin için istediğini başkası için de iste, kendin için istemediğini başkası için de isteme” şeklindeki ahlaki esas yaşanmaya başlasa, sadece bu haslet kazanılsa, hayata yansısa sistematik tersliklerin hepsi aşılır. Ama şüphesiz ki herhangi bir hasletin topluma yayılması, kazanılması, elverişsiz ortamda mümkün olmaz. Ne var ki, aradaki münasebetin böyle olacağını bilmek ve görmek, manevi-fikri yapısı güçlü insanlarla neler yapılabileceğini anlamaya ve anlatmaya yarar.

İnanan insan, inanarak düşünen insan, dinini hayat tarzı olarak görüp yaşamaya çalışan insan, başka amaçlar için konulmuş vasıtaları ve malzemeleri, kendi amacı için kullanmayı başarır. Nerede olursa olsun o imkân ve şartları ‘hizmet yolu’nda kullanır. Yeter ki, nefsi düşünerek, kendine göre hesaplar yaparak mesuliyet ve mükellefiyetlerini unutup gaflete düşerek, kendini akıntıya bırakma rehavetine kapılmasın. Elbette ki, bu iş için aradığımız insan, ‘öncü’ insandır. İçinin sesini her zaman duyabilen dinleyebilen insandır. Bir nevi; ‘kahramanlık’ nasibine erişmiş insandır.

Dünyevîleşme, insanı çürütür. Tatlı-tatlı çürütür, neşelendire-neşelendire çürütür. Mesele, üretim tekniği meselesi değildir. Dünyevîleşme, bir hayat tarzını da beraberinde getirir. Size nasıl yaşayacağınızı, nasıl harcayacağınızı da telkin eder. İhtiyaçlarınızı siz değil; onlar belirler. Sizin de onlar nezdindeki durumunuz ‘tüketici’ olmaktan başka bir şey değildir.

Hayat nizamı olan İslâm’ı hayatın dışına çekip düşüncede, vicdanda bırakan yapı inandığı gibi yaşayan değil, yaşadığı gibi inanan bir toplum oluşturur.

Mukaddesi/kutsalı/değeri olmayan toplumlar yapay/sahte kutsallara tapar hale gelirler/getirilirler.

Alıştırıla alıştırıla getirilen insanımız, hassasiyetlerini kaybeden emre âmâde bir yaratık halini alır.

Zaafımız derindir, esasen imtihanımızın mal ile (maddi cazibeyle) olacağı da malumdur. O zaman da bizi şaşırtan maddenin cazibesi, bugün fevkalade mücehhez hale gelmiştir. Bugün, çarkların içindeyiz. Çıkamadığımız, kıramadığımız çarkların şu maddeyi yenmek o kadar zor değil aslında. Hem sahip olmayı bileceksin hem kullanmayı. Bugün Müslümanlar maddeyi yenecek güçtedir. Fakat o işi başarabilmenin ruhi, fikri kıvamından mahrumdurlar. Sistem meselesi ayrıdır, önce bu meseleyi halletmeliyiz. Bu mesele halledilmezse, fikri gayretler havada kalır, hayata intikal etmez. Ortaya bir yalnızlar kalabalığı çıkar. Kapitalizm, içten içe çürütme seansına devam eder. Tıpkı uyuşturucu müptelaları gibi. 

Çağın bugünkü noktasındaki ikilem şudur: Ya siz maddeyi yeneceksiniz ya madde sizi! Maddeyi yenemezseniz, öylesine yenilirsiniz ki: ibadet sıhhatinden bile mahrum kalırsınız. Böyle bir imtihan karşısındayız işte. Bunu kavrayamazsak, hiçbir fikri meselenin üstesinden gelemeyiz. Fert olarak ne kadar küçük olursak olalım, kendimize bir ‘öncülük’ ve ‘manevi kahramanlık’ nasibi biçmeye sonra da ona ehliyetli ve liyakatli olma gayreti içinde olmamız şarttır.

Bunun için bir günümüzü diğerinden farklı kılacak bir hayat tarzını benimsemeye mecburuz. Öyle ‘okumaya vaktim yok, düşünmeye vaktim yok, aramaya vaktim yok’ deyip bir irade ortaya koyamazsak köleleşiriz. Modern hayatın kölesi! Bu kölelik de bizi varlığımızla yokluğumuz arasında farkı olmayan kölelik.

Ekonomiyi her şeyin üstüne çıkaran bir materyalizm tutkusu, bütün sosyal hayatımızı yüksek voltajlı bir elektrik cereyanı gibi bitirdi. Dünyada öyle bir gelişmenin var olduğu ve bize de sirâyet ettiği söylenebilir; ama bu tatminkâr bir izah tarzı değildir.

Bizdeki bambaşka bir hal. Toplumun en iyi gizlenmiş ve korunmuş dokularını dahi manevi-kültürel değer ölçülerinin belirleyici önderliğinden mahrum bırakan bir sosyal sarsıntı, benzeri görünmeyen bir hadisedir.

Medeniyet tarihindeki örnekler, ferdin iç dünyasını bu derece etkileyen ve mukavemet zenginliklerini böylesine uyuşturan bir anafora şahit olmamıştır. İdeal heyecanının yaprakları bile kıpırdatmaya yetmeyecek derecede zayıfladığı bir ‘sosyal kesit’ tarihin hangi zaman ve mekân dosyasında vardır? Hangi asırda ve nerede göründü böyle bir kavrukluk? (Her şeye rağmen, inanan-okuyan-düşünen bir nesil yetişmiş olması; ümidimizi temsil eden apayrı bir tahlil konusudur.) Bir noktayı atlamayalım. Çok önemlidir. ‘Yaşamak ve hayata geçirmek’ işi nasıl olacak? ‘İnanç ve düşünce’ münasebeti bahsinde gerekenleri başardığımız kanaatinde miyiz? ‘İnanca dayanan düşünce’ bahsinde meydan boş kalmıştır.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin ‘Âlimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine sürülen siyah bir leke gibidir. Din ilmini dünyalık için kullananlar büyük hüsrandadır.’ İkazı, ‘dünyevileşme hastalığı’na dikkat etmemizi gerektirir.

Neticeleri görüyoruz. Eser, bu! Yaşadığımız hayat, düşüncelerimizin neticesidir ve eseridir. ‘Efendim, yardımsever olalım, bencilliği bırakalım, maddeye çok önem vermeyelim’ nasihatleri, mevcut hayat tarzı ve ‘onu doğuran, onu zorlayan’ sebepler değişmedikçe, havada kalır. Sosyal-iktisadi-siyasi ve fikri tercihler manzumesi sabit kalındıkça, konfor ve refah rağbet gördükçe, Batıcılık yoluyla her şeyi paraya bağlayan garabet modelleri üretilip uygulanırken sessiz kaldıkça; bu toplumun hayatına iyilikleri, güzellikleri hayat tarzımıza koyamazsınız. Ne olursa olsun, her hâlükârda maddeyi yenecek ruh, şahsiyet ve irade sağlamlığına kavuşmak durumundayız. Reçete budur çare budur.

Hayatın bütün safhalarında bir Müslüman gibi davranmak esastır. Unutmayın! Dünyanın en ahmak insanları, başkalarının dünyası için kendi ahiretlerini yakanlardır.

Yaşar Değirmenci.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
20
Süleyman Gülek / Kul Hakkına Riayet Etmek
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:54:32 ÖÖ »


Kul Hakkına Riayet Etmek

Hayatımızın tamamını kuşatan sorumlulukların başında kul hakkı gelir. Kul hakkı kimsenin haksız yere malını almak, bir kimseyi maddi açıdan zarara uğratmak anlaşılır. Kul hakkı; insanların malı, mülkü gibi maddi varlıkları yanında kişilikleri, toplumdaki itibar ve saygınlıkları açısından da dikkate alınması gereken bir hak türüdür.

Bu yönüyle bakıldığında hırsızlık, rüşvet, hile, gasp gibi maddi açıdan insanları zarara uğratan kötü davranışlarla kul hakkı ihlal edilebildiği gibi insanları rencide etmek, alay etmek, zor duruma düşürmek, üzmek ve yalan, iftira, dedikodu, gıybet gibi insanları manevi yönden zarara uğratan olumsuzluklar da kul hakkına girer.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bazınızı bazınızla imtihan edeceğiz!” (En’âm, 6/53) Evet, Yüce Allah bizi pek çok şeylerle imtihan etmektedir. İşte bu imtihanlardan biri de bazımızın bazımızla imtihan edilmesidir. Kişinin eşiyle, çocuklarıyla akrabalarıyla ve komşularıyla, tanıdıklarıyla imtihan olmaktadır. Bu imtihan içerisinde kul hakkı da vardır. Kul hakkı, ancak hak sahibi kulun bağışlaması ile ortadan kalkabilir. Bu açıdan insanlar birbirlerine zarar vermemeli, haklarına riayet etmelidir.

Demek oluyor ki, insanlar birbirleriyle de imtihan oluyor; dolayısıyla çok dikkat etmeli, gereken hassasiyet gösterilmelidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde bizleri şöyle uyarıyor: “Kimse hakkı olmayan bir karış toprağı bile almasın! Eğer alırsa, kıyamet gününde Allah yedi kat yeri onun boynuna dolar.” (Müslim, Müsâkât, 141) O halde hiçbir ayrıcalığın olmadığı, haklı ve haksızın mutlaka ortaya çıkarılacağı, herkese hakkının tam olarak ödeneceği mahşer gününde mahcup olmamak için kul hakkını ihlal etmekten şiddetle sakınalım.

Herhangi bir hak ihlalinde bulunmuşsak hak sahipleriyle mutlaka helalleşelim. Unutmayalım ki, kul ve kamu haklarını ihlal edenleri, hak sahipleri bağışlamadıkça Allah Teâlâ da bağışlamayacaktır. “Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz.

Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı tastamam verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.” (Bakara, 2/281)

Yüce dinimiz İslam, kul haklarına saygı gösterilmesini ister. Kul haklarını çiğnemenin büyük bir günah olduğunu haber verir. Dinimize göre, kul hakkını çiğneyen kimse hak sahibi hakkını helal etmediği sürece affedilmez. (Buhari, Mezalim, 10) Peygamberimiz (s.a.v) kul hakkı üzerinde önemle durarak, “Birisinin hakkını alan kimse, ölmeden önce onunla helalleşsin! Paranın, malın geçmeyeceği kıyamet gününe üzerinde kul hakkı bulunarak gitmesin!”. (Buhârî, Mezalim, 10; Rikak, 48) buyurarak bu konuda bizleri uyarmıştır. Müslüman, kul haklarının kendisi için büyük bir sorumluluk olduğu bilinciyle davranmalıdır.

Resulullah (s.a.v), sahabelerle birlikte sohbet ederken onlara, “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Ashâb: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Bu kişi ahirette namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerini yerine getirmiş olarak Allah’ın huzuruna gelir. Bununla beraber öyle günahlarla gelir ki kimilerine sövüp saymış, kiminin kanını akıtmış, kiminin malını yemiş, kimine iftira etmiştir. Bu durum karşısında onun ibadetlerinden elde ettiği sevaplardan alınıp hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri bu hakları ödemeye yetmezse hak sahiplerinin günahlarından alınıp hak yiyenin günahlarına eklenir.

Böylece sevapları elinden gitmiş, günahları ise daha da artmış, dolayısıyla müflis durumuna düşmüş olan bu kişi cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59)

Kul hakkı ihlali gündelik hayatta bazı tutum ve davranışlarda da karşımıza çıkar. Örneğin trafikte kırmızı ışıkta geçmek, aracını yanlış yere park etmek, sıraya girilmesi gerekirken diğer insanların önüne geçmek gibi davranışlar hak ihlalidir ve kul hakkına girmektir. Kul hakkının toplumun bütün kesimlerini ilgilendirdiği alan ise kamu hakkıdır. Kamu hakkı, sadece hayatta olanların değil, henüz dünyaya gelmemiş çocuklarımızın, tüyü bitmemiş yetimlerin, muhtaç, garip ve kimsesizlerin de hakkıdır. Kamu hakkını ihlal etmek, çok büyük bir vebaldir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Kim devlet malına hıyanet ederse, kıyamet günü, hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir.” (Âl-i İmrân, 3/161)

Müslüman, her alanda kamu hakkına riayet eder. Rüşvet, hırsızlık, stokçuluk ve karaborsacılıktan uzak durur. Müslüman, kamu hizmetini sorumluluğu ağır bir emanet olarak görür. O, işine özen gösterir, devlet malını gözü gibi korur, asla israf etmez ve devlet malını gasp etmez. Hizmet sunduğu insanlara karşı adaletli, anlayışlı ve sabırlı davranır. Kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına asla yapmaz.

Kul hakları konusundaki tutum ve davranışlarımızın toplumsal sonuçları da vardır. Bir toplumda kul haklarına özen gösterilmediğinde insanlar kendilerini değersiz hissederler. Birbirlerine güvenemezler. Her zaman endişe içinde olurlar. Can ve mal güvenlikleri olmadığı için de mutsuz ve huzursuz olurlar. Sevgi, saygı ve güvenin ortadan kalktığı yerlerde toplumsal birlik ve bütünlük sağlanamaz. Bu da toplum yapısını zayıflatarak tehlikelere açık hâle getirir.

Her insan, kul haklarına riayet etme konusunda özen göstermelidir. Bilerek veya bilmeyerek başkalarının hakkına giren kimse, o hakkı ödemek ve helalleşmek suretiyle üzerindeki kul hakkından kurtulmalıdır.

Unutulmamalıdır ki dünyadaki birçok kötülük, kavga ve cinayetler; insanlar arasındaki huzursuzluklar, kul haklarına saygı göstermemekten kaynaklanmaktadır.

Bu sebeple dünya ve ahiret saadeti için, bizler de bulunduğumuz yerlerde kul haklarına özen göstererek üzerimize düşen sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz.

Süleyman Gülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10