Son İletiler

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10
21
HZ MUHAMMED S.A.V / Peygamberimizin S.A.V Yetimleri
« Son İleti Gönderen: anadolu Eylül 18, 2024, 10:46:46 ÖS »


Peygamberimizin  S.A.V Yetimleri

Allah-u Zülcelal bizleri bu dünyaya imtihan etmek için getirdiğini haber veriyor. Bizler genellikle imtihan denildiği zaman musibetleri düşünüyoruz. Çoğu zaman da bizden beklenen davranışın, başımıza gelen musibetler karşısında pasif bir şekilde sabretmek olduğunu zannediyoruz.

Halbuki bizim imtihan olmamız için mutlaka bizzat bizim başımıza bir derdin gelmesi gerekmiyor, biz mümin kardeşimizin başına gelen bir musibetle de imtihan oluyoruz. Çünkü Müslümanlar tek bir bedenin uzuvları gibi birbirleriyle ilgili olmak ve birbirinin acısını duymak, birbirinin yardımına koşmakla mükelleftir.

Bu durumda toplumdaki yerinden yurdundan edilmiş savaş mağduru muhacirler ve bilhassa dul ve yetimler bizim için bir imtihan konusudur; bakalım onlara karşı vazifelerimizi yerine getirecek miyiz?

Evet bizler bu dünya ahiretin tarlasıdır diye inanıyorsak, her vesileyi de ahiret yatırımı olarak görmemiz gerekiyor. Bu durumda komşumuz Suriye’den kaçıp memleketimize sığınmış din kardeşlerimizi, bilhassa yoksul, dul ve yetimleri mutlaka sahiplenmekten kendimizi sorumlu hissetmemiz gerekiyor.

Hiç kuşkusuz bu felaket onlar için olduğu gibi bizim için de bir imtihandır. Aynı durumda biz de olabilirdik. Biz onlara sığınsaydık onların bize nasıl davranmasını istiyorsak öyle davranmamız lazımdır.

Yetim Hakkı

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dünyaya bir yetim olarak gözlerini açmıştı. Bu sebeple yetimliğin nasıl olduğunu da gayet iyi bilirdi. Henüz kendisine peygamberlik verilmende önce dahi yetimlere karşı şefkatle davranır, haklarını muhafaza ederdi.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Hz. Hatice ile evlendiğinde, Hz. Hatice’nin daha evvelki evliliğinden olma yetim oğlu Hind bin Ebî Hale’nin de üvey babası olmuş oluyordu. Bu yetim çocuğa karşı güzel muamelesi sayesinde Hind, Peygamber sallallahu aleyhi veselleme iman eden ve onunla beraber hicret edenler arasında bulunuyordu. Allah Resulüne âşık bir sahabe olan Hind bin Ebi Hale’nin, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın güzelliğini edebi bir surette tasvir edişi hadis kitaplarına girmiştir. (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Peygamberimize risalet verildikten sonra, henüz Mekke devrinde inen ayetlerde dahi yetimin muhâfazasına çok ehemmiyet verildiğini görüyoruz: “Yetime karşı kahretme!” (Duhâ, 9)

Cahiliyye devrinde toplumun güçlü kesimi, dul ve yetimlere karşı merhamet duymazdı. Kabile liderleri bir akrabaları öldüğü vakit mallarına el koyar, o malları işletip yönetirken elde ettiği kârı ise yetimlere vermez, kendi mallarına karıştırarak hak yerdi. Bunu yapanlardan biri de Ebu Cehil idi.

Onun mallarına el koyduğu yetim delikanlı, hakkın aramak için Kabe’nin çevresinde kendisine yardımcı olacak, sözü geçen bir hakem arıyordu. Bunu görenler kendilerine eğlence çıksın diye o yetime “Git derdini Muhammed’e anlat. O senin hakkını alır” dediler.

Yetim delikanlı onları niyetinden habersiz gidip Peygamberimize durumunu anlattı.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem delikanlıyı dinleyince doğru Ebu Cehil’in kapısına gitti ve yetimin hakkını istedi. Bunu görenler “İşte şimdi aralarında büyük kavga çıkacak” diyerek seyretmeye koştular.

Fakat umdukları gibi olmadı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi kapısında gören Ebû Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malını teslim etti.

Ebu Cehil’in bu uysallığını gören müşrikler onunla dalga geçmek istediler. Ebû Cehil ise hala ürkekliğini üzerinden atamamış halde, şöyle dedi:

“Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı.”

Yetimlere İyilik

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Medine’ye hicret ettikten sonra İslam toplumunu şekillendirecek emir ve nehiyler daha fazla nazil olmaya başlamıştı. Allah-u Zülcelal indirdiği ayetlerle toplumdaki yoksulların, dul ve yetimlerin ıslahını emrediyordu.

Bir toplumda kendi geçimini sağlamaktan aciz olan kesimlerin sahiplenilmemesi halinde, onlar topluma karşı nefretle dolar ve ihtiyaçlarını kötü yollardan gidermeye kalkarlar. Mesela aç bir yetim çocuk kimse tarafından doyurulmazsa hırsızlık yapmaya mecbur kalır. Kadın ve kızların istismarına kapı aralanmış olur.

Bu sebeple Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın yetimlerin sahiplenilmesini teşvik eden bir çok hadis –i şerifi vardır. Bunlardan birinde Allah Resulü:

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917) buyuruyor.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, yetimi yanına alıp geçimini üstlenen kişilere, bunu yaparken onları hor görmemelerini, iyi muamele etmelerini de emretmiştir:

“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetime iyi davranılan evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü davranılan evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam akrabalarından veya yabancı bir yetimi sahiplenenlere büyük bir mükafat vaad etmiş:

“Kim mes’ûliyeti altındaki kız veya erkek yetim çocuğuna iyi davranırsa; o ve ben cennette (şöylece) beraber bulunacağız.” buyurarak iki parmağını yan yana getirmişlerdi. (Buhârî, Edeb, 24)

Peygamberimizin bizzat kendisi de çocuklu dul hatunlarla evlenip onların yetimlerini himaye altına alarak ashabına örnek olmuştur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ümmü Seleme ile evlendiğinde, onun dört yetim çocuğu vardı. Peygamberimiz onları evine aldı, geçimlerini sağladı ve terbiyeleriyle alakadar oldu. Ümmü Seleme’nin yetimlerinden Ömer ibni Ebu Seleme Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kendilerini nasıl yetiştirdiğini şöyle anlatmıştır:

"Ben, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in himayesinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken, elim yemek tabağının her yanına giderdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu: “Oğlum, besmele çek! Sağ elinle ye! Hep önünden ye!" (Buhârî, Et'ime, 2-3; Müslim, Eşribe, 108)

Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin himaye ettiği dul ve yetimlerden biri de müşriklerin lideri Ebu Süfyan’ın mümin kızı, Ümmü Habibe radıyallahu anha ve kızı Zeynep idi.

İmanı için Habeşistan’a hicret eden Ümmü Habibe, orada kocası tarafından boşanıp terk edilince kimsesiz kalmıştı. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam onunla evlendi ve yetim kızını himayesine aldı.

Bir keresinde yetim kız Zeyneb’i neşelendirmek için yüzüne su püskürttü. Yaşlandığı halde yüzü hiç kırışmayan Zeynep bunun Peygamberimizin bir mucizesi olduğunu bildirmişti. (İbn Haceri el-İsâbe, IV, 311)

Peygamber, sadece evlendiği dul hanımların değil, vefat eden sahabelerin yetim kızlarını da sahiplenmiştir. Ensardan Hz. Es'ad b. Zürâre radıyallahu anhunun hanımı kendisinden evvel vefat etmişti. Kendisi de ardında üç yetim kız bırakarak vefat edince,
Peygamberimiz bunları kendi hanımları Sevde ve Âişe’nin yanlarına yerleştirerek bakımlarını üstlenmiş, büyütmüş, ilgilenmiş ve evlendirmiştir.

İslam’a çok hizmet eden ve erkek evladı olmayan Esad bin Zürare’ye olan vefasının eseri olarak, kızlardan doğan ilk oğlan çocuğuna bu mübarek sahabenin adını vermiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 610)

Peygamberimizin teşviki sebebiyle Ashab-ı Kiram da dul kalan hanımlar ve yetim çocukları sahiplenir, güzelce terbiye eder ve evlendirirlerdi. Hz. Ebu Bekir, Cafer-i Tayyar’ın dul kalan hanımı Esma bint-i Ümeys’i himayesine almış, yetimlerinin geçimini yüklenmişti. Hatta sahabe yetimleri sahiplenmekte yarışırlardı.

Paylaşılamayan Yetim

Peygamberimizin feyzi ve terbiyesiyle yetişen ashab-ı kiram, büyük bir değişim geçiriyor, önceki kötü adetlerini terk edip yüksek bir ahlaka sahip oluyorlardı. Öyle ki yetimleri itip kakan, kızları diri diri gömen bir toplumken bir yetim kızı sahiplenmekte yarışan bir toplum haline geliyorlardı.

Hz. Hamza’nın şahadeti üzerine hanımı Hz. Selma binti Umeys dul, Umâme ise yetim kalmıştı. Hz. Selma evlenince Hz. Ali radıyallahu anhu Umâme’yi himâyesine almak istedi. Bunu duyan Zeyd ibni Hârise ile Cafer ibni Talib radıyallahu anhüm da yetimi himaye etmek istediler ve hatta aralarında paylaşamadılar. Sonunda meseleyi Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme götürmeye karar verdiler.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Zeydi, Hz. Hamza ile kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd bunu ileri sürerek "Kardeşimin kızını gözetmek bana düşer" diyordu. Hz. Cafer ise hanımı Esma’nın Selma’nın kız kardeşi olduğunu hatırlatarak: "Zevcem, Esmâ bint-i Umeys, Umâme'nin teyzesidir. Ben bu işe daha uygunum” diyordu.

Hz. Ali ise, amcasının yetim kızını Mekke’den alıp getiren kişiydi. " O benim amcamın kızıdır. Hem onu müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim. Ben, onu himaye etmeye sizden daha haklı ve lâyıkım," diyordu.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem hayırda yarışan bu sahabelerine ayrı ayrı iltifat etti:

"Ey Zeyd!.. Sen, Allah'ın ve Resulünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kardeşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin!"

Böylece gönüllerini aldıktan sonra kararını bildirdi:

“Ey Cafer!.. Ümâme'yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü, onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikahlanamaz."(Buhari, Nikâh, 27)

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam daha sonra Ümâme’yi, Ümmü Seleme’nin büyük oğlu Seleme’yle evlendirdi. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 8)

İyilerden Olmak İçin

İyi olmak ancak iyilik yapmakla mümkündür. Hiç kimse pasif bir şekilde oturduğu yerden “ben kimseye kötülük yapmıyorum, öyleyse ben iyiyim” diye düşünemez. İyiliğin bizde gerçek manada tezahür etmesi için pasif iyilikten aktif iyiliğe geçmemiz gerekiyor.
Yaptığımız iyilikler aslında öncelikle kendimiz içindir. Bizim sevap kazanmamız demek, manevi açıdan yükselmemiz, Allah'ın sevdiği ahlakî kıvama ermemiz demektir.

Sahabe-i kiram kalbine bakar, Allah azze ve celle bu kalbi beğeniyor mu? Diye endişe ederdi. Bir gün kalp katılığından şikâyet eden bir sahabeye Peygamber Efendimiz: “Kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakire yedir, yetimin başını okşa!” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel, II, 263, 387)

Kuran-ı Kerim’i okuduğumuz zaman görüyoruz ki bizler bu dünyaya iyi ameller yapıp, kendimizi Allah-u Zülcelal’e beğendirmek için gönderildik. Zamanımızda birçok Müslüman şahıslar ve gruplar da bu hususta gayret içindedirler.

Fakat dikkat çeken bir durum var, herkes kendini en doğru yolda görüyor ve bunun iddiasıyla ispatıyla fazlasıyla meşgul oluyor. Bazen ufak tefek fikir ayrılıkları münazaralara, hatta sert münakaşalara yol açıyor. Hâlbuki Allah-u Zülcelâl bizden bunu istemiyor.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Medine’ye hicret ettiğinde burada yerleşmiş Yahudiler bulunuyordu. Bunlar dualarında kıble olarak yüzlerini Mescid-i Aksaya dönüyorlardı. Müslümanlar ise namazlarını önce bir müddet Mescid-i Aksa’ya doğru yönelerek namaz kılarken daha sonra inen ayetlerle kıble değiştirilince Kabe’ye doğru dönerek kılmaya başladılar.

Bu hususu tartışma mevzuu haline getirmek isteyen Yahudiler “Daha önceki namazlarınız kabul oldu mu, olmadı mı?” gibi sorularla kafa karıştırmaya başlamışlardı.

Bu hususta inen ayet, kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara rehber olacak değerdedir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.’’ (Bakara 177)

Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki Allah-u Zülcelâl bizden tartışmaları bir yana bırakıp samimi bir gayretle aktif iyilik yapmamızı istiyor.

Evimize yetim alamıyorsak bir yetimin geçimini üstlenebiliriz. Yetimlere yardım toplayan vakıflarda aktif çalışabiliriz. Hiçbir şey yapacak gücümüz yoksa en azından dua edebiliriz. Allah hepimizi iyilik yapmaya muvaffak kılsın.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
22
Ehlibeyt / İslam’da Ehl-i Beyt Sevgisi
« Son İleti Gönderen: anadolu Eylül 18, 2024, 10:41:34 ÖS »


İslam’da Ehl-i Beyt Sevgisi

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Ehl-i Beyt, ev halkı demektir. Peygamberimizin ailesine mensup kişilere ve bilhassa onun soyundan gelenlere Ehl-i Beyt denilmiştir. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın oğulları küçük yaşta vefat etmiş, soyu kızı Hz. Fatıma ile onun oğullarından devam etmiştir.

Hz. Fatıma radıyallahu anha cennet hanımefendilerinden mübarek bir hanımdır. Allah Resulü “Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş, onu sevindiren beni sevindirmiş olur.” methine liyakat kazanmış kızını, faziletçe kendisine denk bir kişiyle, iman edenlerin ilklerinden olan amcaoğlu Hz. Ali radıyallahu anhu ile evlendirmiştir.

Evlendirdikten sonra da kızı ve damadının manevi durumuna çok dikkat etmiş, onlarla hususi bir şekilde ilgilenmiştir. Onlardan dünyaya gelen torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin radıyallahu anhümaya karşı sevgisi de birçok hadis-i şerifte zikredilmiştir.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam bu iki torunundan gelen zürriyeti zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bunlardan Hz. Hasan'dan gelen kola "şerif", Hz. Hüseyin'den gelen kola ise "seyyid" denilmiştir. Her ikisinin de neslinden birçok âlimler yetişmiştir. Devrinin âlimleri Hz. Hüseyin’in sağ kalan tek oğlu Ali’ye e ilim, irfan ve evliyalık yolunda ulaştığı derece sebebiyle Zeynelâbidin (İbadet edenlerin ziyneti) unvanını vermişlerdir. Onun oğlu İmam Muhammed Bakır rahmetullahi aleyh de ilim, irfan ve takvasıyla tanınmıştır ve devrinin hadis âlimleri ondan hadis rivayet etmekle övünmüşlerdir.

Bu soydan gelen, İmam Cafer-i Sadık rahmetullahi aleyh hem tasavvuf silsilelerinde adı geçen, hem İmam-ı Azam’ı yetiştiren, hem İmam-ı Malik’in kendisinden hadis rivayet ettiği ve tanıyan herkesin takvasını methettiği büyük bir âlim ve mürşid idi. Onlardan sonra da ilim ve tasavvuf silsilelerinde ehl-i Beytten birçok değerli simayı görmek mümkündür. Abdulkadir Geylanî gibi nice yüksek şahsiyet hem kendi devrinin hem gelecek nesillerin rehberi olmuşlardır.

İslam dininde Ehl-i Beytin diğer insanlardan farklı bir durumu vardır. Onlar Allah Resulünün bize emaneti ve hatırasıdır. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki:

“Allah Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

Allah-u Zülcelâl bizlere iman nimetinin bir şükrü ve Peygamberimizin bu yoldaki emeklerinin bir teşekkür nişanesi olarak bu hatıralara sahip çıkmamızı emretmiştir.

Bir ayet-i kerimede buyrulur:

“…(Ey Resulüm,) de ki: Ben (bu tebliğime karşılık) sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum…" (Şura, 23)

Bu ayette Peygamberimizin neslinden gelenlere karşı muhabbet duymamız, onun Peygamberlik vazifesini icra etme yolunda çektiği cefalara karşı bir minnet borcu olduğu hatırlatılmaktadır. Öyleyse Allah Resulünün neslini sevmek hem bir vicdan borcu hem de dini bir vazifedir.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Hum suyunun başında yaptığı konuşmada:

“Size iki mühim şey bırakıyorum. Biri, insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allâh’ın kitâbı Kur’ân’dır. Ona yapışın ve sımsıkı sarılın!...

Bir de size Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum. Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin! Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin!” buyurmuştur.

Hadis-i rivayet eden sahabe Zeyd bin Erkam radıyallahu anhu:

“O’nun asıl Ehl-i Beyt’i, kendisinden sonra da sadaka almaları haram olan Ali, Akîl, Câfer ve Abbâs’ın âileleridir.” Diye açıklamıştır. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 36)

Başta İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafii olmak üzere pek çok Ehl-i sünnet âlimi, Ehl-i Beyte büyük bir hürmet ve muhabbet beslemişler, hatta bundan ötürü suçlandıkları zaman perva etmeden: “Eğer Ehl-i Beyti sevmek rafizilik (şiaların aşırı bir kolu) ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben rafiziyim” demekten çekinmemişlerdir.

Ehl-i Beyte Zulmedenler Mel’undur

Ehl-i Beyte zulmeden ve haklarını ifa etmeyen idareler nefretle anılmışlar, halktan yeterli desteği bulamamışlardır. Nihayetinde uzun ömürleri olamayıp yeryüzünden silinmişlerdir.

Bilhassa Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin muhabbetle bağrına bastığı, öpüp kokladığı, namazlarında bile mübârek sırtından indirmeye kıyamadığı aziz torunu Hazret-i Hüseyin’e karşı işlenen cinayet, İslâm târihi boyunca bütün ümmetin lanetlediği en zalimce bir saldırıdır.

Bu cinayeti işleyenlerin her biri, hem ümmetin hem de Allah’ın gazabına dûçâr olmuş, rezil bir şekilde öldürülmüşlerdir. Buna razı olan, canileri gerektiği gibi cezalandırmayan ve Ehl-i Beyti kötüleme gibi bir çirkinliğe tevessül edenler de, nefretle anılan bir ad bırakarak tarihin çöplüğüne gitmişlerdir.

Emeviler dönemindeki kesinti haricinde İslam devletleri genellikle Allah Resulünün ailesine hürmet göstermeye gayret etmişlerdir. Bu hem bu idarecilerin halk nezdinde itibar görmeleri için bir mecburiyet hem de kendileri için adeta bir meşruiyet kaynağı olmuştur.

Ehl-İ Beyte Karşı Vazifelerimiz

Ehl-i Beyti sevmek, en başta onlara zulmetmemeyi, dil uzatmamayı, hayırla anıp hürmet göstermeyi gerektirir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin âline karşı hissedilmesi icap eden sevginin bir gereği de onlara salât-ü selam getirmektir. Kendisine salâvat okumamızı emreden ayet-i kerimeyi tefsir ederken Peygamberimiz ailesine de salâvat getirmemizi istemiştir.

“Gerçekten Allah ve melekleri, Peygamber'e salât ederler, ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve tam teslimiyetle selam edin." (Ahzab: 56) ayeti nazil olduğu zaman ashab-ı kiram, “Ey Allah'ın Resulü size nasıl salâvat edelim?” diye sormuştu.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise şöyle cevap vermiştir:

"Ey Allahım İbrahim'e ve ailesine salât ettiğin gibi Muhammed'e ailesine de salât eyle. İbrahim'i ve ailesini mübarek kıldığın gibi Muhammed'i ve ailesini de mübarek kıl. Muhakkak sen övülen ve yüceltilensin." (Buhârî, Enbiyâ, 10)

Peygamberimizin emri ile biz bu salâvat-ı şerifeyi her gün beş vakit namazımızda, et- Tehıyyatü duasından hemen sonra okuyoruz.(halkımız tarafından salli- barik olarak bilinir.)

Peygamberimizin nesline karşı görevlerimiz bununla bitmez. İslam dini, yoksul durumdaki Müslümanlara zekât alma hakkı tanır. Fakat Ehl-i Beyt yani seyyidler ve şerifler muhtaç duruma düşseler bile zekât alamazlar. Çünkü zekât almaya muhtaç olmak onların itibarını zedeler ve bu da onlara gösterilmesi gereken hürmete uygun düşmez.

Buna mukabil, Ehl-i Beyte mensup kişilerin hayatlarını kazanmak için rastgele mesleklerle iştigal etmeleri de uygun olmaz. Aksine aileden gelme bir görgü ve kültür aktarımı ile İslam ahlakını ve ruhunu en iyi şekilde bilen bu ailenin mensuplarının, geçim kaygısından kurtularak mümkün olduğu kadar ilim ve irşad gibi vazifeleri yürütmesi gerekir. Ümmetin de Peygamberimizin neslinden gelenlere bu şerefli vazifelerini yapmaları için destek olma mecburiyetleri vardır. Bu sebeple Ehl-i Beyt’in İslam toplumunun ganimet, fey gibi gelirlerinden hisse alma hakları vardır.

Abbasi devletinden itibaren itibarlı İslam devletleri Ehl-i Beyt’e karşı vazifelerin ifa edilmesi noktasında bazı tedbirler almışlar, bu işin yönetimi için Nakîb-ül Eşraf adlı müesseseyi kurmuşlardır. Osmanlı devleti de İslam dininin devlete yüklediği bu görevleri en iyi şekilde yapmak için Nakîb-ül Eşraflık müessesesine layık olduğu özeni göstermiştir.

Nakîb’ül-Eşraf Müessesesi

Nakîb kelimesi, sözlükte bir topluluğun veya kabilenin reisi veya vekili anlamına gelir. Ancak İslam medeniyetinde daha çok, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin soyundan gelen kişilerin işlerini görmek üzere onların içlerinden seçilen liderler veya vekiller için kullanılmıştır.

Nakîb’ül-Eşrâflık ünvanı II. Bayezid döneminde, Padişahın hocası Seyyid Mahmud’un, şerif ve seyyid teşkilâtının başına getirilmesi ile başlamıştır. Seyyid Mahmud, Arap ülkelerinde seyyid ve şeriflere nezaret eden kişiye "Nakîb’ül-Eşrâf" denildiğini, kendisine de bu ünvanın verilmesini talep etmiştir. Bundan önce Yıldırım Bayezid döneminde, Emir Buhari talebelerinden Bağdatlı Seyyid Ali Nita' b. Muhammed adında bir zatın Anadolu'daki seyyid ve şeriflere nâzır tayin edildiği görülmektedir.

Nakîb’ül-Eşraflık makamına getirilenler, genellikle ilmiye sınıfından, takva ehli bir kişi olurdu. Bazen kadılık vazifesinden emekliye ayrılan zatların bu vazifeye tayin edildiği görülmektedir.

Nakîb’ül-Eşrâf adı verilen kişinin en önemli vazifesi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin neslinden gelenlerin neseplerini kaydetmek, doğumlarını ve ölümlerine dair bir defter tutmaktı. "Şecere-i Tayyibe" adı verilen bu defterlerde her seyyid veya şerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evlâdı, ahvâli ve ikâmetgâhına dair bilgiler bulunurdu.

Böylece zaman zaman halkın duygularını istismar etmek veya seyyidlere tanınan imtiyazlardan faydalanmak için ortaya çıkan sahte seyyidlere (müteseyyid) mani olunuyordu. Allah Resulünün soyundan gelenler temessük ismi verilen bir belgeye sahip olurlardı.

Ayrıca Abbasiler devrinden itibaren seyyid ve şeriflerin yeşil sarık sarma imtiyazlar vardı.

Bu sarık onların Peygamberimizin soyundan geldiğinin işaretiydi ve diğer insanların onları tanıyıp hürmet göstermelerini sağlardı.

Nakîblerin önemli bir görevi de, İslam devletinin bütçesinden Ehl-i Beyte ait hisseyi teslim almak, ihtiyacı olan veya kendini ilme adamış bulunan seyyid ve şeriflere uygun bir şekilde dağıtmaktı.

Bunun yanında Nakîb’ül-eşrâflar, Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ailesinin mensuplarının genel bir velisi hükmündeydi. Mesela onların uygunsuz mesleklere girmelerine engel olur, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine izin vermezdi. Şayet seyyid ve şeriflerin kanunlara aykırı bir hali olursa, İstanbul'da ise nakîbül-eşrâf, taşralarda ise kaymakam özel bir usulle muhakeme ederlerdi. Eğer ceza verilecekse önce şerefli soyunu temsil eden yeşil sarık başından alınır, hürmet ifadesi olarak öpülürdü. Ceza işleminden sonra kişiye iade edilirdi.

Nakîb’ül-eşrâflık makamının aile içi meselelerdeki bu görevleri yanında topluma karşı da görevleri vardı. Her şeyden önce Nakiblik, şeref itibariyle, toplumda en yüksek mertebelerden biri kabul edildiğinden halifenin nezdinde en yüksek derecedeydi.

Halifelerin cülus, yani tahta çıkma töreninde onlar en önemli davetliler arasında birinci sıradaydılar. Onlar huzura girince Padişah ayağa kalkardı, ilk önce Padişah’a Nakibler biat ve dua eder, sonra protokolde sırası gelenler biat ederlerdi. Yeni Padişaha kılıç kuşatmak, bayram tebriklerinde ilk kabul edilen misafir olmak gibi öncelikler de nakîbül-eşrâfa aitti.

Sefere çıkılacağı zaman Peygamberimizin sancağını temsilen Sancak-ı Şerif padişah tarafından Nakib-ül-Eşrafa teslim edilirdi. Nakîb eğer sefere katılacaksa seyyidler cemaatiyle beraber bu sancağı taşıyan alemdarın yanı başında yürüyerek tekbirler getirirdi.

Padişahlar tarafından Nakib-ül-Eşrafa hitaben yazılan ferman ve beratlarda da Peygamberimize karşı duyulan hürmetin bir ifadesi olarak saygı ve sevgi ifadeleri kullanılırdı. Onlara zemzem dağıtma vazifesi ve adalet dîvanı reisliği gibi yüksek memuriyetler verilirdi.

Onlar da Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin nesline yakışan bir emniyet ve saygınlıkla bu vazifeleri güzelce icra ederlerdi.

Osmanlı devletinde bunlara ek olarak Ehl-i Beyt için vakıflar kurulmuş, tahsisatlar bağlanmış, vergi muafiyetleri getirilmişti. Bu uygulamaların ortak maksadı Ehl-i Beyt'in neseplerinin şerefini muhafaza ederek kendilerine yakışan bir hayat içinde olmalarıydı.

Ümmetin Ehl-i Beyt mensuplarına karşı minnet ve vefasının bir işareti olan bu müesseseler Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasına kadar görevine devam etmiştir.

Ne yazık ki Osmanlı devletinden sonra Ehl-i Beyt de sahipsiz kalmış ve onların sevgisi sadece siyasi çekişmelere konu haline getirilmiştir.

Bugün Ümmet-i Muhammed’e düşen görev, kısır çekişmeleri bir yana bırakıp Ehl-i Beyte yeniden nasıl sahip çıkılması gerekiyorsa öyle sahip çıkmaktır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
23
Seyda Muhammed Konyevi / Dünya Nefsinle Mücadele Yeridir
« Son İleti Gönderen: anadolu Eylül 18, 2024, 10:35:59 ÖS »


Dünya Nefsinle Mücadele Yeridir

Kıyamet gününde Allah-u Zülcelâl, kendi kullarına karşı nasıl davranacağını dünyadayken bildiriyor. Ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

“Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah'a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.” (Bakara 281)

Kıyamet gününün korkusu çok şiddetlidir. Bu yüzden Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki, o günden sakının buyuruyor. O Allah’a dönüş günüdür. Herkese kazandığının karşılığını görecektir, kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Sübhanallah, böyle iman ettiği halde insanın gevşek davranması çok acayiptir.

Kim istemez ki amel defterinde hep Allah'ın razı olacağı ameller bulunsun, Allah'ın gazaplanacağı şeylerden temizlenmiş, bağışlanmış olsun. Ama istemek yeterli değildir.

Dünya bir imtihan yeridir ve bu imtihanı kazanmak için dünyayla, nefsimizle ve şeytanla mücadele etmemiz gerekir. Dünya hayatı kısa bir zamandır, ama çabuk biter. Görüyoruz bugün nasıl geçti, bu sene ne çabuk geçti, geçenler geçiyor sanki yaşamamışız gibi oluyor. Ben öyleyim, herhalde siz de öylesiniz.

Geçmiş olan zaten geçti, ona zaten elimiz yetişmiyor, kalan ömrümüzü iyi değerlendirmemiz lazım, hiç bitmeyecek, ebed’ül-ebed olan hayatımızı düzeltmek için.

Allah'a inanmayan insanlara hayret ediyorum. Şimdi desen ki, “İki üç tane demir yan yana geldi, bir taksi oldu, kendi kendine yürüdü,” kimse inanmayacak. “Nasıl kendi kendine olur?” diyecekler.

Bu demirler kendiliğinden yan yana gelemiyorsa, bu yerler bu gökler, bu gece ve gündüz nasıl birbirinin arkasına geliyor? Semalar nasıl bir dayanağı olmaksızın üst üste duruyor? Baharlar, çiçekler, yani dünyanın manzarasına baktığımız zaman görüyoruz, bir taksi kendi kendine olmuyorsa bunlar nasıl kendi kendine oluyor?

Bunun bir Sâni’i var, Allah azze ve celle var, o bütün kâinatta tasarruf ediyor, çekip çeviriyor, dilediği gibi idare ediyor. İşte kıyamet gününde de o kullarına aynen öyle tasarruf edecek, yaptıklarının karşılığını ve mükâfatını verecek. Zerre kadar bir şey kaybolmaz.

Hira’ya Çıkaran Sır

Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin Hira dağına ibadete çıkması da bana çok hayret verici gelmiştir. Belki hacca gittiğinde Hira dağına gidenler olmuştur aranızda, gitmeyenlere de ben anlatayım; oraya ancak elinle ve ayağınla tırmanarak çıkabiliyorsun, öyle kolayca yürüyerek çıkamazsın.

Şimdi Afganistanlılar biraz merdiven yapmışlar oralarda. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem zamanında merdiven de yoktu. O zaman elektrik de yoktu. Bir kişinin karanlıkta, tek başına o dağlara tırmanarak o mağaranın içine girmesi, aylarca kalması akıl alır bir şey değildir bize göre. Bir maneviyat, bir Allah emri, onu hislendiren bir hal olmasa mümkün değil, bir beşerin Mekke-i Mükerreme’den giderek, o kayalara tırmanarak orada aylarca kalması…

Bu insanı iman etmeye mecbur ediyor, yani iman etmemeyi aklın kabul etmiyor. “Bu hal Allah tarafından olmasaydı bu zat buraya gitmezdi, böyle bir şey yapmazdı,” diyorsun, o kadar harikulade bir şeydir.

Hiçbir insan, sırat köprüsünün üzerinden geçerken, mizan terazisinde günahlarla sevaplar tartılırken kendini hatalardan kurtaramaz. Ancak bu dünyadayken nefsini hesaba çekenler kurtarabiliyor. Eğer önüne ne gelirse yaparsan perişan olursun. Nefsinle hesap göreceksin.

Nasıl ki hain bir ortağın olsa, anladın ki her gün sana hıyanet ediyor, senden bir şey çalıyor. Ne yapıyorsun o zaman, akşam çağırıyorsun, “Gel bakalım kardeşim, ne yaptın ne ettin? Bu para nereye gitti?” böyle hesaba çekiyorsun. İşte nefsin de öyledir. O hain ortağınla nasıl hesaplaşırsan nefsinle de hesaplaşman lazımdır.

Nefis şeytanla beraber geliyor, bizi kandırıyor, “Bugün çok yorgunsun, biraz istirahat et, sabah kılarsın namazını.”

Hep “Sen” diyor, sana dostlukla yaklaşıyor. Sana “Daha ömrün çoktur, çok yaparsın, birazcık istirahat et,” diye tembelliği küçük gösteriyor. Halbuki sana dağlar gibi ağır bir azap yüklüyor. O dost değildir, düşmandır. Bu yüzden elimizden geldiği kadar nefsimizi dinlemeyelim. Allah dostları nefisleri böyle dediği zaman, “biraz uyu, biraz yemek ye, biraz çay iç, bira zkonuş dediği zaman” nefse demişler ki, “Senin istirahatın önündedir, yani yakında ahirete gidince oradadır. Burada istirahat yok, burası yürüme zamanıdır, mesafe kat etme zamanıdır, burada dinlenmek yok” demişler. Ne mutlu onlara...

Ne kadar akıllıydılar onlar, çünkü kısa bir zaman olan dünya hayatını değerlendiriyorlar, hiç bitmeyecek olan ahiret gününde Allah'ın dostluğunu kazanıyorlar. Allah azze ve celle de istediği gibi veriyorlar onlara. Ancak Allah-u Zülcelal’in emir ve nehiylerinin terazisiyle, İslam ahlakıyla davrandığımız zaman, işte o zaman Allah-u Zülcelâl bizden razı olacak, kıyamet gününde istediğimizi bize verecek.

Dünyanın Vefasızlığı

Dünya bizi aldatıyor. Dünya deyince yalnız para değildir dünya. Bizi Allah'tan uzaklaştıran her şey dünyadır, Allah'a yaklaştıran her şey ahirettir. Gaflete daldığımız zaman, boş işlerle, mâlâyâniyle meşgul olduğun zaman bunlar da dünyadır. Böyle bilmemiz lazım.

Hz. İsa aleyhisselam, bir gün dünya ona hakikatiyle keşif olmuş. Dünyayı biçimsiz, ihtiyar bir kadın sûretinde gördü. Kendisi çok biçimsiz ama ziynetlerle, altınlarla, elbiselerle süslenmiş. Hz. İsa aleyhiselam dünyaya şöyle sordu:

-Kaç defa evlendin?

-Sayamam!

-Kocalarının hepsi ölüp mü seni bıraktılar, yoksa hepsi seni boşadılar mı?

-Aksine hepsini ben öldürdüm!

-Kalan kocalara yazıklar olsun! Senin geçmiş kocalarından nasıl ibret almıyorlar? Sen onları, birbirinin ardından helâk ediyorsun, hâlâ senden sakınıp uzaklaşmıyorlar!

Siz küçük çocukken orta yaşlı ya da yaşlı olanlar şimdi yaşıyor mu? Biz yaşlandık şimdi biz ölünce diğerleri diyecek sıra bize geldi. Şimdi toprağın üzerindeyiz gün gelecek diğer toprak altındakilerin arasına karışacağız, o günden kaçış yok. Bir tohum atıyorsun, o tohum önce filizlenip fidan oluyor sonra ağaç oluyor sonra kuruyor biçiliyor, öbürü geliyor. Kimi filizken, kimi fidanken, kimi ağaçken bu dünyaya veda ediyor. Biz de öyleyiz. Yüz yaşını gören bin de bir kişi yoktur. Her yüz senede bu dünyanın üzerinde olan insanların hepsi toprağın altına giriyorlar. Kimisi küçükken, kimisi büyüdükten sonra toprağın altına giriyorlar. Biz de onlardanız, o ölecek olanlardan birisiyiz.

Şimdi onlar ne kadar pişman. O kadar pişmanlar ki elini ciğerine atıyor, ben bizzat kendim gördüm, bir kişi yarın ölecek gibi, yarın öleceğini duydum. O gece gördüm ki başını yere vuruyor, secdeye gittiği gibi kaldırıyor, vuruyor kaldırıyor. İyi bir insan olduğu halde öyle yapıyordu. İşte bunu yaptığına pişman olmuştu.

İyi bir insan bile neden daha güzel amel etmedim diye pişman oluyor. Kötü insan daha çok pişman oluyor. İyi insan, keşke daha fazla amel-i salih için gayret etseydim diye pişman oluyor, kötü kişi de hiç yapmadım diye pişman oluyor. İşte dünya böyledir.

Saadet Vesilelerine Sarılın

Sufiler soruyor “Nasıl çalışalım?” diye. Çalışmanın bir şekli yoktur. Herkes bulunduğu yerde Allah’tan bahsetsin, tevbeden bahsetsin. Allah’tan bahsettiğiniz zaman Allah semere verecek. Malayani, boş boş konuşmakla semere olmaz.

Bülbül nasıl bir o dala gidiyor ötüyor, bir bu dala gidiyor ötüyor, biz de her gittiğimiz yerde Allah'ın büyüklüğünü anlatacağız, insanları tevbeye çağıracağız. Ben böyle adam istiyorum.

Sohbetimize gelenler var, onlara kimse vesile olmamış, Allah onlara nasip etmiş gelmişler. Ama bizim vesile olmamız lazım, kendimizi bu sevaptan mahrum etmememiz için.

Bilelim ki, saadet için Allah'ın rızasını kazandıracak sebeplere sarılmamız lazımdır. “Bu sebep, Allah'ın rızasını kazanmaya vesile oluyor, ” diyerek onlara gayret göstermemiz lazım.

Evliyalar demişler ki, "Kişi ancak Allah'ın buğz ettiği şeylerden kendini muhafaza edip sevdiği şeyleri yapmakla Allah'ın rızasına ulaşabilir, başka türlü ulaşamaz."

Allah'ın yanında akıllı kişi Allah'ın sevdiği şeyleri yapandır. Dünyadaki insanların akıllı saydığı kişiler, dünya işlerinde çok başarılı olanlardır ama ben onlara akıllı demiyorum. Akıllı olsaydı fani ömrünü sonsuzluğa, dünyayı da cennete değişmezdi. Bir kişinin aklı onu mezmum, kötülenmiş Allah'ın sevmediği işlerden alıkoyuyorsa, iyi şeylere sevk ediyorsa gerçekten akıllıdır.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor;

“Başı kuru üzüm gibi Habeşli bir köle de olsa, üzerinize emir tayin edilen kişinin emrini dinleyin ve itaat edin.” (Buhari, Ezan,24,26)

Çünkü o öyle de olsa, eğer Allah'ın yapın dediğini emrediyorsa o akıllıdır.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de öyledir. Çünkü ayet-i kerimede buyruluyor ki “O kendi heva-ı nefsinden konuşmaz, (Onun sözleri, Kur’ân ve sünnet,) Allah tarafından vahyedilenden başka bir şey değildir.” (Necm, 3-4)

Aynı şekilde Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam de buyuruyor ki, “Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kimse ise, nefsini hevâsına tâbi kılan ve Allah’tan bâtıl şeyler talep edendir” (Tirmizî, 2461)

Günahların Ferahlığı Sahtedir

Evliyalar demişler ki, “Bir kişi için en büyük kusur, kişinin kendine zarar veren şeyle ferahlamasıdır.”

Bütün günahlar böyle değil midir? Bir müddet sonra bize zarar verecek şeylerdir hepsi. Öyleyse bizim şimdi onlarla ferahlamamız bizim için büyük bir kusurdur.

Bütün bunların çaresi nedir? Allah insanda bir et parçası yaratmış, işte onun düzelmesidir. Namazlardan sonra Allah-u Zülcelal'e el açalım, “Rabbim! Kalbimizi düzelt, onu senin sevginle doldur!” diye dua edelim.

Çünkü o et parçası düzeldiği zaman tüm azalarımız düzelir, ama kalp fesada uğradığı zaman tüm vücudu cehennemlik eder.

Allah zengindir, hazineleri doludur, o et parçası onun mahlukudur, O’ndan isteyelim, çünkü o isteyene verir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor:

"Beni Allah edeblendirdi, ne güzel edeblendirdi.”

Yani beni sevgisine uygun, güzel hasletlerle edeplendirdi.

Biz de Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem gibi kalbimizi Allah'a açalım, o zaman Allah’ın nuruyla dolacaktır, kalp tedavi olacak, bütün azalar da tedavi olacak, uygunsuz şeyler bizde tezahür etmeyecektir. O zaman kolay olacaktır. Çünkü o zaman nefisle değil Allah ile yola devam ederiz, cennete gideriz.

Allah’a karşı çok borçluyuz. Allah bize imandan sonra bir de tevbe nasip etmiştir, bunlardan dolayı şükür ve hamd etmeliyiz.

Şeytan o kadar ibadet yapmış ama bir kez bile “elhamdulillah” dememiştir. Göklerde ibadet yapmadığı bir karış yer kalmamıştı, ama bunu Allah’tan bilmediği, “elhamdülillah” demediği için Allah ondan imanını almış. Bizler de şeytana benzememek için elimizden dilimizden geldiğince hamdedelim. Bak bize bu manzarayı o nasip etmiş.

Hamd yalnız dil ile olmaz, ibadetlerimizle, hizmetimizle şükrümüzü eda edelim.

Hz. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem geceleyin kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kıldı. Bunun üzerine ona: “Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün hataların bağışlandığı halde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim.

Bana cevâben: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu. (Buhârî, Tefsîrû sûre (48), 2)

Burada bize işaret, zikirle, ağlamakla, ibadetle şükredelim, hizmetle hamd edelim, başkalarına tevbeyi anlatmakla ona şükredelim.

Şeytanın Feryadı

Ayet-i kerimede buyruluyor:

“Ve onlar (takva sahipleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve Allah'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.” (Al-i İmran, 135)

Bu ayet-i kerime nazil olduğu zaman şeytan öyle bir figan etmiş ki bütün yeryüzündeki şeytanlar onun etrafında toplanmışlar "Ne oldu sana ey seyyidimiz" demişler.

-Nazil olan ayeti duymadınız mı? Biz o kadar uğraşacağız, günah işleteceğiz, onlar istiğfar edecekler ve affolunacaklar. Artık işlediği günahlar onlara zarar vermez.

Şeytanlar diyorlar ki, bakın dikkat edin aynı şimdiki zamandaki insanların dediğini diyorlar;

-Yâ seyyidimiz biz onlara heva-i nefs veririz, sanki hakkın üzerindeymişler gibi hissedecekler ve tevbe etmeye gerek duymazlar. Böylece mağfiret edilmezler.

Aynı şimdiki gördüğümüz insanlar gibi. Görüyoruz ki bazı insanlara tevbe etmelerini telkin ettiğimiz zaman "Biz ne yapmışız ki tevbe edelim, ne günahımız var ki" diyorlar.

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem günde yüz kere tevbe etmişken biz onun ümmetiyiz, günahsızız ki tevbe etmeyelim?

Tevbe insanlar için kurtuluştur, daima tevbeyi anlatalım, tevbeyi sevdirelim. Ne kadar sakınmaya çalışırsak çalışalım insan hata yapar, bilerek bilmeyerek işlediğimiz günahlarımız için tevbe etmeliyiz.

Biz böyle sohbet meclislerinde Allah'ı andıkça, bağışlanma diledikçe Allah'ın rahmeti yağar üzerimize.

Allah-u Zülcelal hepimize amel-i salih ve hayırlı kısmetler nasip etsin bizim günahlarımızı bağışlasın, bizi kendi nefsimize teslim etmesin, nefsimizi hayırlarda kullansın inşallah.

Seyda Muhammed Konyevi

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
24
Tevekkür Tevhid / Tevhid Davası ve Sorumluluğumuz
« Son İleti Gönderen: anadolu Eylül 18, 2024, 10:28:09 ÖS »


Tevhid Davası ve Sorumluluğumuz

Allah’a hamd  ve yegâne önder ve örneğimiz olan Peygamberimize salât ve selâm olsun.

İnsan başı boş yaratılmamıştır. İnsanı yaratan Rabbimiz, insanın yaratılış gayesini şöyle beyan etmiştir. “Cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat Sûresi: 56) Kulluk sınavı için geçici olarak yeryüzüne yerleştirilen insanın, iradesi ve seçme hürriyeti serbest bırakılmıştır. Kulluk sınavından başarıyla çıkmanın yolunu kitaplarıyla bildiren Allah (cc),  bir de  kulluk yürüyüşünün önder ve öncüleri olarak peygamberler  görevlendirmiştir. Hayatın adı “İmtihan,” mücadelenin adı ise tevhid ve şirk, hak ve batıl mücadelesidir. İstisnasız her insan bu imtihan sürecinden geçer. Ve bu imtihan süreci, sadece iman edene kadar değil, ömrün son demine kadardır.

“O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır.’’(Mülk Sûresi: 2)

İmtihan kelimesi Kur’ân’da “Belâ” olarak ifadelendirilmiştir. Belâ’nın sözlük anlamı, denemek, yapmak, bitkin hale getirmek demektir. Ayrıca imtihan için başa gelen musibete de belâ denir. Tevhid ve şirk, hak ve batıl mücadelesi insanlık tarihi kadar kadim bir mücadeledir. Tevhid saflarında yerini alan mümin kadın ve erkekler için dünyada her şey bir imtihan sebebidir. Sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, gençlik ve ihtiyarlık, nimetler ve mahrumiyetler. “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi hayır ve şerle imtihan ederiz. Sonunda yine bize döndürüleceksiniz” (Enbiya Sûresi: 35)  Biz sizi; “Hayırla, nimetlerle, şerle, belâlarla yahut zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık, düşüklük-yükseklik gibi hoşa giden ve gitmeyen şeylerle imtihan ederiz, sizi deneriz.”

Elbette ki her kulun sınavı farklı olduğu gibi kadın ve erkeklerin sınavı da farklılık arz eder. Ama neticede her kul imtihan sürecinden geçer. Bu imtihanlar pek çok biçimde görünse de, hepsinin maksadı aynıdır: İmtihan insanı Allah’a yaklaştırıyor mu, yoksa O’ndan uzaklaştırıyor mu, bunu görmek... Kadın olarak bizler de, kulluk  sınavının  öğrencileriyiz. Hayatı, sıkıntıları, olayları, dertleri  yaşarken imtihan şuuru  ve  kazanma gayretiyle,  hayatı göğüslemek inancımızın gereğidir. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde imtihanlara karşı uyarılırız.

MAL VE ÇOCUKLAR İMTİHANDIR

‘’Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihandır. Allah’a gelince büyük mükâfat onun katındadır.”(Enfal Sûresi: 28)  Mal ve evlât sevgisinin insanı cezbeden bir yanı vardır. Samimi bir mümin onunla imtihan olunur.

“EVLÂT”  BİR İMTİHANDIR

Çocuklar imtihan vesilesi olarak verilmiş nimetlerden biridir. Onları Allah yolunda yetiştirmek ve dava eri kılmak için ebeveyn çocuğuna,  dinî ve ahlâkî terbiye verirse, helâlinden yedirirse, kıyamet gününde hesaptan kurtulur.

 Mala gelince; helâl yoldan kazanılır, hayır yollarına harcanırsa, sahibi günahtan ve azgınlıktan kurtulur. Mal sahibi olmak mümine zarar vermez, yeter ki mal insanın sahibi olmasın. Mümin bir hanım eşine, rızkını helâl yoldan kazanması konusunda yardımcı olmalıdır. Kapitalist anlayışın hâkim olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Hesap günü şuuruyla imtihanı unutmayan  mümin bir hanımı, mal sevgisi esir alamaz. Mal kapsamında verilen imkânlar, malı Allah’ın razı olduğu yere, razı olduğu kadar harcama konusunda bir imtihan vesilesi olduğu gibi, imkânsızlıklar da sabrın denenmesi adına bir imtihan vesilesidir. Dünyaya sahip olmak insana zarar vermez, yeter ki dünya  insana sahip olmasın. Şuurlu bir mümin vahyin çerçevesinden dünyayı okumalıdır.

YOKLUK BİR İMTİHANDIR

“Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! “ (Bakara Sûresi:155)

TEVHİD DAVASI BİR İMTİHANDIR

“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed Sûresi: 47/31) Hiç bir kul yoktur ki, iman ettikten sonra imanın imtihanından geçmesin. “Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmran Sûresi: 186)

İman ettikten sonra sahip çıkılıp çıkılmayacağı, fedakârlık yapılıp yapılmayacağı, tevhid  yeryüzüne hâkim olsun diye çalışıp çalışılmayacağı konusunda imtihandan geçilir. Birçok kere bu yolda sıkıntılarla yüz yüze kalınır, sabır ve sebat  imtihanından geçilir. Birçok kez zaferler tattırılır şükür imtihanından geçilir. İmtihan, iman edenlerle inkâr edenlerin ayrışması içindir. “Kim bu yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolda baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa Sûresi:115)

İmtihan, cihad edenlerle etmeyenlerin ayrışması içindir. “Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete girebileceğinizi mi sandınız?.” (Al-i İmran Sûresi:142)

Pekâlâ,  bir kadın için cihad nedir? Sınırları nelerdir? Hangi alanlarda mücadelesini sürdürmelidir?

a) İman eden kadın ve iman eden erkek,  Allah’ın dini için çalışmakla mükelleftirler. Tebliğ çalışmasında bulunmak farzlardan bir farzdır.

b) Emri bil maruf ve nehyi anıl münker ekibi oluşturup, emri bil maruf hareketi içinde yer almak.

c) Hem cinslerimizin ve çocuklarımızın eğitimi için, özgün müfredatlar oluşturup  neslin terbiyesinde aktif rol almak. Mü’min bir kadının yapması gereken, anın vacibi durumundadır.

Haftada bir kez yapılan dersler, devâsâ derdimize derman olmayacak, belli... Bakın, Rabbimiz Âyet-i Kerime’sinde buyuruyor. Ayete bakarak, artık evcilik oynamaktan vazgeçip daha organize ve ekip ruhuyla birliktelikler oluşturup, davamızın menfaatini, her türlü menfaatin önünde tutarak çalışmalıyız.

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düşmesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez” (Tevbe Sûresi: 24)

İMTİHAN SADIKLAR İLE YALANCILARIN

AYRIŞMASI İÇİNDİR

“Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun ki; Biz, onlardan öncekileri de denedik. Allah; elbette doğruları bilir ve elbette yalancıları da bilir..” (Ankebut Sûresi: 2-3)

İMTİHAN EĞRİLERLE DOĞRULARIN AYRIŞMASI İÇİNDİR, İMTİHAN SAMİMİ OLANLAR İLE MÜNÂFIKLARIN AYRIŞMASI İÇİNDİR, VE İMTİHAN, SABREDENLERLE İSYAN EDENLERİN AYRIŞMASI İÇİNDİR VE GEREKLİDİR.

“Mallarınız ve canlarınız hususunda deneneceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden çok incitici (sözler) duyacaksınız. Ama sabreder korunursanız, işte bunlar yapmaya değer işlerdendir.“ (Al-i İmran Sûresi: 186)

Netice Olarak; nice yıllar var ki, beşerî ideolojilerin hâkimiyeti altında neslimiz ve malımız heder olmaktadır. Tevhid davasının müntesipleri olarak, savunduğumuz davayı  çağlara taşırken maddiyata ihtiyacımızın olduğu  bir gerçektir. Bu nedenle, bilinçli müminlerin boşa harcayacakları tek kuruşları dahi yoktur. Kapital  anlayışın bizleri sömürmesine izin vermemeli, vitrinlerin, reklâmların bizleri esir almasına karşı, bilincimizi diri tutmalıyız.

Sözün özü,  hayatı vahyin penceresinden okuyarak yaşamak, meseleleri sünnet örnekliğinde hayata taşımak, imtihanı kazanmak için kaçınılmazdır, vesselâm...

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
25
Genel Konular / Dünyevileşme Müslüman’ı Dininden Eder
« Son İleti Gönderen: anadolu Eylül 18, 2024, 10:23:07 ÖS »


Dünyevileşme Müslüman’ı Dininden Eder

Müslümanlar  için her yerde ve her zaman din dünyadan önce gelir. Dünyayı dinin yerine ve önüne geçirmek, dünyevileşmektir. Dünyayı kendisi için “her şey” olarak görme, işlediği amellerin karşılığını bu dünyada bulmak isteme, ahireti “uzak” görme gibi anlamları ifade ediyor. Dünyevileşme devletten çok fertlerde başlayan fertlerde devam eden bir vakıa. İnsan inançla ilgili bir “ayrışma” ve “kırılma” noktasını hep yaşar. Dünya ile ahiret içimizde boğuşur, mücadele eder. Attığımız her adımda, yaptığımız her işte bu mücadeleyi yaşarız. Bazan dünya kazanır, bazan ahiret kazanır. İçimizdeki bu mücadeleyi sürekli dünya kazanır hale gelmişse işte o zaman dünyevileşme başlar. Dünyevileşme, dine ve dinin hükümlerine aldırış etmeden bilerek İslâm’dan kaçmaktır. İslam’dan bile bile kaçarak yaşamak, küfre ve kâfirliğe alışmaktır.

Dünyevileşme, kendini dünyanın çekiciliğine kaptırma, onun esiri ve zebunu haline gelme anlamına gelir. Bu kavram; hayat tarzı, eşya ve hadiselere bakış şekli ehl-i dünyanın arzu ettiği biçimde olan insanın halini anlatır. Bu itibarla dünyevileşme, dinin örgülediği hayat biçimine, varlığa ve hâdiselere bakış açısına ters olmayı ifade eder.

Dünyevileşme; ahiret hayatını unutan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan ve şehvetlerinin peşinde koşan insanın içinde bulunduğu hali ifade eden bir kavramdır. İslâm âlimleri dünyevîleşmeyi, insanlığı tehdit eden bir dalâlet ve heva-hevesin ilâh edinildiği bir hayat tarzı olarak değerlendirmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları haber verilen Firavun, Karun, Belâm ve onlarla işbirliği yapan kimselerin, dünyevîleşmenin farklı bir boyutunu temsil ettiklerini söylemek mümkündür. Hayatın merkezine dini koyarak yaşamanın ve düşünmenin zıttı olması sebebiyle dünyevileşme, yine ona ters orantılı olarak artan, eksilen bir yapıya sahiptir. Yani ondaki artış bunda eksilme, bundaki artış da onda eksilme meydana getirir. Hayatta her şeyi dinullah’a göre ölçmek yerine her şeyi dünya ve dünya kaynaklı değerlere göre ölçmek anlamına gelen dünyevileşme, Müslüman insanı dinden eden bir tehlikedir.

Dinullah’ın ölçüsüne vurulmayan dünyalıklarımız, bizim esaret zincirlerimizdir. Dünya, insanın hem sahip olma, haz alma duygularına, hem de başkalarına hâkim olma, yönetme arzularına hitap etmektedir. Rabbimizin: “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinlere olan istekler/arzular insanlar için süslendirilmiştir.”(1) ayeti ile “Dünya çekicidir, tatlıdır”(2) hadis-i şerifi onun cazibedarlığını; “İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikincisini ister”(3) hadisi de insanın meylini ve doymak bilmez arzularını ifade ediyor.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) anlattığı şu hâdise de Müslümanların dünyevileşme illetine maruz kalacaklarını haber vermektedir. Bir defasında Hz. Ebu Bekir (r.a.) içecek bir şey istemiş ve kendisine su ile bal ikram edilmişti. Bunları görünce o kadar çok ağladı ki, yanındakileri de ağlattı. Neden ağladığı sorulunca da şunları anlattı: “Ben bir gün Rasul-i Ekrem Efendimizi (s.a.s.) elleriyle sanki görmediğim birini itiyormuş gibi yaparken gördüm. ‘Yâ Rasul allah ne yapıyorsunuz?’ diye sordum. O da buyurdu ki: ‘Ey Ebu Bekir, dünya temessül etti ve bana kendini kabul ettirmek istedi, ama ben kabul etmedim, ellerimle ittim, git. dedim. Döndü dedi ki: Sen kendini benden kurtardın ama senden sonra gelenler kurtaramayacak.” (4)

İşte Hz. Ebu Bekir’in korkusu da dünyanın kendisini kabul ettirdiği kimselerden olmaktı ve bu sebeple ağlamıştı. Dolayısıyla her Müslüman için dünyevileşme tehlikesine düşme ihtimali vardır. Dünyevileşme tehlikesini önemsemeyenler, aslında dinlerini kaybetmeyi önemsemeyenlerdir.

Dünyevileşme aynı zamanda Müslüman toplumları helâke götüren bir musibettir. Kur’ân-ı Kerim’de de, geçmiş peygamberleri ve onların Allah’a karşı kulluklarını hakkıyla yerine getiren ümmetlerini anlattıktan sonra, “Onların peşinden namazı zayi eden, şehvetlerine tâbi olan bir nesil gelir ki, onlar azgınlıklarının cezasını göreceklerdir”(5) âyetiyle onlardan sonra gelen nesillerin dünyevileşme serüvenine temas edildiğini görüyoruz.

Bu ayet dünyevileşmenin ilk iki basamağına işaret ediyor. Birincisi başta namaz olmak üzere ibadetleri terk etmek, ikincisi ise süfli arzulara tabi olmaktır. Kur’ân’ın bu söylediği, sadece geçmişler için söz konusu olan bir durumu haber vermekten ibaret değildir. Bu aynı zamanda gelecek nesiller için de aynı tehlikenin var olduğuna dair bir uyarıdır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır. Ashaptan biri ‘Ey Allah’ın Rasûlül ! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) “hayır, bilakis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu ‘mehâbeti’ (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize ‘vehn’ (zafiyet) atacak (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak) tır” buyurdu. Ashaptan biri; “Ey Allah’ın Rasûlül ! ‘vehn’ nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ‘dünya sevgisi ve ölüm korkusu’ diye cevap verdi.”(6)

Hadisi Şerif’ten anlaşıldığına göre, çeşitli İslâm dışı güçler ve milletler, Müslümanlarla savaşmak, onların gücünü kırmak, birlik ve bütünlüklerini parçalamak, sahip oldukları vatanlarını ellerinden almak, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürebilmek için, yemek yiyen bir grubun birbirini sofralarına davet etmeleri gibi, birbirlerini Müslümanların aleyhine birleşmeye çağıracak ve aralarında anlaşacaklardır.(7)

Hadisin son fıkrasında Hz. Peygamber (s.a.v) “Allah, sizin kalbinize ‘vehn’ atacaktır. Ey Allah’ın Rasûlül ! ‘Vehn” nedir’ diye sorulunca Hz. Peygamber (s.a.v) “dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizliktir” buyurmuşlardır. “Vehn”, iş ve amelde zafiyet ve gevşeklik göstermek, demektir. 8

Dinî hayatta zirveye ulaşan tabakalardan sonra peşlerinden gelen nesillerden bir kısmının manevi değerleri yitirip, şehvetlerinin esiri olacaklarını haber vermektedir. Ancak bu ifadeler sadece bir haber vermeden ibaret olmayıp, aynı zamanda bu tehlikeye dikkat çekme anlamına da geliyor. Kur’ân’ın meseleye dikkat çekmesi ve Hz. Peygamber’in bu kadar tahşidatta bulunmasının sebebi, girilen bu yolun sonunun küfre kadar uzanmasıdır. Nitekim Kur’ân bazı kimselerde dünya sevgisinin ahirete nazaran ağır basması sebebiyle küfre düştüklerinden bahseder (9)

Kur’ân-ı Kerim bir başka benzetmeyle dünya hayatını, yağmurlarla yeşeren, sonra da kuruyup çerçöp haline gelen yeryüzüne benzetmektedir: “İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider. Ama sonra kurur, sen onu sapsarı kurumuş görürsün. Sonra da çerçöp haline gelir. İşte dünya hayatı da böyledir. Âhirette ise kâfirler için şiddetli bir ceza, mü’minler için ise Rab’leri tarafından bir mağfiret ve rıza! Evet, dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir.”(10)

Dolayısıyla Kur’ân, mahiyeti zail olmak, kuruyup gitmek olan dünya hakkında insanlara, “Dünya hayatı sizi aldatmasın.”(11) ikazı yapmaktadır.

Bu ayette ince bir anlatımla aslında kâfirlerin dünya hayatına düşkün oldukları anlatılmaktadır. Ayette geçen, “Bu bir yağmurdur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider” ifadesinde “çiftçiler” anlamında “küffar” lafzı kullanılmıştır. Küffar, kâfir kelimesinin çoğuludur. Kâfir, örten demektir. Çiftçiye kâfir denmesi de toprağı kazıp, tohumu atıp üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Burada kâfir kelimesinin kullanılmasında tevriye sanatı vardır.(12)

Burada âdeta, ektiği ekinin gür çıkması çiftçileri sevindirdiği gibi, dünyalıklarının bol olması da kâfirleri sevindirir denmek istenmiştir.

Dünyevileşip dinini kaybeden kimseyle dünyevileşmeyip Müslüman kalan kimsenin vasıflarını Rasûlüllah (sav) şöyle ortaya koymuştur: “Altına, gümüşe, kumaşa, elbiseye kul olanlar helak olsunlar. Zira onlara verildiğinde razı olurlar, verilmezse olmazlar.”(13) “Hidayete erip Müslüman olana ve yeterince bir miktar ile hayatını sürdürene müjdeler olsun.”(14)

Helal olana kanaat etmeyen, harama sevdalanan, elde ettiği haramları meşrulaştırma yoluna gidenler, dünyevileşme sonucu dinden olanlardır. Şunu bilelim ki; Laiklik ve Sekülerizm dünyanın dine tercih edildiği ve dini değerlerin dışlandığı ya da kalbe hapsedildiği birtakım dünyevileşme hareketleridir. Bu kirli ve karanlık hareketler, Müslümanları dinsizleştirmekten, imandan sonra küfre ve kâfirliğe döndürmekten başka bir şeye yaramazlar. Sekülarizm, hayatın her alanında ilâhi teklifleri (vahyi) devre dışı bırakma, dinîn şiarlarını/sembollerini anlamsızlaştırma ve dini sadece vicdanî bir tercih olarak değerlendirme halini ifade eden bir ideolojidir. Batı toplumu, içinde bulunduğu derin hurafe ağından kurtulmak için geliştirdiği Sekülarizm’i, dünyevî olanı lehine uhrevî olanı topyekûn ertelemeye/redde dönüştürmüştür. Sekülarizm, Kur’an’ın tanımıyla derin bir dalâlet olarak karşımıza çıkmaktadır. Laiklik ile sekülarizm arasındaki münasebet ise, et ile tırnağın münasebeti gibidir. Ahireti dünyaya değil, dünyayı ahirete basamak ve alet yapmak şartıyla Müslümanların zengin olmasına ve maddeten terakki etmesine dini bir engel yoktur. Tehlikeli olan, Müslüman’ı dininden eden şey, dinin dünyanın tekeline girmesidir, dünya kaynaklı değerlerin ve beşeri otoritelerin dine yön vermesi ve dini denetleyip yönetmesidir. Dünya için dinin feda edildiği her yerde dünyevileşme vardır ve bu dünyevileşme Müslüman’ı imanından, dininden eder.

--------------------------------------------------------

(1)   Âl-i İmran Sûresi/14

(2)   Sahih-i Müslim, Zikir, 99

 (3)   Sahih-i Müslim, Zekât, 117

(4)   Hakim, Müstedrek, IV, 344

(5)   Meryem Sûresi/59

(6)   Sünen-i Ebû Dâvûd, Sünen, Melâhim, 5

(7)   Bkz. Ebu’t-Tayyip Muhammed Şemsü’l-Hak el-Azîm Âbâdî, Avnu’l-Mabûd Şerhu Süneni-i Ebî Dâvvûd Maa şerhi’l-Hâfız İbn Kayyim el-Cevziyye, Beyrut, 1979, XI, 404-405

8   İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, C:15, Sh: 417 Beyrut, 1999

(9)   bkz. İbrahim Sûresi/3; Nahl Sûresi/105-107

(10)   Hadid Sûresi/20; ayrıca bkz. Yunus, 10/24 Kehf, 18/45

(11)   Fatır Sûresi/5

(12)   Seyyid Kutup, Fî Zılâl’il Kur’ân, VI, 3491

(13)   Sahih-i Buhari, Cihad: 70

(14)   Sünen-i Tirmizi, Zühd: 35

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
26
İman Amel Ecel / Küfür İman ve Amel-i Sâlih
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Eylül 18, 2024, 11:41:32 ÖÖ »


Küfür İman ve Amel-i Sâlih

''Küfür ” kelimesinin sözlük anlamı bir gerçeğin üzerini örtme ve gizlemedir.

Bir adam, başka bir adama it, kurt der. İffetli bir hanımı iffetsiz kadın diye itham eder. İnsan olmanın üzerini it ve kurt yalan sözü ile, iffetli olmanın üzerini de iffetsiz iftirası ile örter ve gizler.

Allah vardır.

Dinsizler, Allahın varlığını inkâr ederler. Hâşâ sümme hâşâ Allah yoktur derler. Yok, kelimesi ile Allahın varlığının üzerini örtüp gizlemek isterler.

Allah birdir.

Mekke müşrikleri gibi putlara tapanlar. Allah’a ortak koşarlar. Allahın birliğinin üzerini putları ile örterler, Allah’ın birliğini gizlemeye çalışırlar.

Allah’ın yarattığı aya, güneşe, yıldızlara, ruhlara canlı, cansız varlıklara tapanlar da Taptıkları ile Allah’ın varlığının üzerini örtmek isterler.

Yahudiler, Hıristiyanlar, batıl din mensupları, peygamberimiz Muhammed (sav)’in peygamberliğini ve Kur’an-ı Kerimin Allah tarafından Hak kitap olarak gönderildiğini kabul etmezler, batıl inanışları ile İslâm’ın Hak ve Doğru inancının üzerini örtmeye çalışırlar, kendi yanlış inanışlarını hak ve doğru olarak gösterirler.

Küfür kelimesi örtme ve gizleme manası ile birlikte kullanış yönünden iki kısma ayrılır;

1-Sövüp sayma, kaba, çirkin, kötü söz söylemeye denir. Örneğini verdiğimiz it, kurt, iffetsiz kelimelerini kullananlar, ağıza, yüze, göze sövenlere küfürbaz denir.

Küfürbaz insanlar, çirkin sözlü, kötü huylu insanlardır. Çirkin sözleri, kötü huyları ile günah işlerler, kul hakkına tecavüz ederler, fitne ve fesat yayarlar, sevilmezler.

Bunlar çirkin ve kötü sözlerini hemen terk etmeli, tevbe istiğfar edip iyi hal sahibi, namaz ve niyaz ehli bir Müslüman olmalıdırlar. Küfürbaz olarak yaşamaya devam ederlerse, Allah korusun imanlarını bile kaybedebilirler.

Müslüman sövüp saymaktan, çirkin ve kaba konuşmaktan kendini ateşten koruduğu gibi korumalıdır, doğru sözlü, güzel huylu olmalıdır.

2-Küfür, inkâr anlamında kullanılır.

Allahın varlığını, birliğini, gönderdiği peygamberleri ve peygamberlerine indirdiği ilahî kitapları kabul etmemek, inkâr etmek küfürdür.

Peygamberimiz Muhammed (sav)’in peygamberliğini, Cebrail vasıtası ile Allah’ın Ona indirdiği Kur’an’ın bütününü veya bir kısmını, bir hükmünü kabul etmemek de küfürdür. Küfür sahiplerine kâfir denir. İslâm dini dışında kalan insanların genel adı da kâfirdir. (1)

Allah, İnsanı seçkin bir varlık olarak yaratmış ve insana sayısız nimetler bahşetmiştir.

Allah, insan’a akıl, zekâ vermiş, düşünme, bilgi edinme, keşif ve icat etme ve idare etme gibi birçok kabiliyetlerle diğer canlılardan üstün tutmuştur.

Allah’ın verdiği bu kabiliyetlerle insan, canlı ve cansız diğer varlıklara hâkim olmuş, onları hizmetinde kullanmıştır.

Allah, insan’a dünyada bahtiyarlığa, ahiret hayatında da sonsuz mutluluğa kavuşması için yol gösterici peygamberler göndermiş, peygamberlere indirdiği ilahi kitaplarla da insanın yapacağı emirleri, yapmayacağı yasaklarını bildirmiştir.

İnsanın aslî vazifesi; Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, Allah’ın istediği bir kul olmaktır.

İnsan, Allah’ın istediği bir kul olmamış, emirlerine, yasaklarına göre yaşamamış, yoldan çıkmış, inkâra sapmış, kâfir olmuştur.

Kâfirler; Allahın varlığını kabul etmemişler, yoktur demişler veya elleri ile yaptıkları putlara ilah diye tapınmışlar.

Allah’a isyan etmişler, sahip oldukları kabiliyetleri kötüye kullanmışlardır. Zulme sapmışlar, yeryüzünü fitne ve fesatla doldurmuşlar, tanrılık iddiasında bulunmuşlardır. Azgınlaştıkça azgınlaşmışlar.

Allahın kendilerine doğru yolu göstermek için gönderdiği peygamberleri kabul etmemişler, peygamberlerin gösterdiği doğru yolu kapatmaya çalışmışlar, bir kısım peygamberleri ve ona inananları öldürmüşler, cinayetler işlemişlerdir.

İmansızlık, azgınlık, gurur, büyüklenme, hayvanî bir yaşayışla İnsan olma vasıflarını kaybetmişler, canlı-cansız varlık arasındaki üstün olma mevkiinden kendilerini düşürmüşler, varlıkların en kötüsü haline gelmişlerdir.

Allah şu iki ayette kâfirlerin inançlarını ve niteliklerini şöyle bildirir:

“Onlar (aslı esası) olmayan batıla inanırlar ve Allah’ı inkâr” ederler. (Ankebut: 29/52)

“Şüphesiz ki, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü iman etmeyen kâfirlerdir.” (Enfal:8/55, bknz. Beyyine: 6)

Ebu’l-leys Semerkandi hazretleri ayeti kerimenin açıklamasında şöyle der:

“Evet hareket eden canlılar arasında, Allah katında kafirlerden daha kötüsü ve daha şerlisi yoktur. Kâfirlerden başka bütün yaratılmışlar Allahü Teâlâ’nın birliğini tasdik ederek, O’nu tesbih ederler.

İnsanlardan başka varlıklar için cennet ve cehennem korkusu da yoktur. Buna rağmen her an Rablerini tesbih ederler.. Hâlbuki mükâfat ve ceza, cennet ve cehennem insanlar içindir. Buna rağmen kâfirler yine iman etmezler.”(2)

Esbab-ı nüzül kitabında şöyle denir:

“Dâbbe: Yerde yürüyen, yer değiştiren, debelenen, hareket eden canlı demektir. Dâbbenin anlamında bitkilerden başka bütün canlılar dâhildir.

Yaratanı ve O’nun peygamberlerini inkâr eden ve O’na şirk koşan bütün yaratılmışların en âdisidir. Çünkü kâfir, Allah’ın yarattıkları arasında insanlara bahşetmiş olduğu akıl nimetini yerinde kullanmamıştır.”(3)

Kâfirler, dünya hayatında görünüşte insan olarak, süslü, rahat, zengin, saltanatlı bir yaşayışa sahip olsalar da, küfürleri sebebiyle Allah katında şerir bir varlıktır.

Mevlana da şöyle der: Küfür bir afet, bir felakettir. Küfür Allah’ın hükmü, emir ve rızası ile değildir. Küfür cahillikten meydana gelir.

Allah kâfire murdar, pis demiştir. Kâfirin dışı temizdir, görünen pisliklere bulaşmamıştır. Pislik onun inancındadır, huyundadır. (4)

İnsan, dünya hayatından sonra Allah’ın bildirdiği ahiret hayatını da yaşayacaktır. Kâfirlerin ahiret hayatı nasıl olacaktır?

Allah, gönderdiği peygamberler vasıtası ile ahiret hayatının nasıl olacağını bildirmiş,

Fâkat kâfirler tekrar dirilmeyi, ahiret hayatının varlığını kabul etmemişlerdir.

İnsan dünyada sahip olduğu beden ve ruh ile Allah’ın emriyle, ahirette tekrar dirilecek, Allah’ın emriyle, dünyada yaptıklarının hesabını verdikten sonra ahiret hayatını sonsuz olarak yaşamaya başlayacaktır. Allahın bildirdiği, bütün peygamberlerin insanlara duyurduğu ilâhî gerçek budur.

Merhum Mevdûdî beden ve ruh ile dirilme konusunda şunları yazar:

“İnsanlar aynı ruh ve beden ile diriltilecekler ve dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük ayrıntısına kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü işledikleri suçları aynen aktarabilmeleri için aynı uzuvların bulunması gerektiği aşikârdır. ”

Merhum konu ile ilgili ayet-i kerimelerin sûre ve numaralarını da verir: İsra:49-51, 98, Nur: 24, Yasin:65, Saffat:16-18, Vakıa:47-50, Naziat:10-14, (Tefhimülkur’an: 5/187)

Peygamberimiz (sav), ilâhî gerçeği, ahirette dirilmeyi bildirdiği zaman, Mekke müşrikleri “olamaz” dediler. Allah, Kur’an-ı Kerimde müşriklerin ahiret hayatının varlığını inkâr etmelerini şöyle bildirir:

“Şu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, dediler.” (En’am: 6/29)

Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Übeyy bin Halef, çürümüş bir kemik getirerek onu ufalamış peygamber (sav)’in yüzüne doğru üflemiş, alay ederek şöyle demiştir:

“Ey Muhammed! Biz bu şekilde toz haline gelmiş kemikler olduktan sonra, Allah’ın bizi dirilteceğini mi iddia ediyorsun?”

Peygamberimiz (sav) şöyle cevap verdi:

“Evet, Allah seni diriltecek ve ateşe sokacak.”(5)

Ubeyy bin Halef hakkında şu ayetler indi:

 “İnsan kendisini meniden yarattığımızı görmez mi ki, hemen açık bir hasım kesiliyor.”

 “Yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. “Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek dedi.”

 “ Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O bütün yaratıkları bilir” de. (Yasin:36/77-79)

Allah’ın emri ile dünya hayatı sona erecek, Allah’ın emri ile ahiret hayatı başlayacaktır.

Kâfirler, dünyada Allah’a isyan etmenin cezasını, ahiret hayatında cehenneme atılarak çekeceklerdir.

“(Cehennem) ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.” (bakara:2/24)

 Allah, kâfirlerin cehennemde çekeceği azabı bir ayet-i kerime de şöyle bildirir:

“Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa:4/56, bkz, Hac: 22/20)

Deriler, Allah’ın insanoğluna verdiği nimetlerinden biridir. Canlıların derileri de kendileri gibi insan hizmet ederler. (Nahl:16/80)

Sadece domuzun derisi de kendisi gibi necistir, kullanılmaz. İnsan yaratılmışların en şereflisi olduğu için insana saygı dolayısı ile insan derisi de kullanılmaz.

 İnsan vücudundaki derinin çok faydaları vardır. Ansiklopedilerden aldığım bazı faydaları şöyledir:

Deri, vücudumuzda ısınma olması durumunda terleme yaparak vücudun soğumasını sağlar. Üşüme durumlarında gözenekler kapanarak soğukluğun hissedilmesini azaltır.

Deri, sinir sistemi ile birleşik olduğundan dolayı soğuk, sıcak, acı, baskı gibi hisleri algılar.

 Deri, vücudumuzdaki zararlı maddeleri terleme yolu ile dışarı atar.

Deri, güneşten gelen D vitamini emerek vücudumuzun ihtiyacını karşılar.

Deri, vücudumuzu bir arada tutarak dağılmasını önler.

Derinin başka faydaları da vardır.

Müslüman Allah’ı andığı ve kelamı olan Kur’an-Kerimi okuduğu zaman, derisi Allah korkusu ile ürperir, Allah sevgisi ile yumuşar, itminana erer. (Bkz, Zümer:39/23)

Deri, ahirette insanların yaptıklarına şahitlik eder.

Peygamberimiz (sav) konu ile bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

“Bir suçlu kıyamet gününde yaptıklarını inkâr ettiğinde, Allah onun organlarına emir verecek ve onlar onun yaptıklarına şahitlik edeceklerdir.” (Müslimden naklen İbn-i Kesir: 4/96, tefhim: 5/187)

Allah, derinin şahitliği konusunda şunları bildirir:

“İnananları ve Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.”

“Allah’ın düşmanlarının, toplanıp yığın yığın cehenneme sevk edilecekleri günü hatırla.”

“Nihayet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri yapmış oldukları işler hakkında kendileri aleyhinde şahitlik ederler.”

“Onlar derilerine ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler.”

“Derileri, bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca ona döndürülüyorsunuz. ”

“Siz (günahlar işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Lakin yaptıklarının çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.”

“İşte bu sizin, Rabbiniz hakkında zannınızdır. O sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”

“Şimdi eğer dayanabilirlerse artık cehennem onların yeridir.” (Fussilet 41/19-24)

Deri tam yanınca, azabın acısını devamlı duyması için yanan deri yenilenir. Çünkü acıyı beyine, vücudun her tarafına ulaştıran deri ve derinin ihtiva ettiği organlardır.(6)

Ebu’l-leys Semerkandi hazretleri ayeti açıklarken şöyle der:

“Hz. Muhammed (sav)’i ve Kur’an’ı inkar ederek kafir olanlar, kıyamet günü kendileri için hazırlanmış bir ateşe atılacaklardır.. Onların derileri yandıkça azabı duysunlar diye, Yüce Allah derilerini değiştirip yenileyecektir. Derilerin her değiştirilmesinde azapları da artırılacaktır. Azapları bu şekilde devam edecektir. Çünkü kâfirler için bir daha cehennemden çıkmak yoktur.(7)

Kâfirlerin çektikleri azap, inkârlarının ve küfürlerinin karşılığıdır Küfürleri dünyada devamlı olduğu için ahirette de cehennem azabı devamlıdır.

Suça göre ceza esasına uygun olarak cehennemde de kâfirlerin cezaları farklıdır.

Nemrut, Firavun, Ebu cehil, tarihte isimleri bilinen ve bilinmeyen zalimlerle, kendi halinde kimseye bir kötülük yapmamış, küfrü sebebiyle cehennemi hak etmiş bir kâfirin cezası aynı değildir.

İman ve Amel-i Salih Küfrü Yok eder

İman ve amel-i salih küfrü yok eder.

İman, Allahın varlığını ve birliğini, Muhammed (sav)’in peygamberliğini, Cebrail aleyhisselam vasıtası ile Allah’tan alıp bildirdiği ilâhî emir ve yasakları kalb ile kabul etmeye, dil ile de söylemeye denir.

İmana sahip olmanın en kısa ifadesi; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah” demektir. Türkçesi; “Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Allah’ın Rasulüdür.”

Amel: İş, çalışma, çaba harcama, meşgale ve uygulamaya denir.

Dünya ve ahirette kendisine ceza ve mükâfat verilen işlere ve davranışlara amel denir. Bu tarifeye göre en küçük iyi amele mükâfat ve en küçük kötü amele de ceza verilir.

Allah şöyle buyurur:

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlayınca kötülük işlerse onu görür.” (Zilzal: 99/7, 8)

Salih iyi demektir

Amel-i salih, imanı hayata hâkim kılan, Allahın rızasını kazandıran, ibadetlere, dünyamıza, ahiretimize yararlı olan iyi işlere ve iyi davranışlara denir. Diğer bir ifade ile farz, vacip, sünnet, müstehap her ibadet, helal olan her işi sağlamca yapmak, doğru sözlü olmakta amel-i salihtir.

Amel-i salihi işleyen insana da; Allah’ın emir ve yasaklarına uygun, dinen iyi, faydalı, doğru ve savaba layık davranışlarda bulunduğu için “Salih Müslüman= İyi Müslüman” denir. (8)

Salih Müslüman, dünyada seçkin Müslüman olduğu gibi Allah katında da seçkin Müslümandır. Salih Müslüman iyi insan olmanın da örneğidir.

Allah buyurur:

“Kim Allah’a ve peygamber itaat ederse, işte onlar, Allahın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa:4/69)

Salih Müslüman, Allahın emrine itaat eden Müslümandır Namaz ve niyaz ehlidir. Eûzü, besmele ile başladığı işini hamd ile şükürle tamamlar. Helalınden yer, helalinden içer.

Herkese iyilik yapar. Allah’ın yasak etiği şeylerden ateşten korunduğu gibi korunur. Bu korunmayı Müslümanlara da tavsiye eder.

Salih Müslüman, örnek Müslümandır. Örnek Müslüman olduğu için ahiret âleminde de peygamberlerle, sıddıklarla, ve Salihlerle beraber olacaktır. Salihleri bu mevkie yücelten imanı ve amel-i salihidir.

İyi amellerin değer kazanması, Allah katında makbul olması için iman şart ve esastır. İman olmadan ibadetlerin, iyi işlerin, iyi davranışların Allah katında bir değeri yoktur. Bunun içindir ki, Allah kâfirin hiçbir işini kabul etmez. “Dünyada da ahirette de onların amelleri boşa gitmiştir.” buyurur. (Bakınız: Âl-i İmran: 3/22)

Allah Nur suresinde şöyle buyurur;

“İnkâr edenler ise, onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer. Susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz da, Allah’ı bulur. O da onun tamamiyle hesabını görüverir. Allah hesabı çabuk görendir.” (Nur: 24/39)

Amel-i salih; imanı korur, gıdanın bedeni güçlendirdiği gibi imanı güçlendirir. İmanı hayata yön veren, şeytana, nefse ve bütün kötülüklere dur diyebilen bir güç haline getirir, sonunda sahibini dünyada bahtiyarlığa, ahirette sonsuz cennet mutluluğuna kavuşturur.

Allah buyurur:

“İman edip amel-i salih de bulunanları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyacağız. Cennette onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve onları ne sıcak ne soğuk, tam kararında gölgeliğe kavuşturacağız.” (Nisa: 4/57)

Cennet ve cennet nimetleri dünya hayatında iman eden, Allah’ın emirlerini yapan, yasaklarından kaçınan müminlerin işledikleri amel-i salihlerin karşılığıdır. Cennet nimetleri devamlıdır. Allah buyurur:

“Orada diledikleri her şey onlarındır. Katımızda daha fazlası da var.” (Kaf: 50/35)

İman bir bütündür. Parçalanamaz, bölünemez. İman esaslarının bir kısmını kabul edip, bir kısmı reddedilemez. İman bütünü ile imandır. İmanı bütünü ile kabul etmeyenler de kâfirlere katılırlar. (9)

Cehennem, kâfirlerin ahirette sürekli olarak ceza görecekleri bir azap yeridir. Kâfirler Cehennem’de ebedî olarak kalacaklardır.

Allah şöyle buyurur:

“Şüphesiz inkâr edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.”

“Şüphesiz inkâr edenler ve zulmedenler (var ya) Allah onları asla bağışlamayacak ve doğru yola iletecek değildir.”

“Allah onları ancak içinde ebedi kalacakları cehennemin yoluna iletir.” (Nisa:4/167-169)

Günahkâr Müslümanlar da cehenneme atılırlar. Günahları ölçüsünde cezalandırılırlar. Fakat günahkâr Müslümanlar cehennemde kâfirler gibi sonsuz olarak kalmazlar. Bir Müslüman şeytana, nefsine uymuş, büyük günahlar işlemiş olsa da imanla ölmüş ise, Allah affederse cennete gider. Allah affetmezse, cehennem’e girer, cezasını çeker, Allah’ın rahmeti ile cehennemden kurtulur, cennete kavuşur (10)

Müslüman imanına sahip olmalı, amel-i salihlerle imanını hayatına hâkim kılmalı, günahlardan kendini korumalı, doğrudan doğruya cennete gidebilmek için Allah’ın emrine uygun bir yaşayışa sahip olmalıdır.

Allah buyurur: “İman edip amel-i salih de bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/82)

--------------------------------------------------------------

 (1)   Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûğat, Sh: 636, 1962, Ank. Ahteri Kebir, 876, Y. Kerimoğlu, Kelimeler kavramlar, Sh:274, İnkılab yayını, 2011, İst.

(2)   Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsirulkur’an, 3/39, Özgü yayını, 2008, İst.

(3)   H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı nüzül: 5/154, 1971, Konya

(4)   Şaban Karaköse, Mevladan düşündüren sözler, Sh: 223, 2007, İst.

(5)   Muhammed Ali es-Sabûnî, Saffeüttefasir: 5/227, Yeni Şafak yaynı, İst.

(6)   Kur’an yolu: 2/81, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, 2006, Ank

(7)   Tefsirulkur’an, 2/48

(8)   D. Mehmet Doğan, Sözlük:31, 32 İslâmda inanç ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi, İfav yayını, 1/127, 197, İst.

(9)   Hüseyin. K. Ece, İslâmın temel kavramları:319-367, Beyan yayını. İst

(10)   Ali Nar, Akaid risaleleri, Akidet’üt-Tahaviye: Sh:69, No:68, Akaid-i Adudiye, Sh:128, Misak yayınları:1994, Ank. İslâm’da inanç ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi, 1/273)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
27
İslamda Ekonomi ve Ticari Hayat / Peygamberimizin Ticari Muamelelerle İlgili Tavsiyeleri
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Eylül 18, 2024, 11:32:39 ÖÖ »


Peygamberimizin Ticari Muamelelerle İlgili Tavsiyeleri

Peygamberimiz Efendimiz (sav) bizzat kendisi ticarî faaliyetlerde bulunmuş, adalete riayet eden ticaret erbabını övmüş ve onları taltif etmiştir. O, ticarette, defolu mal satmayı, ayıbı gizlemeyi, aldatmayı, yalanı yasaklamış, doğru ve dürüst davranmayı, kolaylık göstermeyi, borçluya mühlet (zaman) tanımayı tavsiye etmiştir.

Peygamberimiz’in (sav) ticari muameleler ile ilgili tavsiyelerine geçmeden önce ‘ticaret nedir?’ sualine cevap verelim. Ticaret, t-c-r kökünden mastar olup, alım satım, alışveriş, büyük ölçüde mal alıp satma, bu işten elde edilen kâr, kazanç anlamına gelir.(1)

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ticaret, her türlü ürün, mal vb. alım satımı, olarak tarif edilmektedir.(2)

Ticaret, ekonomi sözlüğünde ise, para ile ifade edilebilir, değişim değerleri olan mal ve hizmetlerin piyasada değişimi, alınıp satılması, şeklinde tanımlanmaktadır.(3)

 Yeryüzünün halifesi olan insanoğlu, meşru ölçüler çerçevesinde çalışmak, üretmek ve tüketmek durumundadır. Bunun en verimli ve bereketli yönü de ticaret ve helalinden kazanmaktır. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Ey insanlar! Allah ‘tan korkun ve rızık talebi hususunda güzel davranın. (Bir müddet) gecikmiş olsa da hiçbir nefis, rızkını tamamlamadıkça ölmez; Allah ‘tan korkun ve rızık talebi hususunda güzel davranın (temiz ve meşru yolla kazanın), helal olanları alın ve haram olanları bırakın”(4)

buyurduğu malûmdur. Bu genel izahtan sonra, Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyelerine geçebiliriz.

Rasûl-i Ekrem (sav) ticaret ile meşgul olanları övmüş ve onları taltif etmiştir. Kus b. Ebi Gareze şöyle rivayet eder: Biz Rasûlullah (s.a.s.) zamanında “simsarlar” diye adlandırılıyorduk. Rasûlullah (s.a.s.) bize uğradı ve bizi bundan daha güzel bir adla adlandırarak, “Ey tüccar topluluğu! Alışverişte yemin ve batıl söz mevcuttur. O halde bunları sadakayla savın. ‘’(5)

Hz. Peygamber, alım-satım yapan ashabı, daha önceden bilinen meslek adlarıyla değil, yeni fakat onların da hoşuna gideceği “tüccar” adıyla anmıştır. Böyle bir adlandırma onları memnun etmiştir. Ayrıca “Emin, doğru sözlü tacir, kıyamet gününde, peygamberlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraberdir”(6) buyurarak, ticaret erbabına en üstün mertebeyi layık görmüş; onların, Allah Teâlâ’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu en seçkin kimselerle beraber olacaklarını müjdelemiştir. Ancak böyle bir dereceye ulaşmanın ve övgüye layık olmanın en önemli üç şartını da gayet net bir şekilde açıklamıştır: Müslüman olmak, emin olmak, doğru olmak...

Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ticaret hayatına getirdiği ilke ve prensipler, ümmet için ticari hayatta gerekli olan vazgeçilmez prensipler ve düsturlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü ümmet, ticaret hayatını, onun teorik anlamda buyurduğu sözleri ve pratik olarak uyguladığı kuralların ışığında ve çerçevesinde düzenlemekle yükümlü kılınmıştır. Bilindiği üzere Hz. Peygamberin amcası Ebû Talib, Kureyş’in önde gelen tüccarlarından birisidir. Mekke’den Suriye’ye giden bir ticaret kervanı ile Şam’a giden ticaret kervanına katıldığında daha dokuz yaşındadır.(7)

Hz. Peygamber, ticaret adamı olan amcasından ticarî işler konusunda bir takım tecrübeler edinmişti. Mekke’de kendi adına ticaret yapmaya başladı. Artık o, olgunluk çağına erişince tüccar olmuş ve Arabistan’ın kuzeyindeki ülkelere sefere çıkmaya başlamıştı. Genelde bilindiğinin aksine, ticari hayata Hatice ile müşterek çalışmaya başlamadan çok daha önce girmişti. Hatice, Mekke’de temsilcileri vasıtasıyla iş yapan hanımlardan biriydi. Hz. Muhammed, çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü ile halk arasında “emin” isimleriyle anılırdı. Onu, kâr getirici ve güvenilir bir ortak olarak gören Hz. Hatice, bazen ücret, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed’i birçok defa kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticari seferlere göndermişti. Kendisine güvenerek önce işini ona teslim eden, daha sonra da onunla evlenen Hatice’yi etkileyen, onun doğruluğu ve dürüstlüğü idi.

Onun bu özelliğini, peygamberlikten önce de kendisiyle iş yapan herkes övmekteydi.

İslam’dan önce kendisiyle ticaret ortaklığı yapan Saib adındaki tüccar, Mekke’nin fethedildiği gün Hz. Peygambere geldi. Sahabe, onu övmeye ve anlatmaya başlayınca Hz. Peygamber, “Ben onu sizden daha iyi biliyorum (tanıyorum)” buyurdu. Bunun üzerine Saib “Doğru söyledin. Anam babam sana feda olsun. Sen cahiliye döneminde benim ortağımdın. Sen hayırlı (iyi) bir ortaktın. Ne mücadele ederdin, ne de muhalefet ederdin”(8) dedi.

Saib adlı bu ticaret adamı, Hz. Peygamberin üç önemli vasfını belirtmektedir. Birincisi, hayırlı, seçkin ve iyi bir ortak. İkincisi, muhalefet etmeyen, ihtilaf çıkarmayan yani uyumlu bir ortak. Üçüncüsü, mücadele etmeyen yani gürültü, kavga çıkarmayan ve geçimsizlik göstermeyen bir ortak. Bu üç önemli vasıf, ticaret ortaklığında en önemli ilkelerdir. Ortaklıkta, güzel ahlak ve muamelelerde kolaylık sağlamak, husumeti celbedecek şeylerden kaçınmak önemli olduğu kadar, ortaklığın da devamını sağlayan en önemli prensiplerdir. Bütün bu özelliklere, Hz. Peygamberin, ticari ortaklık esnasında titizlikle uyduğunu görmekteyiz. Bu değerlendirmelerden anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamberin ticaret piyasasında, iş hayatında ve alım-satım faaliyetlerinde şöhretinin yayıldığı anlaşılmaktadır. O günkü şartlarda, tek başına ticaret kafilesi düzenleyecek güçte olan bir zengin hanımın, ona iş teklifinde bulunması, hatta ticari ortaklığa davet etmesi, Hz. Peygamber’in ticareti iyi bildiğini ve bu sahadaki maharetini göstermektedir.

Hz. Peygamber’in, çeşitli yerlere ticari seferler yaptığı rivayet edilmiştir. Bunların başında Suriye’de Büşra gelmektedir. Bu geziye çıktığında yaşları 25 civarında idi. Bu seferi Hz. Hatice namına yapmış ve sefer sonrası Hz. Hatice yukarıda işaret edildiği gibi Rasûl-i Ekrem’e evlilik teklifinde bulunmuştur. Hz. Peygamber Yemen’de bulunan iki ticaret merkezi olan Habaşa ve Curaş adlı şehirlere gitmiştir.(9)

Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan Bahreyn’e de birkaç sefer yaptığı kaydedilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde geçen bir Hadis-i Şerif’le bu teyit edilmektedir. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygambere gelen sayısız heyetlerden birisi de Abdulkays kabilesinin heyetiydi. Heyetin anlattığına göre, onlar Rasûlüllah’ı ziyarete gelmişlerdir.

Orada bulunanlar, onların bu ziyaretine çok sevinmiş ve oturmaları için yer açmışlardı. Hz. Peygamber onlara merhaba (hoş geldiniz) demiş ve yanına çağırmıştır. Hz. Peygamber; “Lideriniz kimdir?”, diye sorunca, onların hepsi Münzir b. Aziz’i işaret etmişlerdir. Münzir’in yüzünde eşeğin tekme izi vardı. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Eşac, yani yüzünde yara olan bu adam mı?” diye sordu. - O ilk defa böyle bir isimle anılıyordu- Orada bulunanlar, “evet” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber, el-Eşac’a, Safa, Muşkar denilen şehirlerden ve bunların dışında Hicr’e bağlı olan kasabalardan sordu. Hz. Peygamber’in bu konudaki bilgisinden hayrete düşen Eşac, “Anam babam sana feda olsun! Sen bizim kasabalarımızın isimlerini bizden daha iyi biliyorsun” deyince Hz. Peygamber, “Sizin ülkenizin topraklarını ayaklarımla çiğnedim (gezdim). Orada bana geniş imkanlar tanındı (misafirperverlikle karşılandım)”buyurdu.(10)

Bu rivayet, çok açık olarak risaletten önce Hz. Peygamberin buralara ticari maksatla gittiğini göstermektedir. Ayrıca yukarıda nakledilen Hadis-i Şerif, Peygamber (s.a.s.)’in nübüvvetten önce 18-25 yaşları arasında ticari gayeler için Bahreyn’e gittiğine işaret etmektedir. Bütün bu izahlar açık bir şekilde Hz. Peygamberin ticari işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18 yaşlarında başladığını gösterir. Kendisine saygılı olan bir insan olarak, fakir olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticarete atılmıştır. Bu amaçlarla da komşu ülkelere bilhassa sınır bölgelerindeki Yemen, Bahreyn ve Suriye kasabalarına, muhtemelen Habeşistan’a gitmiştir.(11)

Rasûl-i Erkek (sav) Hz. Hatice (r.a.) ile evlendikten sonra, bu defa işin idarecisi ve hanımının ortağı olarak ticarete eskisi gibi devam etmiştir. Buna bağlı olarak komşu ülkelere ve ülkesinin çeşitli ticari merkezlerine ve panayırlarına pek çok yolculuk yaptığı kesinlik kazanmıştır. Evlendiği yaştan peygamberlik görevi kendisine tevdi edilinceye kadar Arap Yarımadası’nın değişik bölgelerine, Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye gibi komşu ülkelere ticari seferler yaptı. Değişik insanlarla iş anlaşmaları yaptığına dair elde bulunan bazı kayıtlar, onun ticaretle ilgilendiğini göstermektedir. Hz. Peygamberin yıllar boyunca hiçbir iş yapmadan hanımının geliri ile yaşadığı düşünülemez. Otuz yaşlarının sonuna doğru daha ziyade tefekküre vakit ayırdığı doğrudur. Bunun için de Hıra dağında günler, haftalar geçirmiştir. Ancak daha önceki dönemlerinde otuzlu yaşlarının ortasına kadar normal bir ticaret adamı gibi çalışmıştır. Evlendikten sonra yaptığı üç ticari gezisi tarihe geçmiştir. Bunlar sırasıyla Yemen, Necd ve Necran’dır. Bunun yanında hac mevsiminde Ukaz ve Zü’lMecaz panayırları zamanında yoğun ticari faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir.(12)

Hz. Peygamberin Yaptığı Bazı Akitler

a- Satış Akitleri: Hz.Enes b. Malik’in rivayetine göre Ensar’dan bir adam Hz. Peygamber’e gelerek ondan bir şey istemiştir. Hz. Peygamber, “evinde bir şeyin var mı?” diye sorunca adam, “evet bir çulum var, bir kısmı ile örtünüyor, bir kısmını da yere seriyorum, bir de su içtiğim bardağım var” dedi. Hz. Peygamber “Onları bana getir” buyurdu. Adam hemen alıp getirdi. Rasûlüllah (s.a.s.) onları eline aldı ve “bunları kim satın alır” buyurdu. Orada bulunanların birisi, “bir dirheme alırım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “bir dirhemin üzerine kim artıracak” buyurdu. Orada bulunan bir başkası “iki dirheme ben alırım” dedi. Rasûlüllah onları, o adama satıp, malın sahibi olan Ensarlıya iki dirhemi teslim eti.(13)

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, kendisinden bir şey istemeye, yani dilenmeye gelen bir kimseye, böyle bir talebe rızasının olmadığını, “evinde bir şeyin var mı?” sözüyle açıkça belli etmiştir. En önemlisi evinden getirdiği şeyleri açık artırma (müzayede) usulü ile satarak ona bir alternatif sunmuş ve bu arada önemli bir ticari uygulama ve usul öğretmiştir. Ayrıca bu Hadis-i Şerif, müzayede ile malın satışının caiz olduğunu da göstermektedir.

b- Vekaleten Alışveriş Yaptırması: Hz. Peygamber birçok alım akitleri yapmıştır. Bu konuda Hz. Câbir şöyle anlatmaktadır: Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir gazaya çıktım. Devem beni geri bıraktı. Bu esnada Rasûl-i Ekrem yanıma gelerek, “Ya Câbir ne haldesin?” diye seslendi. Bunun üzerine ben, “Devem beni geriye bıraktı ve yorgun düştü de arkada kaldım” cevabını verdim. Hz. Peygamber hemen hayvanından inerek bastonu ile devemi çekti. Sonra bana: “Bin”dedi. Ben de bindim. Yemin olsun ki, hayvanım Rasûlullah (s.a.s.)’in devesini geçmesin diye ona engel olmaya çalıştığımı bilirim. Hz. Peygamber bana dönerek “deveni satar mısın?” diye sordu. Ben de evet, dedim. Onu bir ukıyye (40 dirhem) karşılığında benden satın aldı. Fakat ben aileme dönünceye kadar deveyle gitmemi şart koştum. Medine’ye varınca, deveyi ona götürdüm. Kıymetini bana verdi. Bundan sonra (evime) döndüm. Hemen arkadan birini göndererek, “acaba deveni alayım diye sana fiyat kırdırdığımı mı sandın?”dedi. Buharî ve Müslim’in rivayetine göre Hz. Bilal, ukıyyeyi ona teslim etmiş, daha sonra Rasûlüllah’ın emriyle onu geri çağırmıştır. Hz. Peygamber, “Deveni de dirhemlerini de al! O senindir” buyurmuştur.(14)

Urvetü’l-Barikî’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber kendisine bir koyun satın alması için bir dinar vermiş, o bu para ile iki koyun satın almış ve birini bir dinara satarak Rasûlüllah’a bir koyun ve bir dinar getirmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ona alışverişinde bereketle dua etmiş; artık bundan sonra bu sahabî, toprak satın alsa ondan kâr eder (kazanır)dı.(15)

Yine Hakim b. Hizam da Allah Resulü’nün bir dinar vererek kendisini kurbanlık bir hayvan almaya gönderdiğini rivayet eder. Hakim, bir dinarla bir koyun alıp, onu iki dinara satar.

Sonra bir dinara yine bir koyun alarak onu ve fazladan olan dinarı Hz. Peygambere getirir. Hz. Peygamber, ona dinarı sadaka olarak vermesini ve koyunun kurban edilmesini söyler ve yaptığı ticaretinde ona bereketle dua eder.(16)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki Hadis-i Şeriflerde Hz. Peygamberimiz, satın alma akdi yapmış ve ashaptan bazılarını kendisine bir koyun alması için vekil tayin etmiştir. Her iki sahâbî, Hz. Peygamber’in verdiği dinarla kârlı bir alışveriş yapmışlardır. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda onlara önceden izin vermediği halde namına yapılan bu satın alma işlemine rıza göstermiş, hatta onlara dua ederek memnuniyetini izhar etmiştir. Demek ki, müvekkilin daha sonra rıza göstermesi ve onaylaması halinde onun namına ve kârına yapılan alışveriş caizdir.

c- Veresiye-Ödünç Alımları: Hz. Peygamber, parası olmadığı zamanlar, borçla veya zırhını rehin vererek mal satın alırdı. Ebû Râfi’nin belirttiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.), bir adamdan ödünç olarak genç bir deve aldı. Sonra kendilerine sadaka develerinden bir deve geldi. Hz. Peygamber, Ebu Râfi’ye o zatın devesini ödemesini emretti. Bunun üzerine Ebu Râfi, “develerin içerisinde altı yaşındaki seçkin deveden başkasını bulamadım” deyince Hz. Peygamber, “ona, o deveyi veriniz; çünkü insanların en hayırlısı borcunu en iyi ödeyendir” buyurdu.(17)

Hadis-i Şerif’ten açıkça anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber birisinden genç bir deveyi ödünç olarak almıştır. Kendisine gelen develer içerisinde ödünç aldığı deveye muadil bir deve aranmış, ancak bulunamamıştır. Daha sonra iyi ve değerli bir devenin olduğu Hz. Peygambere haber verilince, mezkur devenin daha üstün ve kıymetli olmasına rağmen, o zata verilmesini emretmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, veresiye aldığı ve daha az kıymeti haiz genç devenin yerine, daha değerli bir deve vererek pahalı bir akit gerçekleşmiştir. Bir anlamda veresiye aldığı genç bir devenin yerine daha kıymetli deveyi teslim ederek vade farkını vermiş ve bunun hayırlı bir davranış olduğunu önemle beyan etmiştir.

Hz. Ebû Hüreyre ise şöyle rivayet eder: “Bir adamın, Rasûlüllah (s.a.s.) da alacağı vardı.

Rasûlüllah’tan kaba bir şekilde alacağını istedi. Bu durum ashabın ağırına gitti ve hemen adamın üzerine yürümek istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hak sahibinin gerçekten konuşma hakkı vardır” diyerek onlara, “Bu adam için bir baş deve (büyük bir deve) satın alın da kendisine verin” buyurdu. Ashap: “Biz ancak onun devesinden daha güzel bir deve bulabildik” dediler. Hz. Peygamber “Öyle ise onu satın alın da kendisine verin; zira sizin en hayırlınız borcu en iyi şekilde ödeyendir” buyurdu.(18)

Hz. Peygamber, ödünç aldığı küçük bir devenin yerine büyük bir deve satın alınmasını emretmiş ve alacaklıya bu şekilde bir tediyede bulunmuştur.

Abdullah b. Ebî Rebia şöyle haber vermektedir. “Hz. Peygamber benden 40 bin dirhem borç aldı. Kendisine mal gelince, bana olan borcunu ödedi ve şöyle buyurdu: “Allah aileni ve malını mübarek kılsın. En iyi borç ödeme, hamd (dua) ve borcu ödemekle olur.”(19)

Hz. Enes’in rivayetine göre Hz. Peygamber, Ebu Talha’dan “Mendûb” isimli atını ödünç almış, onunla kılıcını sıyırarak Medine’yi dolaşmıştır. Geri döndüğünde ise; “hiçbir şey görmedim, ama atının büyük bir deniz gibi (hızlı koştuğunu) buldum “ buyurmuştur.(20)

Ümeyye b. Safvan babasının şöyle dediğini anlatır: “Huneyn savaşında Hz. Peygamber, babamdan ödünç zırhlar istedi. Bunun üzerine babam, “Ey Muhammedi Bunu zorla mı alıyorsun?” deyince O, “hayır, onu ödünç olarak ve geri vermek şartıyla (alıyorum)”buyurdu. (Savaş esnasında) bunlardan bazısı zayi olunca Hz. Peygamber, bunları (n değerini) tazmin etmeyi teklif etti. O da “Ey Allah’ın Rasulü! Ben bugün İslam’ı istiyorum” dedi.”(21)

Hz. Peygamber’in zırhını rehin vererek alışveriş yaptığını görmekteyiz. Hz. Aişe’nin rivayetine göre, Hz. Peygamber, bir Yahudi’den vadeli yiyecek (buğday) satın almış ve bunun mukabilinde zırhını ona rehin bırakmıştır.(22)

Hz. Enes (r.a.)’in bildirdiği bir haberde ise Hz. Peygamber, aile halkı için arpa satın almış ve zarhını rehin vermiştir.(23)

Bütün bu Hadis-i Şerif’lerden, Hz. Peygamber’in veresiye alışveriş yaptığı, zamanı gelince de hemen borcunu ödediği anlaşılmaktadır. Hatta Hz. Peygamber, kendi silahını borç karşılığında rehin bırakarak bunun ehemmiyetini pratik olarak göstermiştir.

Sünnette Yer Alan Ticaret Kuralları

Hz. Peygamber’in, ticaret esnasında sözünü tuttuğunu, malları kararlaştırılan özellikle, kalitede ve zamanında teslim ettiğine dair dost- düşman herkes şahitlik yapmıştır.

Yukarıda yer yer temas ettiğimiz gibi o, müşterilerine, ortaklarına zorluk çıkarmamış ve ihtilafa sebep olan bütün muamele ve uygulamalardan şiddetle kaçınmıştır. Bütün meseleleri her zaman doğruluk, hakkaniyet ve barış içerisinde çözmek, karşısındakini hiçbir zaman aldatmamak onun vazgeçilmez prensibiydi.

Hz. Peygamber, bütün ümmet ve hatta bütün insanlık için adil, dürüst ve meşru ticaretin ve alışverişin temel ilkelerini de ortaya koymuştur. Risaletten sonra onun ticaret ve alışveriş hakkında buyurduğu sözler ve ortaya koyduğu kaideler evrensel ticaretin ana kuralları olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun cihanşümul risaletinin yanında, ehliyetli, liyakatli ve işi bilen bir uzman olarak ticari sahadaki sözleri ve açıklamaları, milletlerarası ticaretin dini, ahlaki ve insani cihetini oluşturmakta ve tayin etmektedir.

Rasûl-i Ekrem; tartıda, ölçüde, alım-satımda adaleti ve dengeyi tesis etmiştir. Çarşı Pazar kontrollerinde hile, aldatma, kandırma, kalitesiz mal satma, yeminle malları övme gibi uygulamalara hiç taviz vermemiş ve bunları yapanları en kesin ifadelerle uyarmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu bazı temel kuralları özetlemeye çalışacağız.

1) Çalışıp Kazanmak (Hayırlı Kazanç)

İnsanın meşru yolla çalışıp kazanması, el emeği ve alın teri ile ailesinin ve kendisinin maişetini temin etmesi çok önemli bir husustur. Hz. Peygamberimiz de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir kimse, kendi eliyle kazanıp yediğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allah ‘m peygamberi Davud (a.s.) kendi elinin emeği ile kazandığından yerdi.“(24)

Yine bir Hadis-i Şerif’te “Bir kimse, kendi eliyle çalıştığından daha güzel-hoş bir kazanç sağlamamıştır”(25) buyurulmaktadır.

İnsanın, kendi alın terini, güç, beceri ve kabiliyetini sarf ederek elde ettiği kazanca, hem Kur’an hem de Hadis-i Şerif’ler büyük önem atfetmişlerdir. Bütün bu Hadis-i Şerif’ler, meşru yoldan kazanmanın ve herkesin kendi el emeği ile geçinmesinin üstün ve değerli bir faaliyet olduğuna işaret etmektedir.

“El emeği ile kazandığı” tabirinden, kişinin kendi çalışma, gayret ve çabasıyla elde ettiği kazanç anlaşılmalıdır. Ancak bu çalışma çeşitli olabilir. Beyin gücü, fikir gücü ve tecrübe gibi âmillerle de kazanç sağlamak mümkündür. Burada önemli olan temel ilke, kazancın meşruiyetidir. “El emeği” tabiri ile, sadece elle, fiziki olarak çalışmak anlaşılmamalıdır. Bu konuda aslolan başkasına muhtaç olmamak, başkasının sırtından geçinmemek, meşru olmayan kazanç ve kazanç yollarından uzak durmak için bir mesleğe, bir özelliğe ve bir kabiliyete sahip olmaktır. Nitekim bazı peygamberlerin mesleği bunu doğrulamaktadır.

Adem (a.s.) çiftçi, Nuh (a.s.) marangoz, Idris (a.s.) terzi, Davud (a.s.) zırh ustası, Musa (a.s.) çobandı.(26)

Sunacağımız şu Hadis-i Şerif yukarıdaki izahımızı teyit etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e hangi kazancın daha faziletli ve güzel olduğu soruldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Kişinin kendi elemeği ile kazandığı ve meşru olan satış”diye cevap verdi.(27)

2) Haram Olan Şeylerin Ticaretinden Kaçınmak

Kur’an-ı Kerim’de yasaklanan şeylerin kullanılması haram olduğu gibi, ticareti yani, alım-satımı da haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak Kur’an’ında, “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah ‘tan başkası adına kesileni haram kıldı...’’(28) ifadesiyle Müslümanlara, kan, şarap, domuz ve ölü hayvanın etini haram kılmıştır.

Hz. Peygamber, bütün haram şeylerin ticaretini yasaklamış ve Yahudilerin işlediği cürmü ifade için şöyle buyurmuştur: “Allah Yahudilerin belâsını versin! Allah onlara ölü hayvanların iç yağlarını haram kılınca onu erittiler, sonra sattılar da parasını yediler.’(29)

Hz. Peygamber, köpeğin, fahişenin ve kâhinin parasının helal olmayacağını beyan buyurmuş ve bunların kıymetinin, fahişenin zina mukabili aldığı paranın ve kâhinin gelirinin haram olduğunu haber vermiştir.(30)

Ayrıca Hz. Peygamber, şarabı yapana, içene, taşıyana, taşıtana, içirene, satana, parasını yiyene ve satın alana lanet etmiştir.(31)

Yine Hz. Peygamber, “Şarkıcı kızları almayın, satmayın, öğretmeyin, onlara ödenen para haramdır”(32)
buyurmuşlardır.

Toplumu kemiren, her yönüyle insanları ezen ve ekonomiye büyük zarar veren faizi ve muamelesini yapanlara önemli ihtarda bulunmuş; faiz yiyene, yedirene ve şahidine, dövme yaptırana, yapana ve tasvir (heykel) yapana lanet etmiştir.(33)

Demek ki, her alım-satım, her kazanç ve alışveriş helal değildir. Bu açıdan Müslümanlar, ancak Kur’an’ın ve Sünnet’in meşrû kıldığı şeylerin ticaretini, alım ve satımını yaparlar.

Müslüman bir kimse, Kur’an’ın haram kıldığı şeylerin alım- satımını ve ticaretini asla yapmamalıdır.

3)- Şüpheli Şeylerden Kaçınmak

Ticarette şüpheli ve durumları belli olmayan şeylerden kaçınmak gerekir. Çünkü şüphe, harama yaklaştıran ve götüren bir olgudur. Şüpheli şeyleri yapanların harama girmesi ve faaliyetlerine ve işlerine haram bulaştırmaları daha kolay ve süratlidir. Diğer taraftan neyin haram ve helal olduğu açıkça ortadadır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında insanlardan birçok kimsenin bilmediği şüpheli şeyler de vardır. Bir kimse bu şüpheli şeylerden korunursa dinini ve namusunu korumuş olur. Şüpheli iş yapanlar harama düşebilirler. Bir korunun etrafında hayvanlarını otlatan ve korunun içerisine hayvanlarının dalması (girmesi) an meselesi olun çobanın durumu gibi, şüpheli şeyleri yapanların da harama düşmesi an meselesidir. Dikkat ediniz! Her hükümdarın bir korusu vardır. Dikkat ediniz!... Allah ‘m korusu da haram kıldığı şeylerdir. Şunu biliniz ki, vücutta bir et parçası vardır: O düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Yine şunu da biliniz ki, bu et parçası kalptir.’’(34)

Muhaddislerin cumhuru bu Hadis-i Şerif’i, “alışveriş” babında zikretmiştir. Âlimler, bu Hadisin İslam’da pek büyük bir mevkii olduğunda ittifak etmişlerdir. Bazılarına göre İslam’ın üç temel Hadis’inden birisidir.

Bunlardan birincisi, “ameller niyete göredir” hadisi, ikincisi, “kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeylere karışmaması, iyi Müslüman olduğundandır” Hadisi, üçüncüsü de yukarıda naklettiğimiz Hadistir. Alimlerin beyanına göre bu Hadisin yüksek mertebede olmasına sebep, Hz. Peygamberin bu Hadiste yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikah ve diğer konulara tenbih buyurması ve bunların helalden olmasına dikkat çekmesi, helalin nasıl bilineceğine irşat etmesi, şüpheli şeyleri bırakmaya teşvik etmesidir.(35)

Hadis-i Şerif’te, dini ve namusu korumak şüpheli şeylerden kaçınmaya bağlanmıştır. İnsanın kalbini her türlü tereddüt ve desiseden koruması da, şüpheli şeylerden uzak durmasıyla irtibatlandırılmıştır. İman ve marifetin merkezi olan ruhani kalbin, şüpheli şeylerden arındırılmasının önemli olması yanında, fizyolojik kalbin muhafazasında da, şüpheli şeylerden uzak durmanın tesiri oldukça büyüktür. Çünkü şüpheler içerisinde bocalayan insanın, psikolojisi bozulmakta ve bunun da fizyolojik kalbe etkisi önemli derecede yansımaktadır. Şüpheli şeyleri küçümseyen ve bu konuda hassas olmayan insan, zamanla haramları da yapmaya başlaması kaçınılmaz görünmektedir. Haramlarla kuşatılan insanların, acıma, merhamet, şefkat duyguları yok olmaktadır.

4) Aldatmamak

Başta Sahih-i Buhari olmak üzere muteber kaynaklarda zikridildiğine göre Hz. Peygamber zamanında pazarlar vardır. Ashabın önde gelenleri kendilerine yetecek ve halktan istemekten sakınacak kadar geçimlerini sağlamak için pazara gidip gelirlerdi. Hz. Peygamberin pazarlara gidip denetim yaptığı rivayet edilmektedir. Hz.Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday yığınına uğradı. Elini onun içine daldırınca parmaklarına ıslaklık değdi. Bunun üzerine, “Ey buğday sahibi! Bu ne?” buyurdu. Buğday sahibi, “Ey Allah’ın Rasûlü! ona yağmur isabet etti”, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“O (ıslak olan) kısmı, insanların görmesi için buğdayın üstüne koysaydın ya! Aldatan bizden değildir” buyurdu.(36) Hâle (r.a)’ın rivayetine göre Hz. Peygamber Bakî’deki Musallaya gitmiş ve elini bir buğday yığınının içerisine sokmuştur. Sonra elini çıkardığında, buğday yığınının bozuk ve muhtelif buğdaylarla karıştırılmış olduğunu görmüş ve bunun üzerine, “bizi aldatan bizden değildir” buyurmuştur.(37)

Birinci Hadis’te “ıslak kısmı üstüne koysaydın ya!” buyurulmasından anlaşılacağı gibi, satıcı buğday yığınını karıştırmış, altına ıslanmış buğdayları gizlemiştir. Islaklığın belli olmaması için de muhtemelen buğdayın götürü usulü ile satılması söz konusudur. Çünkü belli ölçülerde tartılmış olsa, ıslaklık ortaya çıkacak ve aldatma söz konusu olmayacaktı.

Çeşitli meyveleri, sebzeleri ve hububatı tezgahın üzerine koyarak iyilerini ön tarafa koymak ve dizmek, arka tarafını ve altını göstermeden her tarafının aynı kalitede olduğu izlenimini vermek suretiyle satış yapmak, müşterinin cazip ve aldatıcı bir reklamla gözünü ve bakış zevkini istismar etmek hem aldatma, hem de gayri ahlaki bir davranıştır. Böylelerini Hz. Peygamber, şiddetli bir şekilde kınamış ve azarlamıştır. İkinci Hadis-i Şerif’te ise, iyi mal ile kötü malı, kaliteli ürün ile kalitesiz ürünü karıştırarak hileli satış yapmanın da aynı şekilde Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını görmekteyiz.

5)- Malın Ayıbını Söylemek

Müslüman bir kimse, malını satarken ayıbını, eksiğini, ilk bakışta gözle görülemeyecek derecedeki kusurunu açıkça söylemeli ve hiçbir şekilde hangi mal olursa olsun defosunu gizlememelidir. Malının kusurunu gizleyerek satmak caiz olmadığı gibi ahlaki bir davranış da değildir. Kalitesi düşük bir malın, bir eşyanın üzerine daha kaliteli mal ve ürünün etiketini veya patentini yapıştırarak satmak, ahlak dışı bir uygulama ve yukarıda da belirttiğimiz gibi hileli bir satıştır. Hileli satış ise, İslam dini tarafından yasaklanmıştır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Bir Müslümanın, ayıbını açıklamadan kardeşine bir satış yapması (bir şeyi satması) helal değildir. “(38)

Demek ki, bir Müslüman, Müslüman kardeşine bir şeyi satarken, şayet malının ayıbı, kusuru, eksiği varsa söylemesi gerekir. Söylemediği taktirde bu satıştan elde ettiği kazanç helal değildir. Bir Müslüman, sadece kendi dindaşına karşı değil, bütün insanlara karşı aynı hassasiyeti göstermek durumundadır. Hz. Vasile (r.a.), Rasûlüllah (s.a.s.)’dan şöyle işittiğini söyler: “Bir kimse ayıbını söylemeden bir şey satsa Allah Teâlâ ‘nm gazabına uğrar ve melekler ona lanet eder. Bir malın mahiyetini (özelliğini) açıklamadan satmak hiçbir kimseye helal değildir.”(39)

Bu Hadis’te genel ifade kullanılmıştır. Bir Müslüman, yaptığı alışverişte herkese karşı aynı sorumluluğu taşımalı malının özelliğini, cinsini, kalitesini, ayıplı olup olmadığını, eksiğini ve kusurunu açıkça belirtmeli ve satışını ona göre yapmalıdır.

6)-Yeminle Mal Satmaktan Kaçınmak

Sebepsiz ve ulu orta yemin etmek doğru değildir. Dünyevî menfaatler sağlamak, malını satmak veya kaliteli ve kıymetli göstermek için Allah Teâlâ’nın adını alet etmek doğru olmadığı gibi vebali gerektiren bir fiildir. Hz. Peygamberimizin bu konudaki beyanları oldukça dikkate şayandır. “Yemin, malın harcanmasına, kazancın elden gitmesine sebeptir.”(40)

“Alışverişte çok yemin etmekten sizi sakındırırım. Çünkü yemin (malı) harcattırır; sonra (bereketini) yok eder.”(41)

Hadis-i Şerif’te kastedilen yemin, malın satılması için yalan yere yapılan yemindir. Yemin vasıtayla gerçek dışı bir beyan söz konusu olduğu gibi, müşteri de çoğu kere yemine aldanır. Yeminde göz boyama, hile, aldatma ve kul hakkına tecavüz vardır. Yemin, dış görünüş itibarıyla malın satışını, sürümünü ve sarfiyatını hızlandırır. Ancak Hadis-i Şerif’te açıkça işaret edildiği üzere alışverişte yemin etmek, gerçek manada malın bereketinin gitmesine ve yok olmasına sebep olur.

Yine başka bir Hadis’te şöyle buyurulmaktadır: “Allah Teâlâ, Kıyamet gününde üç kişiye (rahmet nazarı ile) bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için şiddetli bir azap vardır.

Birincisi, başa kakarak veren kimse, ikincisi, elbisesini yere uzatarak (kibirli ve çalımlı yürüyen) kimse, üçüncüsü, malını yeminle harcayan (satan, sarf eden) kimse.“(42)

Bir malın, yalan yere yemin edilerek satılmasının çok büyük bir vebal ve günah olduğunu bu Hadis’ten açıkça anlamaktayız. Böyle bir kimseye Allah Teâlâ’nın, âhirette rahmet nazarı ile bakmayacağı ve onu temize çıkarmayacağı belirtilmiş ve ayrıca çok elim bir azabın bu kimseye uygulanacağı haber verilmiştir. Bu sebeple, yalan söyleyerek mal satmak hem bu dünyada hem de âhirette kişinin aleyhine ve zarara girmesine sebep olur.

7) Alışverişte Kolaylık Sağlamak

Peygamberimiz Efendimiz (sav) ticaret yaptığı ve ortaklık kurduğu kimselere karşı çok nazik davrandığı malumdur. Alışverişinde kolaylık gösteren ve zorluk çıkarmayan kimselere dua etmiştir: “Satarken, satın alırken ve hakkını talep ederken kolaylık gösteren (yumuşak ve müşfik davranan) kimseye Allah rahmet etsin.”(43)

Alışverişte, müşteriye şefkat gösteren, merhametli davranan bir kimseye bu Hadis, önemli bir müjde vermektedir. İmkânı ve gücü olan işverenin ve ticaret erbabının satışlarında katı tutum yerine esnek ve müsamahalı davranmaları, müşterinin durumuna göre bazan az, bazan sermayesine, bazan da sermayesinin altında satış yapmaları, onların müşteriye bir yardımı, bir ikrâmı olur. Bu da İslam’ın güzel gördüğü bir davranış ve güzel ahlakın bir tezahürüdür.

8- Borçluya Mühlet Tanımak

Borcunu ödeme sıkıntısı içerisinde olan kimselere zaman tanımak, mühlet vermek, Kur’an’ın tavsiye ettiği önemli bir husustur. “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.”(44)

Âyetten anlaşıldığına göre, ödeme sıkıntısı olan kimseye zaman tanımak, iyi niyetine rağmen borcunu veremeyecek durumda olan kimseye, alacaklının alacağını sadaka olarak bağışlaması Kur’an’ın ifadesiyle güzel ve hayırlı bir davranıştır. Borçlu eğer zor durumda ise, ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir.

Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Borcunu ödeyemeyecek bu gibi borçlulara, tahakkuk eden alacağı sadaka olarak bağışlamak, onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Bu Âyet’in hükmü delâleti ve kapsamı açısından bütün borç çeşitleri için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.(45)

Bu konuda şu Hadis oldukça dikkate şayandır. “Allah’ın kendisine mal verdiği kullarından bir kul, Allah’ın huzuruna getirildi. Allah ona, ‘’Dünya’da ne yaptın? “diye sordu (kullar, Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler ya!). O kul, “Ya Rabbi! Bana malını verdin. Ben bu (malla) insanlarla alışveriş yaptım. Benim adetim (alışverişte) müsamaha göstermek idi.

Bu sebepten ben zengine kolaylık gösterir, fakire de mühlet verirdim” demişti. Bunun üzerine Allah, “ben buna senden daha lâyığım. Kulumu affedin!” buyurdu.(46) Görüldüğü gibi, kim olursa olsun alışverişte kolaylık göstermek, fakire zaman tanımak, bağışlanmaya ve affedilmeye vesile olmaktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Ticaretin önemi ve ticaret ahlakı, bu yazımızda anlatmaya çalıştığımız çerçeveyle sınırlandırılmayacak kadar geniş ve kapsamlı bir konudur. Alışveriş, hayatımızın bir parçası ve temel unsurudur. Alışveriş yapmadığımız gün hemen hemen yok gibidir. Ticaret, toplumların gelişmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Her sahada ticareti geliştiren ülkeler, dün olduğu gibi bugün de gelişmiş ve hakim ülkeler konumuna gelmişlerdir. Müslümanların ticarette gerilemeleri ve ticaretin gayri müslimlerin eline geçmesi neticesinde müslümanlar hiçbir ilerleme kaydedememişler ve mahkum duruma düşmüşlerdir. Şu tarihi hâdise, bu konuda çok önemli ipucu vermekte ve Müslümanların iktisadi, kültürel, sosyal ve siyasi alanlarda gerileyiş ve düşüşünün sebebini özetlemektedir: ‘Hz. Ömer Halifeliği sırasında pazara gitti ve oradakilerin çoğunun Nebatilerden olduğunu görünce üzüldü; halk (ashap) onun yanına toplanınca, pazarı terk etmelerinden dolayı onları kınadı. Onlar da kendisine şöyle dediler: Allah, bize nasip ettiği zaferle, bizi pazarlardan müstağni (muhtaç olmayan) kılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer ise şöyle dedi: “Allah’a andolsun, eğer böyle yaparsanız, muhakkak ki, erkekleriniz onların erkeklerine, kadınlarınız da onların kadınlarına muhtaç duruma düşecektir.” Hz. Ömer’in bu ümmet hakkındaki görüşü isabetli çıkmıştır. Ümmet, meşru ticaret yollarını ve başarıya ulaştıran usulleri terk edince, ticaret, başkalarının eline geçmiştir. Evet, ümmet, sağlık, eğitim, kültür, siyasi, iktisadi, sosyal ve teknolojik alanlarda başkalarına muhtaç duruma düşmüştür. Yeniden ayağa kalkmak için, Müslümanların ticarete, üretime yönelmesi ve bu alanlarda ciddi gayretlerin sergilenmesi zaruridir.

---------------------------------------------------------------

(1)   Bkz. İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Manzûr el-Efrîkî, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1990, II, 19; İslam Ansiklopedisi ,(MEB), İstanbul, 1979;XII/I. 257

(2)   Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, Ankara, 1998 Sh: 2222

(3)   Erdal Yavuz, Ekonomi Sözlüğü, İstanbul, 1984, Sh. 128.

(4)   İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid, es-Sünen, İstanbul, 1981,K. Ticârât: 2.

(5)   Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali, en-Nesâî, es-Sünen, İst. 1981, K.Büyu’,7; Ayrıca İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned- IV, 6.

(6)   Sünen-i Tirmizî-K: Büyu’, 4.

(7)   Bkz. Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, trc. Ömer Rıza Doğrul, Sadeleştiren, Osman Zeki Mollamehmedoğlu, İst. 1977,1, 131.

(8)   Ebû Davûd, es-Sünen, Edeb, 20; Ahmed b. Hanbel, III,” 425; Ibn Mâce, Ticârât, 63.

(9)   Afzalur Rahman, Hz. Muhammed (s.a.v) Sîret Ansiklopedisi-İstanbul, 1996, 271-272.

(10)   İmam Ahmed b. Hanbel, III, 432; Afzalur Rahman, a.g.e., II, 272.

(11)   Bkz. Afzalur Rahman, a.g.e., II, 272.

(12)   Ibn Mâce, Ticârât, 25; Ahmed b. Hanbel, III, 114; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Tirmizi, Büyü, 10.

(13)   Buharî, Ebû Abdillah Muhammeds b. Ismal El-Buhârî, es-Sahîh, İstanbul, 1981, Büyu’, 34; Şurût, 4; Hibe, 23; Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc, es-Sahîh, ist. 1981, Müsâkât, 115; Rda’, 57; Nesâî, Büyu’, 54; Dârimî, Büyu’, 46; Ahmed b. Hanbel, II, 299, 302.

(14)   Buharî, Menâkıb, 28; Ebû Dâvûd, Büyu’, 28; ibn Mâce, Sadakat, 7; Tirmizi, Büyu’, 34.

(15)   Sünen-i Tirmizi K Büyu’, 28.

(16)   Buharî, İstikraz, 4, 6, 7; Vekâlet, 5, 6; Müslim, Müskât, 118-122; Tirmizi, Büyu’, 73; Nesâî, Büyu’, 64; İbn Mâce, Ticarât, 62; Sadakat, 16.

(17)   Buhari-K: istikraz Müslim, Müsakât, 120.

(18)   Nesai-K.Büyu’: 97

(19)   Buharî, Cihad, 46, 50; Tirmizi, Cihad, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 171, 180, 274.

(20)   Tirmizî, Büyu’, 90; Ahmed b. Hanbel, III, 401; VI, 465.

(21)   Bkz. Buharî, Rehn, 2, 5.

(22)   Bkz. Buharî, Rehn, 1.

(23)   Sahih-i Buharî-K. Büyu’, 15.

(24)   Sahih-i Buharî-K. Büyu’, 15.

(25)   Sünen-i Ibn Mâce- K. Ticârât, 1.

(26)   Bkz. Ibn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahihi’l-Buhari, Beyrut, 1998, IV, 244.

(27)   İmam Ahmed b. HanbelEl Müsned- III, 466.

(28)   Bakara, 2/173; Mâide, 5/3.

(29)   Buharî, Büyu’,103, 112, Tefsir, Sûre, 6; Müslim, Müsâkât, 71-73; Ebû Dâvûd, Büyu’, 66; Tirmizî, Büyu’, 60; Nesâî, Büyu’, 93; Ibn Mâce, Ticârât, 11.

(30)   Buharî, Talak, 51; Ticâret, 20, Büyu’, 113; Libâs, 96, Tıb, 51; Müslim, Müsakât, 40, 41; Ebû Dâvûd, Büyu’, 64-66; Tirmizî, Nikah, 37, Nesâî, Büyu’, 91; Malik b. Enes, İst. 1981, el-Muvatta, Büyü, 68; Dârimi, Büyu’; 34; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 235, 289.

(31)   Ebû Dâvûd, Eşribe, 2; Ibn Mâce, Eşribe, 6; Tirmizî, Büyu’, 58; Ahmed b. Hanbel, I, 244, 316, IV, 227 .

(32)   Tirmizî, Büyu’, 51, Tefsîr, Sûre, 31; Ibn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 264.

(33) Bkz. Buharî, Libas, 82, 84, 85, 86, 88, 96; Tefsir, 59; Müslim, Müsakâk, 105-106; Libâs, 20; Ebû Dâvûd, Büyu’, 4; Tirmizî, Büyu’, 2; Edeb, 33; Nesâî, Zinet, 25; Ibn Mâce, Ticârât, 58.

(34)   Buharı, İman, 39, Büyu’, 2; Müslim, Müsakât, 108; Ebû Dâvûd, Büyu’, 3; Tirmizî, Büyu’, 1; Nesâî, Büyu’, 2; Kudât, 11; Ibn Mâce, Fiten, 14; Dârimî, Büyu’, 1; Ahmed b. Hanbei, IV, 267, 269-271.

(35)   Bkz. Ahmed Davutoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1977.

 (36) Müslim, İman, 164; Tirmizî, Büyu’, 74; Ibn Mâce, Ticârât, 36; Ahmed b. Hanbei, II, 50, 242, 417.

(37)   İmam Ahmed b. Hanbel, III, 466.

(38)   Sünen-i İbn Mâce-K.Ticârât, 45.

(39)   Buharî, Büyu’, 19; İbn Mâce, Ticârât, 45; Ahmed b. Hanbel, III, 491

(40)   Buharî, Büyu’, 6; Müslim, Büyü, 6; Ebû Dâvûd, Büyü1, 6; Nesâî, Büyü1, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 235.

(41)   Müslim, Müsakât, 132.

(42)   Nesâî, Büyu’, 5 .

(43)   Buharî, Büyu’, 16; Ibn Mâce, Ticârât, 28; Nesâî, Büyu’, 104; İmam Malik, Muvatta, Büyu’,100; Ahmed b. Hanbel, II, 340.

(44)   Bakara, 2/280.

(45)   Bkz. Yazır, a.g.e., II, 74-75.

(46)   Buharî, Büyu’, 17; Müslim, Müsakât, 29; Ibn Mâce, Sadakat, 14, Nesâî, Büyu’, 104; Ahmed b Hanbel, IV, 118, V, 395.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
28
İnaç Ahlak / Neslin Terbiyesi
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Eylül 18, 2024, 11:10:17 ÖÖ »


Neslin Terbiyesi

NESLİN terbiye ve ıslahı, Allah yolundaki cihad cümlesindendir. Neslin terbiye ve ıslahının terk edilişi, cihadın terk edilişi manasına gelmektedir. Terk edilen ve bilhassa Müslümanlara çok pahalıya mal olan hususlardan biri; hatta birincisi neslin terbiyesi ve ıslahı meselesidir. Diğer bir tabirle İslâm’ın iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğü şeyleri yasaklamak manasına gelen ‘emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’ meselesidir.

Terbiye ve ıslah meselesi bu kadar mühim ve lüzumlu olduğu halde asrımızda özellikle son senelerde bazı çevreler ıslah ve terbiyenin ihmaliyle yetinmemiş; neslin bozulması için akıl almaz tavırlar içine girmiş ve hayret edilecek bir tarzda meşru olan şeyleri yasaklamaya ve haram olan şeyleri cebren yaptırmaya çalışmışlardır. Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde neslin terbiye ve ıslahının terk edilmesi neticesinde akıl ile izah edilemeyecek fitne ve fesatlar ortalığı kasıp kavurmuştur. Acı da olsa şu bir gerçektir: Asrımızda insanoğlu kendi nesline ihanet etmektedir. Başka bir ifadeyle kendi fıtratına karşı savaşıyor. Çünkü insan fıtratı, neslinin devamını, zürriyetinin sürekliliğini ister ve kendisinin devamını çocuğunda görür. Bu devamlılık sadece fiziki boyutuyla değil, aynı zamanda mânevî ve kültürel boyutuyladır. İnsanların “hayırlı ” ve nebilerin “iyi zürriyet” talebi bu yüzdendir. Yani hayırlı bir nesil yetiştirmek, aynı zamanda fıtratımızın bir muktezasıdır.

Neslin terbiyesi, Peygamberlerin mesleğidir. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda Hz. Zekeriyya (a.s.)’ın Allah’tan temiz bir soy ve hayırlı evlâd talebinde bulunduğu ve Allahû Teâla’nın kendisini Yahyâ peygamber ile müjdelediği anlatılmaktadır.(1)

Hz. İbrahim (a.s.) önce “gulâm-ı alîm” (bilgin bir çocuk) sıfatıyla İshak (a.s.) ile müjdelenmiş;(2) bir başka seferinde de “gulâm-ı halîm” (yumuşak huylu bir çocuk) sıfatıyla İsmail peygamber ile müjdelenmiştir.(3)

Hz. İbrahim, hayırlı evlâd nimetine mahzar olmasının ardından; “Kocamış iken bana İsmail ve İshâk’ı veren Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbim, duaları işitendir. Rabbim beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz dualarımızı kabul buyur”(4) diye ilticâ etti.

Böylece zürriyetinin devamı olan çocuklarının kulluk bilincinde; Rablerini tanıyan mü’min kişiler ve hayırlı evlâd olmasını diledi. İbrahim ve İsmail peygamberlerin müşterek olarak yaptıkları duâda da aynı motifler dikkat çekmektedir: “Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan kıl. Soyumuzdan sana teslim olan bir ümmet yetiştir.”(5)

Hayırlı evlâdın, insanın ecrini artıracağını ve bereketlendireceğini şu Âyet-i Kerime ne güzel ifade etmektedir: “İnanan, soyları da inançta kendilerine tâbi olan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes inancına bağlıdır.”(6)

Allahû Teâla, kendisinden göz aydınlığı olacak eş ve çocuklar istememiz konusunda bize şöyle bir duâ talim ediyor ve buyuruyor ki: “Bize, eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et. Bizi takvâ ehline önder yap!”(7)

Bu dünyada mutluluk takvâ ehlinden olabilmektir; şeref ise takvâ ehline önder olabilecek bir kalbî kıvama ermektedir. Kur’ân-ı Kerim, hayırlı evlad olması istenen yavruya kazandırılması istenen kulluk bilinci ile sosyal kimliği Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasîhatinde şöyle özetlemektedir:

“Evladım namazını hakkıyla eda et, iyiliği yay! Kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret! Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdendir. Kibirli davranarak insanlara yüzünü eğme! Yerde yürürken çalımlı çalımlı yürüme. Çünkü Allah kibirle kasılan ve öğünüp duran kimseleri sevmez.” (8)

Neslin terbiyesi, evladü iyalin Sâlih olarak yetiştirilmesidir. Allah Rasûlü insanların hayır ve bereketinin üç şeyde olduğunu ifâde buyurmuşlardır: “İnsanoğlu ölünce amel defteri kapanır. Üç şey sebebiyle amel defteri açık kalır: Sadaka-i câriye, yararlanılan ilim ve hayırlı/ sâlih evlâd.”(9) Dikkat edilirse, “Sâlih evlad” miras bırakacağımız ilim kadar önemlidir.

Neslin terbiyesinden murad; “Sâlih evlad” yetiştirmektir. “Sâlih evlad”, İslâm kültürünün bir terimidir. İnsan neslinde ulaşılması gereken bir hedefi belirtir. “Dünya ve ahiret açısından iyiliklerle donanmış” kişiliğin ifadesidir. Kur’ân, Allah’tan talep edilen evlad profilini “göz aydınlığı, takva sahiplerine önder” ifadesiyle bildiriyor. Bu nedenle “Sâlih evlad”ın örnek bir Müslüman kişiliğinin ifadesi olduğunu düşünebiliriz. Neslin ilk terbiye mektebi, hiç şüphesiz muvahhid ailedir. Aile hayatı, perdesiz, savunmasız bir hayattır. Bu, şu demektir ki, gözaltında yaşar anne – baba. Her davranışı gözaltındadır. O yüzden bir şuur yüklemediği davranışlarından bile örnek alındığını bilmek zorundadır. Ve o yüzden alelâde davranışlarının bile insiyaki olarak, kendiliğinden güzelleşmesini sağlayacak bir süzülmüşlük içinde olmalıdırlar. Yani güzellik tabii hâl hâline gelmiş olmalıdır. Bu, güzelliğin ailenin dokularına sinmiş olmasıyla mümkündür. Orada da ana mimar anne – babadır.

Neslin terbiyesi konusunda örnek alınacak devre, peygamber devresidir. Tarihin en şerefli devresi de şüphesiz Allah Rasûlü’nün (s.a.v) yaşadığı devredir. Ondan sonra ashâbının, onun peşinden tabiîn devresi gelir. Bu devreler, gerçek bir kültür hazinesi ile doludur. Doğrusu hiçbir millete nasip olmayacak güzellikte de kayıtlara geçirilmiş, emek verilmiş ve korunmuştur. Hayatınıza yön vermek istiyorsanız bu hazînelere mürâcâat edeceksiniz. Azim, şevk tazelemek istiyorsanız, o günlerin havasını teneffüs edeceksiniz.

Gönül yumuşatmak, manevi haz almak istiyorsanız o günlere döneceksiniz. Kaybolan güzel hasletlerin aslını ve sâfiyetle dolu olanını bulmak istiyorsanız yolunuz oraya düşmelidir.

İlim, irfan, sadâkât, cesâret, iştiyâk, adâlet, fedâkârlık.. örnekleri görmek istiyorsanız bu hazîneyi karıştıracaksınız. Kısaca Allah Rasûlü’nün (s.a.v) ahlâkıyla ahlâklanmak, onun irşâdından pay almak istiyorsanız bu hâzineye baş vuracaksınız. Çok şeyler bulacaksınız. “Cilül Kur’ân” dediğimiz Kur’ân nesli bu devrede yetişti.

Annesinden doğan her çocuk İslâm içindir. İslâm dini, çocukların doğuştan suçlu olduğunu kabul etmez. Tam tersine, yaratılışta asıl olan temizliktir, iyiliktir, mâsumluktur.

“Berâat-i zimmet asıldır” düstûru esastır. İslâm’da, Hıristiyanlarda olduğu gibi doğuştan getirilen bir “aslî günah” anlayışı yoktur. Aksine her insan herkeste müşterek olan ortak bir “fıtrat” (kabiliyetler mecmuası) üzere yaratılır. Çevrenin telkîn ve terbiyesiyle, farklı dinlere inançlara yönelir iyi veya kötü olur. Şu hâlde, İslâm’a göre iyilik veya kötülük tamamen çevreye bağlı, sonradan kazanılan bir vâkıâdır. Bu bir terbiye işidir. Bu sebeple İslâm terbiyeye çok ehemmiyet vermiştir.

Neslimize Peygamber Efendimiz (sav)’in tamamlayıp miras bıraktığı “Mekârimu’l Ahlâk” ı kazandırmak, aslî vazifelerimizdendir. Bir Hadist-i Şerif’te Hz.Peygamber aleyhissalâtu vesselâm; “Bir baba evlâdına güzel ahlâk kadar kıymetli bir şey (mal-mülk vs.) veremez”(10) buyurmuştur.

 Müslüman kalmak istiyorsak behemehâl neslimizi imanla, İslâm’la, ihsânla terbiye edip yetiştirmeliyiz.

Nesil saksıda değil, hayatın içinde din ile yetiştirilir. Hayata dinimiz İslâm’ı hâkim kılmazsak, dinimizin hâkim olduğu bir atmosfer oluşturmazsak, neslimizi kaybetmek mecburiyetinde kalırız. Cemiyetlerin istikballerinin teminatı, geleceklerinin garantisi kalpleri Allah ve Peygamber sevgisi ile çarpan muvahhid nesiller ve hayırlı evlâd yetiştirmeye bağlıdır. Her meseleye kâmil bir yaklaşım tarzıyla çözüm üreten İslâmiyet, hayırlı evlâd yetiştirme konusunu da mukaddes umdeler arasına almıştır. Allahû Teâla buyurur ki: “Ey iman edenler nefislerinizi, eşlerinizi ve çocuklarınızı yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından koruyunuz.”(11)

Evleviyât olarak kendisini, sonra ailesini cehennemlik akîdelerden ve davranışlardan korumaya çalışmayan aile reislerinde hayır yoktur. Bakınız bu âyet-i Kerime’nin nüzûlündan sonra Hz. Ömer: “Ya Rasulallah! Kendimizi, Allah ve Rasülünün emirlerine itaat ederek cehennem azabından koruyabileceğimizi biliyoruz. Ancak eşlerimizi ve çocuklarımızı nasıl koruyacağımızı bilemiyoruz?” diye sordu. Allah Rasülü buyurdu ki:

“Allah’ın emirlerini onlara emreder ve yasaklarından onları sakındırırsanız, bu tavrınız onlar için cehennemden korunma vesilesi olur.”(12)

Müslüman babalar-analar, kendi evladlarının muallimleridir. Ana-baba, çocukları için canlı bir kitap gibi ahlâk kurallarını uygulayan en güzel örnektir. Nitekim Allahû Teâla buyuruyor; “Ailene namaz kılmalarını emret. Kendin de namaza devam et.”(13)

Allah Rasûlü’nün şahsında bütün ümmete yönelik olan bu emr-i ilâhîde Allahû Teâla hazretleri hayırlı evlâd yetiştirmenin onlara örnek/önder olmaktan ve onlara zaman ayırmaktan geçtiğine işaret etmektedir. Nitekim Allah Rasûlü bu ayetin nüzûlünden sonra bir ay süreyle kızı Fatıma’nın evine her sabah uğramış ve “haydi namaza” diye seslenmiştir. Çünkü herkes idaresi altındakilerden sorumludur.(14) Onun faziletinden, diyanetinden ve terbiyesinden mesuldür.

Bugün yaşadığımız İslâm’ı bizden önceki Müslümanlar bize ulaştırıp öğrettiler. Bizden sonrakilerin yaşayacakları İslâm’ı biz kendilerine ulaştırıp öğreteceğiz. Şayet bu hususta taammüden/kasden ihmalkâr davranırsak, kendisinden mesul olduğumuz nesle ihanet etmekle beraber aynı zamanda dinimiz İslâm’a da ihanet etmiş olacağız. Dolayısıyla neslin terbiyesi, biz Müslümanlar için bir hayat memat meselesidir.

----------------------------------------------------------------------

(1)   bk. Al-i İmran Sûresi/38-39; Meryem Sûresi/ 7-11

(2)   bk. el-Hicr Sûresi/52-53

(3)   bk. es-Saffat Sûresi/99-101

(4)   İbrahim Sûresi/37-40

(5)   el-Bakara Sûresi/128

(6)   et-Tur Sûresi/21

(7)   el-Furkan Sûresi/74

(8)   Lokman Sûresi/15-19

(9)   Sünen-i Tirmizî, Ahkâm, 36; Sahih-i Müslim, Vasiyyet, 25; Sünen-i Ebû Dâvud, Vesâyâ,17

(10)   Mişkâtü’l- mesâbih, Hadis No:4977

(11)   et-Tahrim Sûresi/8

(12)   Hak Dini Kur’ân Dili (M. Hamdi Yazır), VII, 5122 vd. İst/ 1971

(13)   Tâhâ Sûresi/32

(14)   bk.Sahih-i Buharî,Cuma,11, nikah, 81, Müslim, İmâre,20; Ebû Dâvud, İmâre,1; Tirmizî, Cihâd,27; İbn Hanbel, II, 45

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
 
29
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / Emanetleri Ehline Vermek Allah’ın Emrine Uymaktır
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Eylül 18, 2024, 11:03:09 ÖÖ »


Emanetleri Ehline Vermek Allah’ın Emrine Uymaktır

''Şüphesiz  ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emrediyor. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.”(1)

Emanet, İslâm’ın temel prensiplerindendir. İslâm’ın nasslarında ferdî ve sosyal huzurun, maddî ve manevî kalkınmanın temel esaslarından birisinin de emanet olduğu belirtilmiştir. Bazı âlimler, bu ayetin, özellikle yöneticiler, hâkimler hakkında indiğini söylemişlerdir.(2)

Bu ayet-i kerime şeriatın/dinin bütününü kapsamına aldığı için bu âyete “Ümmehatü’l Ahkâm” da denilmiştir.(3)

Yani hükümlerin anası nolan bir âyettir. Bu ayet-i kerime’deki Emanetleri ehline verme emri; her emanet için ve herkes için geçerlidir.(4)

Emanet, bir kimsenin izniyle alınan ve izniyle alınana faydası olan, ifsad olunmasından/dağılmasından, kaybolmasından emin olunan şey demektir.(5)

Emanet: Aslında insanın emin (güvenilir ve itimad edilen kimse olması) yani kendisine maddi veya manevi her hangi bir şeyin gön ül rahatlığı ile korkusuz bir şekilde teslim edilebilir ve istendiği zaman eksiksiz alınabilir bir şekilde bulunması anlamına masdar ve kısaca masdar olduğu gibi insanın emin olma durumuna, gerek Allah ve gerek insanlar tarafından herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de ismi meful (edilgen ortaç) mânâsına gelen masdarın ismi olmuştur ki, burada emanet bu mânâyadır. Hz. Abdullah İbn-i Mesud (r.a) hazretleri demiştir ki: “Emanet her şeyde lazımdır. Abdestte, cünüplükte, namazda, zekatta, oruçta vs. de.” İbnü Ömer hazretleri de demiştir ki: “Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, ‘Bu bir emanettir, senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak hakkıyla (helâl yerde) kullanılması hariç.” İşte bütün organların da böyle birer emanet olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emanetinde, kendine en faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya cahillik ile sonunda zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emanetini gözetmek, alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka adaleti, âlimlerin halkı batıl taassuba sevketmeyip dünya ve ahirette faydalı olan amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hainlik yapmaktan sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına karşı sadakatla (doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları ve çocukların terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.

Âyetin indirilmesinin sebebi hakkında meşhur olan rivâyet şudur: Mekke’nin fethi günü Rasûlüllah (sav) Mekke’ye girdiği zaman Kâbe’nin anahtar taşıyıcısı olan Osman b. Talha b. Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Rasûlüllah’a (s.a.v) teslim etmekten kaçınmış, “Allah’ın elçisi olduğunu bilseydim engel olmazdım.” demiş. Derhal Hz. Ali de Osman’ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâbe’nin kapısını açmış ve Rasûlüllah (s.a.v.) Kâbe’ye girip iki rekât namaz kılmış idi. Çıktığı zaman, amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan Zemzem sakalığı (hacılara su dağıtma vazifesi) ile beraber sedanetin (yani Kâbe kapıcılığının) birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) anahtarları Osman’a geri vermesini ve ona teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini Hz. Ali’ye emretti. Hz. Ali de anahtarları götürüp özür dileyince Osman: “Beni zorladın, bana eziyet verdin, sonra geldin (hatanı) düzeltmeye çalışıyorsun.” dedi. Hz. Ali de: “Senin hakkında Allahû Teâlâ Kur’ân indirdi.” deyip âyeti okudu. Bunun üzerine Osman, şehadet getirerek hemen Müslüman oldu. Kabe kapıcılığının (anahtarının taşınması görevinin) ebedî olarak Osman’ın zürriyetinde kalması hakkında bir de vahiy geldi.(6)

Sonra Osman Mekke’den hicret edip anahtarı biraderi Şeybe’ye verdi ki bugün de Kâbe’nin anahtarı Şeybe’nin torunlarındadır.

 Emanet; hem hukukullah ve hem de Hukuku’l İbad demektir. Yani İslâm Hukukunda emanet, Allahû Teâla’nın gerek kendi hukuku, gerekse yaratıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isim olarak tarif edilmektedir.(7)

Emanet kavramı, hem Kur’ân’da hem de hadislerde kullanılan önemli bir kavramdır. Kulluk kitabımız Kur’ân’da Allahû Teâla şöyle buyuruyor: , “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.”(8) buyurmaktadır.

Bu ayette Yüce Allah, emanetin, göklerin, yerin ve dağların çekemeyeceği kadar ağır ve önemli olduğunu belirtmektedir. Emaneti taşıma sorumluluğunu insan yüklenmiş ancak bunun gereğine göre hareket etmeyen, münafık, müşrik erkek ve kadınların, Allah’ın azabına uğrayacakları belirtilmektedir. Göklere, yere ve dağlara sunulan, fakat onların taşımaya güç yetiremeyerek taşımaktan korkup kaçındıkları “emanet” ne olabilir? Bu konuda sahabe ve tabiun âlimlerinden farklı yorumlar rivayet edilmiştir. Ancak biz insana yüklenen emanetin dinî vazifelerin tamamıyla ilgili bulunan sorumluluk olduğu kanaatindeyiz. Bize verilen emaneti, yaratılış amacına uygun olarak koruduğumuz takdirde bizi mutlu eder; koruyamadığımız takdirde mutsuz eder. Bunun için İslâm âlimlerinin çoğu, yukarıdaki ayette geçen “emaneti”, dinî vazifelerin tamamı, yani insanın yükümlü olduğu tüm emir ve nehiyler olarak yorumlamıştır.(9)

Emanetin ağır sorumluluğunu bildiren hadisler de vardır. Mesela, Abdullah b. Amr da Allah elçisinin şu sözünü rivayet etmektedir: “Dört şey sende varsa artık dünyadan kaybettiklerine üzülme: Emaneti korumak, doğru söylemek, güzel ahlâk ve helal rızık.”(10)

Emanetler, “en büyük emanet”le başlar. Yüce Allah’ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, “göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri”ne rağmen “insan”ın omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah’ı bulma, bilme ve O’na inanma emaneti. Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah’a ulaşma görevini yüklemiştir. “Allah’ın yardımı ile” diyoruz. Çünkü yüce Allahû Teâla “Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz”(11) buyuruyor.

İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur. “En büyük emanet” ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti. Hasılı kelam ayet-i kerime’de geçen emanetten murad; Hukukullah/ Allah’ın hukuku, hakları ile Hukuku’l İbad/kulların hakları husunda dinen uyulması insan üzerine vacip olan bütün vazifelerdir. Allah yolunda şehid olmak, bütün günahlara kefaret olur, ama emanete kefaret olmaz. Ahirette ihanet edilen emanetin hesabı sorulur.(12)

Yani emanet asla ihanet edilmeye gelmez. Abdullah İbn-i Mesud (R.a.)’in rivayet ettiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyuruyor: “Allah yolunda öldürülmek, bütün günahlara bir kefarettir” veya şöyle buyurmuştur: “Her şeye (kefarettir) emanet müstesna. Emanet ise; namazdadır, emanet oruçtadır, emanet söz söylemektedir. Bütün bunlar arasında en ağır olanı ise, emanet olarak bırakılan şeyleri korumaktadır.“ Bunu Hafız Ebû Nuaym “el- Hilye” de zikretmiştir.(13)

Âyet-i kerimenin herkes hakkında olduğunu söyleyenler arasında, el- Berâ b. Âzib, İbn-i Mesud, İbn-i Abbas ve Ubey b. Kâ’b da vardır. Onlar şöyle derler: Emanet her şey hakkında sözkonusudur. Abdestte, namazda, zekâtta, cünüplukta, oruçta, ölçüde, tartıda vedialarda (emanet bırakılan şeylerde.)(14)

Allah, Kur’ân’da çeşitli ayetlerde mü’minlerin vasıflarını saymaktadır. O vasıflardan biri de; “Mü’minler, emanetlerini ve verdikleri sözü yerine getirirler”(15) şeklindedir.

Emanete riayet, verilen sözde sebat, mü’minin şiarıdır. Çünkü hakları korumak, kul hakkına el uzatmamak farz; bunun aksine bir tutum ve davranış büyük günahtır. Allah’a ve ahiret gününe dosdoğru inanan mü’minler, bu anlayış içinde beşerî münasebetlerini sürdürürler ve bağlı bulundukları toplum ve cemaate her zaman güven havası estirirler. O bakımdan döneklik, vefasızlık, haklara saygısızlık, sözde sebat etmemek, kâfir ve münafıklara yakışan huylardır. İslâm’ın güven ve kardeşlik pazarında bunların hiçbir zaman yeri, alıcısı ve satıcısı yoktur.(16)

Müslüman hıyanet etmez, hakkı gizlemez. Çünkü hakkı gizlemek, emanete hıyanet etmek, münafıklık alametidir. Allah elçisinin tanımına göre, “Müslüman, insanların, dilinden ve elinden zarar görmedikleri, mü’min de insanların, canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kişidir.”(17)

Emanete ihanet, imana zarar verir. İmanın sıhhat ve selametini tehlikeye sokar. Rasûlüllah (sav) buyuruyor: “Emaneti olmayanın imanı da yoktur.”(18)

Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, vadettiğinde sözünde durmaz. Kendine emanet edilen şeye hıyanetlik yapar.”(19)

 Meşru olan her işin başına ehlini, erbabını getirmek icap eder. Şahsî ihtirasları ve çıkarları uğruna milleti hiziplere ayıranlar, ehil olmayan kişileri iş başına getirenler, ilahi emanete ihanet edenlerdir. Aile idaresi, toplum idaresi, devlet idaresi birer emanettirler.

Bu emanetleri ehline vermek, Allah’ın emrine uymaktır. Bunun için her konuda olduğu gibi devlet işlerinde de birine görev verirken gerçek kıstası ümmetine sunan Peygamber Efendimiz (sav), rasgele kişileri işbaşına getirmemiş, işbaşına getireceği kişilerde, takvayla birlikte liyakat ve ehliyet aramış ve bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların bir işine bakan kimse, o işi daha iyi yapacak biri varken bir başkasına verirse Allah’a, Resûlü’ne ve mü’minlere hıyanet eder.”(20)

Hz. Ömer de “Müslümanların başında bulunan kişi, dostluk veya akrabalık hatırına bir adamı bir işin başına getirirse Allah’a, Resûlüne ve Müslümanlara hıyanet etmiş olur.”(21) demiştir.

O halde yöneticilerin, her işin başına en uygun kişiyi bulup getirmeleri, dostluk, akrabalık, soyluluk ve ırk ayırımı yapmamaları gerekmektedir. Emaneti “Ehl-i Emanet”e emanet etmek, Allah’ın emrini yerine getirmektir.

Kur’ân-ı Kerim’in bu ayet-i kerimesinden açıkça anlaşılmaktadır ki; İslâmî hayatı sınırlamak ve sıfırlamak amacıyla yola çıkmış ideolojik kadroları toplum ve devlet idaresinden uzaklaştırmak, Allahû Teâla’ya imanı olanların müşterek görevleridir. Bu aynı zamanda Allahû Teâla’nın kalbimize yerleştirdiği nuru imanın da bir muktezasıdır. Dolayısıyla bu görev ihmale ve ihlale gelmez.

Emanetin ehli, insanlar arasında adaletle hükmedenlerdir. Adaletle hükmedenler, Allah’ın inzal ettiği hükümlerle hükmedenlerdir. İmam-ı Şafiî (Rh.a.) der ki: “ Adalet, Allah’a itaat ile amel edilmesidir.”(22)

Adalet için Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlılık esastır. Dolayısıyla Allahû Teâla’nın inzal ettiği hükümlerle hükmetmeyenler, emanet ehli sayılmazlar. Böylelerine bir emanet olan toplumun idaresi teslim edilmez. Şayet bir memlekette Allah’ın inzal ettiği hükümlerle hükmetmeyenlere, Allah’ın şeraitiyle nefislerini, ailelerini, cemiyetlerini ve devlet idaresini sevkü idare etmeyenlere toplumun idaresi, devletin idaresi teslim ediliyorsa söz konusu bu memlekette mukaddes emanet zayi’ olunmuş kaybedilmiş demektir.

Emanetin zayi’ olması, İslâm ümmetinin kıyameti demektir. Her işin başında bulunan kişiye, yaptığı veya yönettiği iş emanettir. Kur’ân-ı Kerim, ortaya koyduğu cihanşümul prensiplerle devleti bütün kademe ve kuruluşlarıyla değerlendirir. Kendine sahip olamayan, ruhuyla bedeni, dünyasıyla ahireti, işiyle ibadeti arasında denge kuramayan; hayatı sadece yeme, içme, eğlenme ve para kazanma çerçevesinde düşünen kişilerin başa geçmesine, idarî işlerin ağırlığını yüklenmesine cevaz vermez. Çünkü bu vasıfları taşıyanlar iş başına getirildiği takdirde, önce o memleketin kıyameti kopar. Bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e soruldu: “Ey Allah’ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?” Efendimiz bu soruya şu cevabı vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.”(23)

Hadîsi şerifte, işlerin ehil olmayanlara verilmesi, emânetin zâyii ve Kıyâmet’in kopma zamanı gibi üç önemli nokta ve tesbit önem arzetmektedir. Ayrıca bir de Hz. Peygamberin, öğrenci-öğretmen, müstefti ve müftî ilişkilerindeki usulün ne olması gerektiğini gösteren tavrı dikkat çekmektedir. Ancak biz bu davranışın ehemmiyetine işaretle yetinerek diğer hususlar üzerinde durmak istiyoruz. Hadisteki el-Emr kelimesi, din ile ilgili her işi ifade etmektedir. Bu, “iş” olarak birilerine tevdi edilen ya da birileri tarafından ortaya konulan her şeyi içine alan bir tesbit olmaktadır. Devlet yönetiminden en küçük kamu görevine kadar her türlü enerji, beceri ve ehliyet isteyen işleri kapsamaktadır. Dolayısıyla el-emr, Şarih Aynî’nin de belirttiği gibi, hilâfet ve kadılık yanında, bu sayımızın ana konusunu teşkil eden fetvâ’yı da içine almaktadır. Bilindiği gibi mahiyeti itibariyle fetvâ , dinin günlük hayata hakimiyetini, en azından olayların akışı içinde dinî esaslar çerçevesinde kalabilmeyi sağlayan dinamik, yetişmişlik ve ağır sorumluluk gerektiren fevkalade ciddî bir danışmanlık işidir. Nitekim bir başka hadîsi şerifte işin bu yönlerine şöylece dikkat çekilmiş bulunmaktadır:

“Allah Teâlâ, ilmi insanlara lütfettikten sonra hâfızalarından zorla söküp almaz. Ancak âlimlerini ilimleriyle birlikte aralarından alır, geriye kara cahil bir grup kalır. Halk bunlara mes’elelerini götürür, onlar da kişisel görüşleriyle cevap verirler. Böylece hem halkı saptırır, hem de kendileri saparlar.”(24)

Âlimler, işin ehli olan kimselerdir. Müslümnların işleri, Müslümanların emanetleridir. Müslümanların işleri cahillere bırakılamaz.İşin ehil olanlara verilmemesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan kalkmış olmasından ileri gelir. İşin aslını bilenlerin bulunduğu bir ortamda ehil olmayanlara işlerin verilmesi normalde düşünülemez. Ama ortalığı kesif bir cehalet kaplamış, gerçekler ters yüz edilmiş ise, işler kapanın yani ehil olmayan kimselerin elinde kalır. Bu da toplumlar için bir çeşit kıyâmet demektir. Hemen işaret edelim ki, ilmin yok oluşu alimlerin yok oluşu demektir. Nitekim bu hadisin bazı rivâyetlerinde bu durum açıkça “alimlerin yokluğu, ilmin ortadan kaldırılmasıdır” şeklinde belirlenmektedir Kabzu’l-ilm, raf’u’1-ilm hep zehabu’l-ulemâ olarak gösterilmektedir. Diğer taraftan İşin ehil olmayanlara verilmesi, hadisimizden öğrendiğimize göre emânet’in zayi edildığinin açık işâretidir. Böylece alimlerin yokoluşu ile emânetin zayii arasında fevkalade sıkı bir ilgi bulunmaktadır Emânet ise, maddî-manevî değer ve sorumlulukların hepsine birden verilen isimdir. Bu demektir ki emânet, ilme emânet edilmiştir. İlim kalmamışsa, emânet zayi edilmiş demektir. Dolayısıyla ulemasını kaybetmiş Müslüman bir toplumun kıyameti kopmuştur.

 Tefsirini öğrenmeye çalıştığımız bu ayet-i kerime’de “Emanetler” tabiri geçiyor.

Dolayısıyla her emanetin bir ehli vardır. Asr-ı saadette iki kişi, Allah Resulü’ne gelip kendilerini emir tayin etmelerini rica ettiler. Allah’ın Elçisi: “Biz, işimizi isteyene ve makam düşkününe vermeyiz”(25) buyurdu.

Hz. Peygamber, kendisinden valilik isteyen Ebu Zerr Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “Ebu Zerr, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de yerine getiren müstesnadır.”(26)

Yine amcası Hz. Abbas (r.a) bir yere vali olarak görevlendirilmesini talep ettiğinde ona, bu işin çok mesuliyetli olduğunu hatırlatarak vazgeçmesini söylemiştir. Ünlü vezir İshak Paşa’nın ehil olmayan bir kişiyi önemli bir göreve atadığını tespit eden Fatih Sultan Mehmet Han, ona: “Paşa, bu hatayı ikinci kez işlersen sadece vezirliği değil, başını da alırım! Devlet-i Al-i Osmanî ancak dürüst, liyakatli ve bilgili kişilerin omuzlarında yükselebilir.” demiştir.(27)

Zeminin dar olması, zamanın zor olması emanete ihanetin gerekçesi olamaz. Emanet herkese karşı gözetilir, herkesten alınan emanet sahibine geri verilir.(28)

Hz. Peygamber (s.a.v.), “Sana emanet verenin emanetini öde, senin emanetine hıyanet edene sen hıyanet etme.”(29) buyurmuştur.

Bir başka hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.): “Mutlaka hakları sahiplerine ödeyeceksiniz. Hatta kıyamet günü boynuzsuz koyun, kendisini toslayan boynuzlu koyuna kısas yapacak (o da ona toslayarak hakkını almış olacaktır.)”(30) buyurmuştur.

Emanete riayet, hakka ve hukuka riayet cümlesindendir. Emanete riayet etmeyenler, emaneti ehline vermeyenler, haksızlardan, hukuksuzlardan sayılırlar. Emanetlerin ehli olanları yetiştirmeyenler, emanetlere ihanet etmekten öteye geçemezler. Emanetlere ehil insanların yetiştirilmesi, Müslümanlar için her günün cihadından sayılır. Mukaddes emanetlere sahip çıkmanın alâmeti çağın Firavunlarını genelde insanlığın, özelde ise İslâm ümmetinin idaresinden uzaklaştırmak için söz ve işbirliği yaparak çalışmaktır. Emanetleri ehline vermek bunu gerektirir.

--------------------------------------------------------------------

(1)   Nisâ Sûresi//58

(2)   Taberî, Ebû Câfer Muhammed b.Cerir, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, Mısır 1954, IV, 201; İbn Kesir, age., I, 516

(3)   El- Camai-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 5, Sh: 255, Beyrut/ 1965

(4)   Tefsirü Keşşaf (Zemahşerî) C:1, Sh:223, Mısır/ 1947

(5)   Ahkâmu’l Kur’ân (İbnü’l Arabi el- Maliki) C: 1, Sh:570-571, Beyrut/1988

(6)   Medarikü’t-Tenzil ve Hakaiki’t-Te’vil. (Ebü’l-Berekat Hafizüddin

Abdullah b. Ahmed b. Mahmud Nesefi) C:1, Sh: 232, İst/ 1984; El- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 5, Sh: 256-257, Beyrut/ 1965

(7)   Molla Hüsrev, Mir’atü’l-Usul fi Şerhi’l-Mirkat ve’l-Usul, İst, 1307, I, 591

(8)   Ahzab Sûresi/72

(9)   Râzî, Fahruddin Muhammed, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut 1990, XXV, 235; Hâzin, Alâeddin Ali b. Muhammed b. İbrahim el-Bağdâdî, Lübâbu’t-Te’vîl fî Meâni’t-Tenzîl, Beyrut trs, V, 279; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, Mısır trs, III, 523-524; Suyutî, Celalüddin, Dürrü’l-Mensur, Beyrut trs., II, 113

(10)   Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 177

(11)   Ankebut Sûresi/ 69

(12)   Tefsiru’l Kur’ân’il Azim (İbn-i Kesir) C:1, Sh:515, Beyrut/ 1969

(13)   Mecmau’z Zevaid ve Menbau’l Fevaid (el- Heysemî) C:5, Sh:292-293, Beyrut/ 1988

(14)   El- Camai-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 5, Sh: 256, Beyrut/ 1965

(15)   Mü’minun Sûresi/8; Meâric Sûresi/32

(16)   Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, C: 12, Sh: 6378, İzmir/1991

(17)   Sünen-i Nesâî, İman, 8

(18)   Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, 3/135)

(19)   Sahih-i Buharî, İman 24, Edeb, 69; Müslim, İman 107, 108

(20)   Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-Te’vil, (thk. M.Fuad Abdulbâkî), Kahire trs, V, 1334

(21)   Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-Te’vil, (thk. M.Fuad Abdulbâkî), Kahire trs, V, 1334

(22)   Er- Risale (İmam-ı Şafiî) Sh: 25, Beyrut/Mektebetül İlmiyye

(23)   Sahih-i Buharî, İlim: 2

(24)   Buhârî, İ’tisam 7, Müslim, İlim: 14, Ahmed b. Hanbel ll,203 Ayrıca biraz farklı ifadeler için bk Buhârî, İlim: 34, Müslim, ilim: 13, Tirmizî İlim :5, ibn Mâce, Mukaddime: 8, Dârımî, Mukaddime :26

(25)   Sahih-i Buharî, Ahkam: 1

(26)   Sahih-i Müslim, İmaret: 16

(27)   Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, C: II, Sh: 1349. İzmir/1991

(28)   El- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam Kurtubî) C:5, Sh: 256, Beyrut/ 1965

(29)   Sünen-i Tirmizî, Büyu’ 38; Ebu Dâvud, Büyu’: 79

(30)   Sahih-i Müslim, Birr 15; Tirmizî, Kıyamet: 2

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
30
Eğitimle İlgili Makaleler / Aile Eğitiminde Baba Evin Baş Öğretmenidir
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Eylül 18, 2024, 10:54:38 ÖÖ »


Aile Eğitiminde Baba Evin Baş Öğretmenidir

AİLE toplumun en küçük ama en önemli parçasıdır. Ailenin sağlıklı olması, bireylerin kimlikli/kişilikli olmasını beraberinde getiren bir unsurdur. Bu da toplumun sağlıklı yapısını oluşturur. Günümüzde boşanmaların hızla tırmandığı bir dünyada yaşıyoruz.. Huzur kaynağı olması gereken evlerimiz stres hastalığından komada!. Sükun bulduğumuz/ sükun bulmamız gereken yuvalarımız sıkıntı odağı olmuş. Gerçeği görmek istemeyenlere rağmen ısrarla çözümün, aile yuvalarının “Tevhid” temeli üzerine inşa edilmesinin tek çare olduğunu dillendirmek ve de mutlaka elimiz altındakileri salih amel ve güzel ahlâk ile mücehhez kılmak durumundayız.

Neden Müslüman ailelerde sorunlar yaşanmaktadır?.. Neden çağa bir Mus’ab, bir Fatih, bir Sümeyye yetiştiremiyoruz? (!). Cevabı çok açık; Teslimiyet ve temsiliyet sorunumuz var!. Çok şey biliyor/okuyor olabiliriz. Bilgimizi salih amel ve güzel ahlâka dönüştüremeyince, sadece aile de değil, genel olarak ümmet fotoğrafımız da netleşemiyor!. İnsanı başı boş bırakmadığını beyan eden Allah (cc), hayatımıza rehber olması için kitap ve peygamberler göndermiş ve her şeyi açıklamıştır. Gönderilen kitabı gereği gibi okuyanlar hem dünya ve hem de ahiret saadetine ereceklerdir.

Kitap Yaşanmak İçin Gönderilmiştir!.

Kur’an’ın daha ilk sayfasını açtığımızda “Elif. lam. mim. İşte bu kitap Allah’tan hakkıyla korkanlar için rehberdir/kılavuzdur.” (Bakara Sûresi:1. 3) Kılavuz yol gösterendir, hayatı öğretendir. Hayat kitabımız ailelerin nasıl olması gerektiğini açıklamış, bu konu da modeller sunmuş, bu çağın ve her çağın müntesibine yol göstermiştir.

 “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (Enam Sûresi: 153)

İslam’dan başka yollar/ideolojiler/sistemler/dinler “La” ile red edilerek “İlla” deyip Tevhid dinine/yoluna dahil olan; hayata dair ne varsa, hükmünü yalnızca Allah’tan alacağını ilan eden insan, aile kurarken de bu ilkeden hareketle, bu gerçek dairesinde yuvasının temelini atarak aile ortamını huzur/hudu/ sükun/ bulunan bir cennete (bahçe) çevirir.

 Aile ise aynı hedef için bir araya gelmiş, hedef birliği olan insanlar topluluğudur. Ve insan bir Adem ve bir Havva’dan yaratılmıştır. Biri diğerinin zevci, yani yarısı/eşidir. Tıpkı bir elmanın yarısı gibi, bir parçası olmazsa diğeri yarım kalır. İlk aile olma özelliğini taşıyan Adem ve Havva (a.s) ise hedef birliğine sahiptiler. Hayat kitabımız bir de bize Hz. Lut’un (a.s) karısından bahseder. O ise imraetun diye ifadelendirilir; yani bir kadın. İnsan cinsinden biri ama zevc değil.. Bunun nedeni açık. O kadın Hz. Lut ile hedef birliğinde değildi. Demek ki önce eşler birbirlerine zevc olmayı becermek zorundadırlar..

Şimdilerde nerede ocaklarımız diyerek arayıp sorsak da bir ocaktır aile;

Saygının, sevginin, şefkatin, huzurun, sükunun, güvenin, fedakarlığın ve birliğin ocağı.

Sağlam temel üzerine inşa edilirse bir okuldur aile.. Bugün sokaklarımızdan, okul önlerimizden, gençlerimizin gidişatından memnun değil de rahatsızlık duyuyorsak bunun çaresi evlerimizin Tevhid temeli üzerine kurulup bir mektep işlevi yapmadığındandır..

Kur’an’ın çizdiği aile modelinde ana prensip; temelin, Allah’a, yalnızca Allah’a kulluk düsturu üzerine kurulmuş olması gerekir.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Sûresi: 56) Sadece aile kurmanın temeli değil yaratılış gayesi budur aslında. Kulluk; yaygın anlayışta namaz, oruç. vb gibi özel ibadetler olarak algılansa da söz dinlemek, itaat etmek, boyun eğmek manasındadır. Yalnızca Allah’a kulluk demek ise; hayatta yalnızca Allah’ın dediği olur manasındadır özetle.

Niçin aile sorusunun cevabı taraflar açısından net olmalıdır!. Kulluk yürüyüşünde dayanışma içerisinde olmak, davanın yüküne birlikte omuz vermek, evlatları birer kul yetiştirmek, hayatın imtihanında sınavı birlikte dayanışarak vermek ve birlikte kazanabilmek için!. Cennet yolculuğunda yol arkadaşı olan zevc!. Bu nedenle zevc seçmek ve temeline Tevhid, harcına takva yerleştirmek mesele. Böyle ailelerde ana ve babanın görevleri bellidir. Çocukların maddi ihtiyaçlarından daha fazla manevi ihtiyaçlarını karşılamak ana ve babaların birincil görevlerindendir. Kur’an’ı Kerim’de Lokman (a.s) örneklendirilerek çocukların ilmi ihtiyaçlarının karşılandığı ilk mekanın aile olduğu anlatılmaktadır. Babanın çocuğuna vermesi gereken ilimler şöyle sıralanmıştır.

1: Lokman oğluna öğüt vererek:  “Ey yavrum! Allah’a ortak koşma. Allah’a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman Sûresi: 13)

Babanın çocuklarına ilk öğretmesi gereken Tevhid ve şirktir. Şirk affedilmeyen bir suçtur. cehennemde ebedi kalmaya sebeptir. Sorumlu ana ve babaların bu konuyu asla ihmal etmemeleri kulluk vazifeleri arasındadır. Kapitalist/seküler anlayış çalışma mesai sistemiyle aile hayatının düzenini alt üst etse de evin reisi olan baba mutlaka çocukların eğitimine vakit ayırma durumundadır.

2: Çocuklara iman ve ahiret bilincini öğretmek.

“Lokman: ‘Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da, Allah onu getirip ortaya koyar. Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibidir ve herşeyden haberdardır.” (Lokman Sûresi: 16)

3. Çocuklara amel eğitimi vermek.

“Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel ol. Başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.” (Lokman. 17)

 4: Çocuklara ahlak eğitimi vermek;

“İnsanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez.

Yürüyüşünde orta yolu tut. Sesini fazla yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman Sûresi: 18-19). Tüm bunlar kuru bilgi olarak verildiğinde elbette hiç bir tesiri olmayacaktır. Ana ve babanın söylediklerinin canlı şahidi olmaları eğitimin yarısıdır. Ahiret ve hesap var ve unutulmaması gereken bir husus da şudur ki Allah’ın hesabı çetindir...

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10