Son İletiler

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10
21
Mutlulık Yolu İslam / Kaliteli Kulluğun Kriterleri
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:37:45 ÖÖ »


Kaliteli Kulluğun Kriterleri

Akıl, irade, sezgi, vicdan, insaf, feraset, hakkaniyet vs. gibi birçok imkân ve kabiliyetlerle dünyaya gönderilişimiz, aslında üzerimizde sınav için gerekli şartların da tahakkuk etmesi demektir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıracak donanımda yaratılmış olmamız kulluğumuzun ayarını yükseltmek için de geçerlidir. Her şeyin kalitelisine talip olan insana kulluğunu da kaliteli yapması daha çok yakışır. Rabbimiz bizlere bahşettiği sayısız nimetler ve yeteneklerin karşılığında bizden iyi bir kulluk ister. İyi bir kulluk nasıl olur? Bunun ölçüsü, “Her insan İslam fıtratı üzerine doğar.” hadisinde açıkça görüldüğü gibi fıtratımızda ve vicdanımızda aslen mevcuttur. Kur’ân ve onunla gönderilen Efendimiz (sav) ise bu temiz fıtrata bizi tekrardan çağıran, onu hatırlatan, onu pekiştiren bir görevle aramıza gelmiştir. O’nun Hayatı ise bu temiz fıtratı en mükemmel ve muhteşem bir şekilde ortaya koyan kusursuz bir örnektir. Evet, Efendimiz (sav) örnektir iyi bir kul için, sonra örneklik anlamında O’na en çok benzeyenler sahabelerdir. Özellikle Hulefa-i Raşidin, dört büyük halife, cennetle müjdelenen on büyük sahabi dört başı mamur örneklerdir. Günümüzde de bu kişilerin canlı örnekleri vardır. Geçmiş asırlarda sahabelerden sonra gelip İslam’ı sahabeler gibi yaşayan âlimlerimiz olmuştur. Mezhep imamlarımız, hadis imamlarımız ve her yüzyılda bir gelen müceddid unvanına sahip âlimlerimiz kaliteli kulluğun öncü ve örnekleridir.

Bugün de hâlâ, tarihe mâl olmuş bu şahsiyetler gibi şahsiyetler sayıları az da olsalar aramızda yaşıyor. Kıyamete kadar da yaşamaya devam edecekler. Çünkü bununla ilgili hadisler çoktur:

“Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (Ebu Davud, Melahim, 1)

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (İmam Ahmed b. Hanbel’in Kitabu’z Zühdünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir.)

İşte bu hadisle belirtilen kişiler aramızda yaşarlar. Eğer bunlardan gaflette isek onlar bizi görür de biz onları görmeyiz. Baksak da göremeyiz. Yanından geçer, karşısında oturur, aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşır, birlikte yemek yer, çay içer fark etmeyiz. Niçin? Çünkü o tarakta bezimiz yoktur. Efendimiz’le (sav) beraber yaşadığı halde O’na bakıp da göremeyen Ebu Cehiller ve o meşrepte insanlar gibi. Allah (c.c.) bizleri bakıp da göremeyenlerden etmesin.

İyi bir müzisyenin değerini layıkıyla, müziğe âşık insanlar takdir eder. Sesi güzel olanı ve şarkıları güzel yorumlayanı, en iyi bu işle iştigal eden kişiler anlar. Müzikten anlamayanın yanında şarkı söylersen “Yeter, kafamı ütüledin!” der. Anlayan birisi ise “Mest ettin, sarhoş ettin; ne olur bir şarkı daha söyle!” der.

İyi bir ressamı da resme merakı olan tanır, kıymetini bilir. Yoksa resim sanatından anlamayanların arasında Leonardo Vinci gibi resimler yapsan kimse “aferin” demez. Belki ölünce bir gün kıymetin anlaşılır. “Vay be onunla aynı zamanda yaşamış da bu sanatçıyı görememişiz, yazık bize!” derler.

Nitekim Efendimiz’in (sav) çağında yaşayıp O’nu görenlerin kimisi O’nu tanıdı, âşığı olup O’nun yoluna baş koydu, kimi tanıyamadı düşmanı oldu. Kimi de hiç fark etmedi bile.

Bizler bu âleme Allah’ın (c.c.) halifesi olarak geldik. Bizim görevimiz, halifelikten ne anlamamız gerektiğini bulmak, düşünmek ve sonra buna göre yaşamaktır.

Allah insanı İslam fıtratı üzerine yaratmıştır demek, her insanda iyilikten anlayan bir damarın yaratılıştan var olduğu anlamına gelir. Nitekim kendisi iyi birisi olmasa da her insan, iyi bir insanı tarif et desen tarifini çok güzel yapar. “İyi insan: cömert, fedakâr, bağışlayıcı, sevgi dolu, mütevazı, sıcak, sevecen, sempatik, sencil vs. olur.” der.

Allah (c.c.) kulundan ne ister? Bu sorunun cevabı zor değildir. Önce doğru ve güçlü bir iman ister. Emirleri ve tavsiyeleri doğrultusunda yaşayan ve kendini seven, şükreden, nankör olmayan kullar ister. İhlas, samimiyet, gayret ister. Kaliteli kulluğun sırrı güçlü bir imanda, güçlü bir Allah sevgisindedir. Bu ikisini ele geçirmek için çalışmak ve yapılması gerekeni yapmak akıllılıktır. Yoksa bir rüya gibi kısa olan şu dünya hayatını gerçek sanıp bütün yatırımını ona yapan insanların sandığı gibi akıllılık; sadece dünya hayatına yönelerek zengin ve varlıklı olmak, büyük makamlar elde etmek için çalışmak değildir.

Efendimiz (sav) akıllı kişileri bakın nasıl tarif eder:

-Akıllı kimse kendini hesaba çekip ölüm için hazırlanandır.

-Akıllı, Allah’a ve Peygamber’e inanıp ibadetlerini yapandır.

-En akıllı, Allahu Teâlâ’dan en çok korkandır.

Aişe validemiz sordu:

-Ya Rasulallah! Üstün olmanın ölçüsü nedir?

-Akıldır, aklı çok olan daha üstündür.

-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi, iyi işler yapan daha kıymetli değil mi?

-Ya Aişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.

Özetle diyecek olursak aslında akıllılık, kulluğu kaliteli yapmaktır. Kaliteli kulluk ise sağlam bir itikat ve imanla olur. Allah’a (c.c.) iman ise delilledir. Kimin Allah’a imanı ile ilgili delilleri güçlü ise onun imanı öyle sağlamdır. Kişiyi harekete sevkeden bu deliller çok önemlidir. Bu delilleri güçlendirmek için çalışmak çabalamak gerekir.

Allah azze ve celle Kur’ân’da şöyle buyuruyor: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda (âfakta) ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin’in, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) Demek ki Allah’ın varlığının delilleri hem çevremizde hem de içimizde mevcut. Âfaktaki deliller, çevremizdeki tüm evrendir. Yaratılmış olan, evrendeki bütün hayranlık veren nizam ve intizam içindeki tüm varlıklar, güzel bir çocuk, güzel bir çiçek, bir böcek vs. her şey.

Bu deliller çok güzeldir ama güçlü bir iman için tek başına yeterli değildir. Bu delillerden daha etkili olanı ve insanı daha çok eyleme geçireni ise enfüsî delillerdir. Yani nefsimizdeki deliller.

Şöyle bir örnek verelim: Bir yemek ustası bize yemek yapsın ve görselliği on numara olsun. Ama yemeğin tadına baksak beğenmesek artık o yemeğin görselliği bizi etkilemez. Önemli olan lezzettir çünkü. Dilimiz, damağımız ondan hoşlanmadı, görsellik bitti. Âfakî delil görselliktir, enfüsî delil ise lezzettir. Lezzeti de güzel olsaydı dört dörtlük olurdu. Aynen bu örnekte olduğu gibi Allah’a (c.c.) imanın deliller itibariyle iki cephesi vardır. Biri görselliktir ki evrendeki nizam intizamdır; biri de insanın duygularıyla, sezgileriyle, ruhuyla bu güzelliği algılaması ki bu ikincisi birincisinden önemlidir. İmanı, matematiğin soğukluğundan, sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların sıcaklığına taşımak gerekir. Yine bir örnek verelim. İstisnaları hariç tutarak diyebiliriz ki çocuklar annelerini babalarından daha çok severler. Veya anne ile olan sıcak ilişkiler baba ile olmaz.

Bunun sebebi babanın çocuklarına yaklaşmasındaki resmîlik ve soğukluktur. Anneler içlerindeki sevgi ve şefkatin itmesiyle her zaman daha fazla sevgi dolu, daha şefkatli, fedakâr, merhametli ve sıcaktırlar. Babaların, çocuklarının kendi çocukları olduğunu bilmesi onları tek başına sıcak ve sevgi dolu yapmaz. Allah’a (c.c.) iman da öyledir. Bir kişinin Allah’ın varlığına ait delilleri matematiksel anlamda kesin olsa bile, iman için tek başına bu bilgi yeterli değildir. Bir kişi hâşâ Allah’ı sevmezse iman etmez, tıpkı şeytan gibi. Şeytan Allah’ı bilir ama iman etmez. Niye? Çünkü O’na kızdı ve isyan etti. Allah’ı bilip de inkâr etmek olur mu, demeyin. Çocuk babasını sevmeyince, ondan nefret edince, “Benim senin gibi bir babam yok!” diye inkâr ediyor. Var ama bana göre yok, “Ölse ölüsüne gitmem!” diyor. Oğlundan nefret eden babalar da var: “Benim senin gibi bir evladım yok!” diyor ve babası çocuğunu duygusal anlamda öldürüyor. Yani duygular öyle önemli ki fiziken evlat ama duygusal anlamda değil.

İşte duygularla iman bu kadar önemli ve bizim en büyük sorunumuz burada. Bugün çok da iyi anlayamadığımız, haklarını yeterince veremediğimiz, hatta kimi gurupların tağut diye düşman oldukları tasavvuf büyükleri bunu fark etmişler. Ve Allah (c.c.) ile duygusal yaklaşımın, sevginin, dostluğun farkına varmış, bunun peşine düşmüşler. Ve de çok başarılı olmuşlar. Bu konu derin konu velhasıl…

Kulluğunu kaliteli yapan kişilerin içlerinde bir huzur vardır. Kaliteli elbise giyenlerin, kaliteli arabaya binenlerin, güzel temiz evde oturanların huzur ve rahatlığı gibi yani. Bunun tadını alanlar hep bunu isterler. Kaliteli kulun duasının başka bir tadı vardır. Beş dakika namaz kılsa bir saat dua eder. Uzun uzun münacatlar yapar, Rabbi ile konuşur. Buna münacat lezzeti denir. Gazali (rahmetullahı aleyh) böyle anlatır. Saatlerce dua eder, saatlerce namaz kılarlar. Namazında kaliteyi yakalayamayan kişi beş dakikalık namazı zor eda eder. Diğeri ise namazı uzatmak için sureleri uzatır da uzatır. Öyle ki bir rekâtta Kur’ân’ı hatmedenler vardır. Bunların bedenleri yorulsa da ruhları müthiş haz alır namazdan. Yemek örneğinde olduğu gibi; görünüşte yemek yiyen biri devamlı ağzını oynatır yorulur. Dışarıdan bakan ve yemek yemenin lezzetini bilmeyen birisi “Ne anlıyorsun aynı şeyleri ağzına alıp da çiğnemekten, yorulmadın mı?” diyebilir. O yorgunluğu aldığı lezzet nedeniyle hissetmediğini anlayamaz.

Efendimiz (sav) “Bana dünyadan üç şey sevdirildi. Bunlardan biri gözümün nuru namazdır.” buyurmuştur. Yani namazdan müthiş haz alırmış ve yorulunca ruhen dinlenmek için “Ezan oku da namaz kılalım ya Bilal.” dermiş. Efendimiz (sav) gibi ashabı da namazdan müthiş keyif ve haz alırmış. Örnekleri çok. Onlardan sonra gelen âlimler içinde de böyle örnekler çok. Aramak, bulmak ve görmek lazım… Merhameti nasıl görürüz?

Gözler bunu görmez. Sevgi ve şefkat de gözle değil yürekle hissedilir. Sevgi ve şefkatten göz değil gönül lezzet alır. İmanımıza sadece aklımızı değil yüreğimizi de katarsak o iman hakiki iman olur. İmanı hakiki olanın namazları ve tüm ibadetleri gönlüne, bedenine yük olmaz; aksine ibadetlerden ruhları tarife gelmez şekilde haz alır, lezzet alır. Kulluğunu kaliteli yapanların en önemli vasıflarından biri namaza verdikleri önemdir.

İmam Rabbanî kaliteli kulluğun öncülerinden çok büyük bir âlim… Talebelerine yazdığı mektuplarında namazla ilgili söyledikleri çok dikkat çekici:

Allahu Teâlâ seni hakiki rütbelere yükseltsin! Bilmelisin ki namaz, İslam’ın beş şartından, dinin beş esasından ikincisidir. Bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslam’ın beşte bir parçası ise de bu toplayıcılığından dolayı yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur.

İnsanı Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işlerin ilki olmuştur. Âlemlerin Efendisi ve peygamberlerin (sav) en üstünü olan Efendimiz’e, Miraç gecesi cennette nasip olan ru’yet şerefi, dünyaya indikten sonra dünyanın hâline uygun olarak kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki “Namaz müminlerin miracıdır.” buyurmuştur.

Bir hadiste, “İnsanın Allahu Teâlâ’ya en yakın olması namazdadır.” buyurmuştur. O’nun yolunda tam izinde giden büyüklere, o ru’yet devletinden bu dünyada büyük pay namazda olmaktadır. Evet, bu dünyada Allahu Teâlâ’yı görmek mümkün değildir. Dünya buna elverişli değildir. Fakat O’na tâbi olan büyüklere, namaz kılarken ru’yetten bir şeyler nasip olmaktadır.

Namaz kılmayı emir buyurmasaydı, maksadın, gayenin güzel yüzünden perdeyi kim kaldırırdı? Âşıklar maşuku nasıl bulurdu? Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların şifa vericisidir. Ruhun gıdası namazdır. Kalbin şifası namazdır. “Ey Bilal, beni ferahlandır!” hadis-i şerifi bunu göstermekte, “Namaz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir.” hadis-i şerifi bu arzuya işaret etmektedir.

Dünyada ‘asıl’dan alabilmek için miraç lazımdır. Bu miraç, müminin namazıdır. Bu nimet, yalnız bu ümmete mahsustur. Peygamberlerine tâbi olmak sayesinde buna kavuşurlar.

Evet, namazını miraç yapabilenler kaliteli kulluktan yana nasipli olanlardır demek ki.

Yine kaliteli kulluğun temeli Allah (c.c.) sevgisine ve ihlasa dayanır. Allah sevgisinden ve ihlastan mahrum kulluğun kaliteli olması mümkün değildir.

Yine büyük imam İmam Rabbanî’ye göre tasavvufun vazifesi ihlasın elde edilmesidir. Tasavvuf yolundaki tüm çilelerin, mücahede ve müşahedelerin asıl maksadı ihlasın kemâle erdirilmesine hizmet etmektir. Allah’a (c.c.) giden manevî yolculuk sırasında sufilerin iç âlemlerinde yaşadıkları manevî haller ve geçici zevkler esas gayeyi yansıtmaz. Tarikat ve hakikat makamlarının kat edilmesinden maksat, insanı rıza makamına götüren ihlası elde etmektir. (36. Mektup)

İmam Rabbanî, kâmil ihlası elde etmek isteyenlere iki şeyi tavsiye eder: Allahu Teâlâ’yı zâtı için sevmek ve O’nda fânî olmak. Kul, Rabbi’ni bir menfaat karşılığı ile değil de sırf O’nun kulluk yapılmaya layık olması sebebi ile sevmeli ve bu sebeple O’na ibadet etmelidir. Bunu yaparken kendinden geçerek, hiçbir amelini göremeyecek hale gelmelidir. Zira bir insan sevdiğine olan aşkı arttıkça yaptığı fedakârlıkları da görmez olur.

Neticede akıllı insan yaptığı her işi ve görevi özenle yapan insandır. Allah’a (c.c.) kulluk bizim en önemli görevimizdir. Bunu layıkıyla yapmak insana verilen büyük nimetlerin ve yüce payelerin şükrü anlamında da önemlidir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
22


Mucize Bir Yeteneğimiz Konuşmak

Şüphesiz ki dil, lisan, yani konuşmak ve konuşarak her şeyi, en karmaşık hadiseleri en ince teferruatına kadar anlatabilmek insana ait mucize bir yetenek. Hiç bunun üzerinde uzunca şöyle bir tefekkür edebildik mi bilmem. Bugün yeryüzünde kaç dilin konuşulduğunu, kesin bir sayı vererek söylemek güç olmakla beraber Britannica Ansiklopedisi bu sayıyı 2.500-5.000 arasında veriyor.

Her insan belli bir yaşa gelince konuşmaya başlıyor ve bu nedenle konuşmak çok sıradan bir şeymiş gibi algılanıp üzerinde düşünülmüyor. Hâlbuki dil hakkında hâlâ cevapsız kalan soruların sayısı oldukça fazla... İki üç yaşında bir çocuk nasıl konuşmaya başlar? Bunu, etrafında konuşulanları dinleyerek mi öğrenir? İnsanlar, henüz dil bilimcilerin bile tam olarak anlayıp ortaya koyamadıkları dil bilgisi kurallarını nasıl öğrenmiş olabilirler? Kelimeler nasıl oluyor da bu kadar karmaşık kurallara uygun şekilde ağzımızdan dökülüyor? Kelimeler ve cümleler nasıl ve nerede anlam kazanıyor? Neden yaklaşık 3000 değişik dil oluşmuş? Zihnimizde ne oluyor da bunlar kelimelere ve cümlelere dönüşüyor? İşte bu soruları ve karmaşık dil bilgisi kurallarını, bütün hayatlarını dilleri incelemeye adamış dil bilimciler hâlâ tanımlayamamışlar.

Netice olarak diyebiliriz ki ağız, dil, dudak, ses telleri, sinirler, beyin ve diğer organlarımızın koordineli bir eylemi olan konuşma fiili, Rabbimiz’in üzerimizdeki eşsiz bir sanatıdır. Nitekim ayette: “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahmân, 55/3-4) buyruluyor. İşte bu mucize eylemin doğru kullanılması rahmet vesilesi iken, yanlış kullanımı ise fitne sebebi felaket ve yıkım sebebi olabiliyor... Yunus Emre’nin aşağıdaki beyitte çok güzel ifade ettiği gibi:

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı,

Bal ile yağ ede bir söz.

İnsanoğlu, zihin ve gönül dünyasındaki düşünce ve duygularını genelde en açık bir şekilde hep sözlerle ifade etmiş ve dil ise her zaman akla da kalbe de tercümanlık yapmış… Dolayısıyla sözler kişilerin duygu ve düşüncelerini, akabinde kişinin aklî seviyesini ve fikir yapısını, karakterini, kültürünü, ilim ve irfanını, velhasıl her şeyini ele verebiliyor. Kullanırken dikkatli olmak lazım yani… Evet, sözler bizi ele veriyor. Böyle olunca sözlerde önce doğruluğun, sonra güzelliğin, sonra faydalı gayelerin ve güzel niyetlerin bulunması gerekir. Yani sözlerimiz yalandan, dolandan, cehaletten uzak olmalı, hak ve hakikate tercüman olmalı…Doğru olmayan sözlerle, iftiralarla, insanların kul hakkı statüsüne giren gıybetlerini yapmakla diller kirletilmemeli ve bu mucize yeteneğimiz, her organımız gibi bir gün hesabı verilecek emanettir unutulmamalı… Açıkçası bu hususta, Efendimiz’in “Ya hayır söyleyin, ya susun!” (Buhârî, Edeb, 31) uyarısı her daim şiarımız olmalı… Dolayısıyla İslam, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuş. Mesela, Efendimiz (sav): “Bir mü’min her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamd ederek konuşmaya başlamalı. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir.” buyurmuş. (Ebû Dâvûd, İbni Mâce)

Evet, besmeleyle başlayan bir konuşmanın içinde kötülükleri taşıyan sözcüklerin bulunması zor olur şüphesiz. Allah’ı zikretmek ve anlatmaksızın sadece dünyaya ait uzun süreli konuşmalar yapmak da insanın kalbini Allah sevgisinden uzaklaştırır ve kalpleri katılaştırır. Hâlbuki Rabbimiz merhametlidir, sevgi doludur ve kullarından bu anlamda kendine benzeyen merhametli ve yumuşak kalpli olanlarını sever. Katı kalpli olanlarına ise onların namaz ve niyazlarına bakmaksızın değer vermez, itibar etmez. Hadiste de bu açıkça belirtiliyor: “Katı kalpli olanlar Allah’tan en uzak kimselerdir.” (Tirmizî, Zühd, 62)

Başlarda da ifade ettiğimiz gibi konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlama noktasında önemli bir yetenek… Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini konuşarak ifade ederler. Bu sebeple gönlümüzde olan güzel duyguların yeri ve zamanı gelince sözlerle ifade edilmesi çok önemlidir. Dil ile ifade edilmeyen sevgi duyguları veya beğeniler, cömert kişilerin servetlerini saklamasına benzer. Toplumumuzda böyle bir iletişim bozukluğu had safhada maalesef. Babaların, eşlerine veya evlatlarına içlerindeki güzel duyguları izhar edecek söz ve davranışları her fırsatta sergilemeleri gerekir.

Mesela “Eşimin beni sevdiğini ağzından bir kere duymadım.” diyen hanımlar, “Babamdan, beni sevdiğine dair bir sözcük işitmedim.” diyen kız ve erkek çocukları toplumumuzda çok fazla… Bu ithama maruz kalan babalar, hem eşlerini hem de çocuklarını çok seviyor olabilirler. Ama dilin önemi burada açığa çıkıyor. Dilimizle güzel sözleri söylemekten bizleri engelleyen gelenek ve göreneklerin, şeytanî adetlerin, gurur ve kibrin tuzağından kurtulmak gerekir.

Evet, bir kimsenin kullandığı dil ve üslup, onu hayatta sevilen, sayılan, başarılı bir kişi kılabildiği gibi; sevimsiz, çekilmez, itici veya değersiz birisi de yapabilir. Gereksiz yere konuşmayan ve konuşunca gıybetten, topluma ve insanlara zarardan dilini koruyanlar için çok güzel müjdeler vardır.

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve namusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikâk, 23)

O halde sözlerimizin önce Allah katında sonra da insanların nezdinde bir değer taşıması gerekir. Bu değeri ise, sözlerimizin hakkı ve hakikati ne kadar yansıttığı, insanlar için nasıl bir hayır taşıdığı belirler. Yani sözlerin değeri bununla ölçülür. Bu değerler ölçüsünde sözlerimiz ibadete ve akabinde ceza veya mükâfata mucip bir amele dönüşür. Bu gerçeği Yüce Rabbimiz şu âyet-i kerime ile haber vermiştir: “Ey iman edenler!

Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Ahzâb, 33/70-71) Bunun anlamı, doğru ve güzel sözler söyleyin ki bu sözlere bağlı olarak sünnetullah gereği işleriniz düzelsin. İnsanlar sizi sevsin saysın, bu güzel eyleminiz dünyadaki yaşamınıza bir kalite katsın. Allah da bu güzel davranışınızdan dolayı kaçamadığınız kusur ve kabahatlerinizle sizleri ahirette muaheze etmesin, bağışlasın.

EFENDİMİZ’İN(SAV) KONUŞMA ADABI

İnsanlığa her konuda örnek olduğu gibi konuşma ve söz söyleme konusunda da örnek olan Efendimiz’in (sav) hayatı ve sözleri incelenirse konuşma adabı ile ilgili şöyle bir sonuç çıkıyor:

1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhatabın seviyesine göre konuşmak, gerektiğinde önemli görülen ifadeleri tekrar etmek.

“Resûlullah’ın (sav) konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)

2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalardan ve insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmekten şiddetle kaçınmak.

Sevgili Peygamberimiz:

“Şüphesiz ki Allahu Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur. ( Ebû Dâvûd, Edeb, 94)

3. Bağırıp çağırmak suretiyle yüksek sesle konuşmaktan kaçınmak.

Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla Lokman aleyhisselam, oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir:

“(Yavrum!) Yürüyüşünde tabii ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları şeklindeki konuşmalardan kaçınmak.

5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkını meclisin büyüklerine bırakmak.

Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyan edebilirler. Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl, ilk önce söze başlayınca, Efendimiz (sav): “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır. (Buhârî, Cizye, 12)

6. Az ve öz konuşmak, lüzumsuz tafsilattan kaçınmak.

Allahu Teâlâ mü’minlerin güzel yönlerini ifade ederken “O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) buyuruyor.

7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınmak.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85)

8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi, henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemekten sakınması.

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikâk, 23)

9. İkili ilişkilerde insanı müşkül duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir.

“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbni Mâce, Zühd, 15)

10. Her hâlükârda doğruyu konuşmak, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmak.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 33/70-71)

11. Gelecekle ilgili konuşurken “inşallah” demek.

“Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım.’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve; ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir.’ de.” (Kehf, 18/23-24)

Ne yazık ki günümüzde büyük ölçüde bu kurallara uygun bir şekilde söz söyleme sorumluluğuna dikkat edilmiyor ve sorumsuzca, söylenen sözlerle nice olumsuzluklar, nice huzursuzluklar yaşanıyor. Mesela aileler arası kavga ve boşanmalara, cinayetlere, kalp kırma ve küskünlüklere, kin ve düşmanlıklara, sorumsuzca sarf edilen bir küçük söz neden olabiliyor.

Asılsız sözlerin, araştırılıp teyit edilmeden dillere dolanması ise çok vahim bir durumdur ki: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6) ayetine ne kadar zıt bir durumda olduğumuzu gösterir. Yani açıkça ben yapmadım ben söylemedimle kurtulamazsınız. Yalan yanlış sözlerle insanların şeref ve itibarlarına saldıranlar kadar, araştırma gereği duymadan onlara inanan ve itibar edenler de sorumluluk ve vebal sahibidir.

Efendimiz’in konuşma adabı üzerine öğrettikleri ile konuşabilmeyi, zandan ve tüm kötülüklerden kaçarak yaşayabilmeyi Rabbim bizlere kolay kılsın.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
23


Her Hastalığın İlâcı Vardır  Yalnız Ölüme Çare Yoktur

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir."

 Sebebi bilinsin veya bilinmesin, insanın dünyada yakalandığı, her hastalığının tedavisi, ilacı vardır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak lazımdır. Her şeyin yaratılmasında müşterek, ortak olan manevi sebep, sadaka vermek ve yetmiş kere (Estağfirullah min külli mâ kerihallah) duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder.
 
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
 
(Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur.)
 
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir.)

(Hastalarınızı, sadaka vererek tedavi ediniz!)
 
Neden bahsederse bahsetsin, Kur’ân-ı kerimin her âyeti, her harfi şifadır. Hadis-i şerifte, (İlaçların en iyisi Kur’an-ı kerimdir) buyuruldu. (İbni Mace)

Peygamber efendimiz üç türlü ilaç kullanırdı. Kur’ân-ı kerim veya dua okurdu. Fen ile bulunan ilaçları kullanırdı. Her ikisini karışık kullanırdı. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(Kur’ân-ı kerimden şifa beklemeyen, şifaya kavuşamaz.) [Deylemi]

Kur’ân-ı kerim ve dua, şartlarına uygun okunursa, elbette şifa verir. Okuyanın ve hastanın buna inanması gerekir. Haram işleyenin ve itikadı düzgün olmayanın okuması fayda vermez. Kur’ân-ı kerimi ücretle okumak haramdır. (Tefsir-i Mazhari)
 
İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir. Bunun için de, İslâmiyete uygun yaşamak lazımdır. İslâmiyete uymakta gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilaç almalı, perhiz etmeli ve fakirlere sadaka nezretmeli, adakta bulunmalı ve sık sık sadaka vermelidir. Perhiz, yani rejim yapmanın câiz ve lazım olduğunu, Teyemmüm âyeti göstermektedir. (Su zarar verince, kullanmayın, teyemmüm edin!) mealindeki âyet-i kerime meşhurdur.
 
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile bir eve gitti. Meyve getirdiler. Hazret-i Ali'nin gözleri ağrıyordu. Meyveden kendisi yedi. Hazret-i Ali'ye (Sen yeme! Göz ağrısına zarar verir) buyurdu. Pişmiş pazı ile arpa getirdiler. (Bundan ye! Gözüne fayda verir) buyurdu.
 
Ödemi olanlara (Su içmeyin! Suya perhiz ediniz!) buyururdu.
 
İslâm âlimleri, tıp ve tedavi üzerinde çok kitap yazdı. Bunlardan Dâvüd-i Antâkî'nin, (Tezkiretü lil-elbâb) kitabı ve Türkçe (Nusret Efendi Risâlesi), İbrahim Ezrak'ın, (Teshîl-ül-menâfi) kitabı, Ebû Abdullah Zehebî'nin, (Et-tıbbün Nebevî)si çok kıymetlidir.
 
Perhizi, hadîs-i şeriflerden ve tecrübeli kimselerden ve tabipten, doktordan öğrenmelidir. İlaç kullanmak ve perhiz yapmak sünnettir. Vacip ve farz olduğu yerler de vardır.

Hasan Yavaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
24
Kur'an'ı İklimi / Kuran'a Daha Sıkı Sarılmak Gerek
« Son İleti Gönderen: melek Nisan 30, 2024, 08:42:36 ÖS »


Kuran'a Daha Sıkı Sarılmak Gerek

Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir". (Maide-16) "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus-57)

Bu ve buna benzer daha sayısız ayet Kur'an'ın hayatımız için vazgeçilmez önemini ifade eder. Rabbimizin ifadesiyle o karanlıklar da elimizde bir meşale, bir nurdur. Hasta kalplerimiz için ise sonsuz bir şifa kaynağıdır. Bu ve buna benzer vasıfları, üstünlükleri nedeniyle elimizden düşmemesi gereken bir kitap olmalıdır. Öyleki O Yüce Kitabı Rabbimizden(Celle Celalühü) dinlercesine, Cebrail'den(as), Efendimizden (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) dinlercesine okumalı, emirlerini baş tacı etmeli ve yasaklarından da kaçınmalıyız.

Peki, "Kur'an bugün toplumumuzda gerekli bu ilgiye mazhar mıdır?" diye kendimize bir soru yöneltecek olursak buna verebileceğimiz gerçekçi cevap maalesef "Hayır" olacaktır.

Evet, Hazreti Kur'an…

Saygıdan elimize alamadığımız, yükseklere kaldırıyorum diye hayatımızdan da kaldırdığımız mukaddes kitabımız. ..

Allah'ın(Celle Celalühü) sözü, kullarına hitabı.. O'na saygı göstermek gerekli tabiiki, ama elimize almaktan korkmak suretiyle değil elbette...

Hazret-i Kur'an hayatımızın her safhasına yön vermeli, her attığımız adımı ondan izinle atmalıyız.. O öylesine bizimle iç içe olmalı.

Hazret-i Peygamberin(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahlakı sorulduğunda Hazreti Ayşe(ra) : "Siz hiç Kur'an okumuyor musunuz? O yaşayan bir Kur'an'dır" der.

Bizler de Allah'a(Celle Celalühü) inanmış müminler olarak bu imanımızın gereğini yapmalı ve baştan sona Kur'an'la şekillenmiş bir hayat için mücadele vermeliyiz.
Kur'an'ın önemini ifade sadedinde, Asrımızın büyük fikir ve maneviyat insanı, Seyyidimiz Şenel İlhan Beyefendi bir sohbetlerinde "Bir din kendine yetmelidir. Bu anlamda İslam her şeyiyle kendine yeten bir dindir. O'nun hak oluşunun en güçlü delili ise, Mucize kitap Kur'an'dır" demişlerdir.

Kur'an gerçekten mucize bir kitaptır. "O'nu biz indirdik, biz koruyacağız" ayetinin mucizesi olarak 1400 yıldır Allahu Teala tarafından korunmuştur. Bir harfi dahi çıkarılamamış, değiştirilememiştir.

Bütün bilimlerde 1400 yılda çok büyük değişimler yaşanırken ve son yüzyılda ise nerdeyse her 10 senede, 20 senede bilim dallarının temellerini oluşturan formüller ve kabuller değişirken, Kur'an'ın vaaz ettiği bilgilerin hep yerli yerinde kalması da ayrı bir mucize olarak insanlığı şaşırtmaya devam etmektedir.

Mesela Kuran; Güneş, Ay, Dünya, gezegenler, yıldızlar, uzay, dağlar, denizler, yanardağlar, kıt'alar, fay hatları, embriyo, zigot, örümcek, sivrisinek, karınca, arı, bal, süt, yörüngeler, gölgeler, yağmur, bulut, rüzgâr, şimşek, yeraltı suları, akarsular, deltalar, parmak izi, cinsiyet, bitkilerin erkek ve dişiliği, eşyanın çift yaratılışı, konuşma, insanın yaratılış aşamaları, kâinatın yaratılış aşamaları gibi varlık aleminin bütünüyle ilgili özlü bilgiler verir.

Kur'an'ın her sahada ve her konuda verdiği bilgilerin asırlarca doğruluğunu koruduğuna da hayretle şahit oluyoruz.. O halde müslümanlara düşen birinci görev Kur'an'ın kıymetini idrak etmek ve ona gereken değeri vermektir.. Nitekim Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de bu gerçekle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Benden sonra size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resulünün sünneti." (Kütüb-i Sitte c:2, sh:329)

Yine bir başka hadiste de : "Size uyduğunuz taktirde asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah'ın Kitabıdır. Semadan arza uzatılmış bir ip durumundadır. Diğeri de kendi neslim, Ehl-i Beyt'imdir. Bu iki şey Cennette Kevser Havuzunun başında bana gelip hakkınızda bilgi verinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında ardımdan bana karşı nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün." (Kütüb-i Sitte c:2, sh:329)

İnsan kendini Kur'an'dan ayrı düşünürse kainatın içinde zavallı bir böcek gibi çaresiz ve yalnız kalır. Ama kendini Kur'an'la özdeşleştirir, beyanını muhatab alır, kendi için indirilmiş bir kitap olduğunu kabul ederse, bu defa mucizelerin içinde bir varlık olur. Öyle ki daha önce denizdeki bir kum gibi çaresiz ve yalnız kaldığı kainatın bu defa merkezinde kendisini bulur. Güneşin onun için doğduğunu, ayın nazlı nazlı kendisi için parıldadığını, gökyüzünü kuşatan devasa yıldızların onun için göz kırptığını, dünyanın onun için süslenip bezendiğini, velhasıl kainattaki her şeyin onun için yaratılmış olduğunu fark eder. İşte insan bu idrak noktasına ulaşabilirse, Allah' a(Celle Celalühu) ne kadar teşekkür etse ve ne kadar secdelere kapansa da bu nimetlere mukabil yaptıklarının kifayetsiz olacağını itiraf etmek zorunda kalır.

İnsanlık Tarihi Kur'an'la birlikte eşi görülmedik bir döneme şahit oldu.. Kur'an adaletin güçlüler elinde yok edildiği, insan itibarının ayaklar altına alındığı, kadınlara eşya muamelesi yapıldığı, insanların köle olarak pazarlarda hayvanlar gibi alınıp satıldığı bir toplumda çok kısa bir sürede imkansızı başararak büyük bir inkılap gerçekleştirdi: Zorbalıkla, baskıyla değil, sevgiyle, adaletle, insafla, şefkatle, merhametle gönülleri fethederek yeryüzünde, sanki insan türü meleklerin yaşadığı bir toplum meydana getirdi.

Bu eşi görülmedik bir hadisedir. Bunu Kur'an ve Hazreti Peygamber Efendimiz (as) başarmıştır. Bugün niçin aynı durum olmasın.

Kur'an mucizeleri genel olarak şu başlıklar altında toplanabilir. Edebi mucizeleri, Bilimsel mucizeleri, Geleceğe ilişkin haberleri, Geçmiş dönemle ilgili haberleri, Matematiksel mucizeleri ve değişmeden gelmiş olması. Nitekim bu hususlar objektif düşünebilen Batılı bilim adamlarının da dikkatini çekmiş ve ilginç itiraflarda bulunmaktan kendilerini alamamışlardır. Aşağıda birkaç örneği dikkatle inceleyelim.

"Benim, dinimi değiştirerek İslamiyet'i seçmemin en önemli etkenlerinden biri Kuran'dı. Ben, İslam dinini seçmeden önce Batılı bir entelektüelin eleştirel ruhuyla Kur'an üzerinde çalışmaya başladım.... Bu kitapta, Kur'an'da, onüç asırdan daha evvel vahyedilmiş, modern bilim araştırmalarının çoğunun içerdiği fikirleri tam anlamıyla taşıyan ayetler var. İşte bu kesinlikle benim dinimi değiştirmeme sebep oldu. (Ali Selman Beroist, Fransız Tıp doktoru)"

"Ben bütün dinlerin kutsal kitaplarını okudum, İslam'da karşılaştığım şeyi hiçbirinde bulamadım; mükemmelliği. Kur'an diğer okuduğum metinlerle karşılaştırıldığında, bir kibritin ışığıyla karşılaştırılan bir güneş gibidir. Kesinlikle inanıyorum ki, gerçeğe tamamen kapalı olmayan bir akılla Allah'ın sözlerini okuyan herkes Müslüman olacaktır. (Saifuddin Dirk Walter Mosig) "

"Kur'an Cebrail tarafından Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e dikte ettirilmiş, kelimesi kelimesine Allah'ın bir vahyidir. Kendisi ve Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in doğruluğunu teyit eden bir mucizedir. Mucizevi niteliği kısmen tarzında yatar. O kadar mükemmel ve yücedir ki hiçbir insan ve cin en kısa suresiyle kıyaslanabilecek tek bir sure yazamaz. Kısmen de öğretisinin içeriğinde, gelecek hakkındaki bilgilerinde ve Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in asla kendi kendine elde edemeyeceği bilgilerin olağanüstü derecede doğruluğunda yatar.252 (Harry Gaylord Dorman'ın Towards Understanding Islam (İslam'ı Anlamaya Doğru) adlı kitabından) "

Bir çok Batılı bilim adamını etkileyerek hidayetine vesile olan Kur'an'ın bilimsel mucizelerine,Bazı İslam alimlerinin tepkili yaklaşımları yersiz ve anlaşılmazdır. Ümit Şimşek'in, "Kur' an hayatımızın neresinde" isimli makalesinden bir kaç paragrafı,bu konuda kendisine katıldığımı beliterek aşağıya alıyorum.

"Kur'an'ın anlaşılması açısından önem arzettiği halde, meal ve tefsirlerde genellikle ihmal edilmiş bulunan bir konu da bilimle ilgili açıklamalardır ve Kur'an, bu konuda son derece zengin bir mucize kaynağı olarak önümüzde durmaktadır. Ne var ki, Müslüman toplumların bilime karşı son asırlardaki soğuk tavırları burada da kendisini göstermekte ve "Kur'an bir fizik kitabı değildir" şeklindeki mazeretler, yahut "Bilimsel buluşların yanlışlığı ortaya çıkabilir" gibi gerekçeler, Kur'an'ın kâinattan bahseden âyetleri üzerinde ciddiyetle durulmasını önlemektedir. Kur'an'ın bir fizik kitabı olmadığı doğrudur; ama aynı zamanda Kur'an bir tarih, sosyoloji veya felsefe kitabı da değildir. Lâkin tefsirler, bu alanlarda alabildiğine geniş açıklamalarla doludur; üstelik zaman, bu açıklamalardan bir kısmını geçersiz hâle getirmiştir ve getirmeye de devam etmektedir. Şurası da bir gerçektir ki, ne zaman Kur'an âyetleri hakkında bir beşer yorum yapacak olsa, bilgisinin de, yorumunun da zaman içinde hatâlı çıkma ihtimali vardır ve bu ihtimal, sosyal bilimlerde, doğa bilimlerinden hiç de geride değildir. Yalnız, bu açıklama ve yorumlara girişirken, belirli birkaç noktayı göz ardı etmemek gerekir: Yapılan yorumlar sağlıklı bilgiye dayanmalı ve zorlama tevillere kaçılmamalı; bu yorumların âyet gibi kapsamlı ve ebedî olmadığı bilinmeli; âyetin asıl anlam ve amacından uzaklaşılmamalıdır.

Modern bilimin verileri eşliğinde yapılacak bir okuma, bize birçok âyetin açıklamasında, bu verilerin olağanüstü bir şekilde Kur'an'ın haberlerini doğruladığını gösterirken, Kur'an'ın tükenmek bilmeyen mucizelerinden birine veya birkaçına daha tanık olmamıza imkan verir.

Kur'an'ın yüzlerce âyetinde dikkatlerimizi kâinata çevirdiğini ve bizi, doğayı incelemeye çağırdığını unutmamalıyız. Ne yazık ki bu unutulmuş ve çağdaş âlimlerimizden Muhammed Gazalî'nin tespitiyle, Kur'an ve kâinat beraberce hayatımızdan çıkmış bulunuyor. Hilâlin gözlenmesi konusunda iki tane adamın tanıklığıyla bilimsel hesapların reddedilmesi, bu anlayışın bir sonucundan başka birşey değildir. Bugün hiç şüphe götürmeyecek bir gerçek varsa, o da, içinde yaşadığımız dünyayı tanımaya muhtaç olduğumuzdur; bunun en kestirme ve en doğru yolu da Kur'an'dan başlamak, onu Kur'an'ın anlattığı gibi tanımaya çalışmaktır."

Netice olarak, Kur'an geçmiş devirlerde olduğu gibi, bugün de müslümanların en yıkılmaz bir kalesi, en kopmaz bir ipidir.Küfrün ve şeytanların hile ve tuzaklarından kurtulmak için, özellikle manasını anlayarak ve üzerinde düşünerek onu çok okumalı ve emir ve tavsiyelerini hayatımıza geçirmek için sürekli bir çaba içinde olmalıyız.Çünkü onsuz yaşam, bir hedef tayin etmeden atılan oklar gibi manasızdır, boştur. Kur'an hayatımıza yüce ve sonsuz bir anlam yükleyen, şereflendiren, değerlendiren nurlu bir klavuzdur.

Yüce bir ayet mealiyle yazımızı noktalayalım.

"Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın(Celle Celalühu) yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." İbrahim-1

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
25
Biz Bize / İnsanoğlunun Yükü Ağır
« Son İleti Gönderen: melek Nisan 30, 2024, 08:37:25 ÖS »


İnsanoğlunun Yükü Ağır

“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir. . .” (el-Ahzâb, 33/72)

Emanetle iman aynı köktendir. Bu ayet-i kerime çok büyük anlam ve hikmete memba bir ayeti kerimedir. İnsanoğlundan cüsse olarak çok büyük olan varlıkların almaktan kaçındığı bu “emanetin” ne anlama geldiğini, insanoğlunun bu emaneti almasına sebep olan ayrıcalığının ne olduğunu, zalim ve cahil olarak zikredilmenin hikmetini ve bütün olarak insanoğlu için önemli sırlar taşıyan bu ayetteki Rabbimizin muradını anlamaya çalışalım.

Ayette Rabbimiz: İnsanoğlu Allah’a iman etmeyi ve onun getirdiği bütün yükümlülükleri, sorumlulukları yüklenmeyi kabul etti. Halbuki gökler, yeryüzü ve dağlar, azamet ve cesamet olarak insandan çok büyük olmalarına rağmen bu emaneti almaktan çekindiler.

Bu büyük sorumluluğu yerine getiremeyeceklerini, bu emaneti taşıyamayacaklarını itiraf ettiler. Ama insanoğlu yüklendi. Çünkü insanoğlu zalim ve cahildir. Öyle olmasaydı bu zorlu davayı yüklenmeye bu derece istekli ve hevesli olmazdı, diyor. Bu ayet-i kerime insanoğlunun bu emaneti almaktaki faktörlerin zalim ve cahil olmasının sonucu olduğunu nitelendirmekle beraber; aslında bu ayetteki insanı yerme, aynı zamanda onu övme ve yüceltmenin de açık bir beyanıdır. Yani, bu ayette açıkça Rabbimiz diyor ki: Kulluk kabiliyet ve yeteneği olarak insanoğlu, içinde milyarlarca yıldız barındıran uçsuz bucaksız göklerin, başları bulutlara eren heybetli dağların, üzerinde sayısız canlı varlıkları barındıran, binbir maharete sahip yeryüzünün yapamayacağı şeyleri yapabilecek çok önemli ayrıcalıklara sahip şerefli bir yaratılışla yaratılmış önemli bir varlıktır. Bunun farkına varmalı ve cahillik etmemelidir.

Akıl ve İrade Sahibi Olmak

Emaneti taşıyabilmek için en önemli ve gerekli sıfatlar “akıl ve irade” sahibi olmaktır.

Çünkü bu emanet özellikle “akıl ve irade” sahibi olmayı gerekli kılıyor. İrade sahibi olmayan gökler, dağlar, yeryüzü ve daha onlar gibi evrenin içindeki tüm varlıklar her ne kadar büyük görünseler de bu emaneti almaya liyakatli değillerdir. İnsan akıl ve irade sahibi olmasıyla sorumluluk sahibi olmayı ve bunun sonuçlarına katlanmayı hak etmiştir.

İşin içerisinde çok yüksek derecelere ulaşmak ve çok büyük nimetlerle mükâfata kavuşmak da var, çok acı elim azaplarla ceza almayı hak etmek de… İşte insan böyle bir sınava girmeye talip olmuş, bunun tüm sonuçlarına razı olmuş mükerrem ve muhteşem bir varlıktır.

İnsanoğlu “Ahsen-i Takvîm” olarak yaratılmıştır

Şu ayette bu gerçeği bulabiliriz; Allah, (cc) Adem’i yaratırken ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Allah’ın yeryüzünde halifesi olmak çok yüce bir makamdır ve yalnız insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Allah insana halifem diyorsa bu halifelik aslı temsilde kabiliyet, maharet ve yücelik ister. İşte bu özellik dağlarda, göklerde ve yeryüzünde yoktu. Her ne kadar cesamet ve azamet olarak insandan büyük görünseler de… Demek ki insan bu sorumluluğun hakkını cehaleti ve zalimliği nedeniyle zayi etmezse çok yüksek ve yüce bir paye ile payelenmiş ve şereflenmiştir. Aslında Rabbimiz insanlardan yüksek hedefleri ve gayeleri misyon edinip onun için mücadele vermelerini istemektedir. Zira insan yine Kur’an’ın beyanıyla “Ahsen-i Takvîm” olarak yaratılmıştır. Yaratılışı böyle yüce hedefler ve idealleri taşıyacak mahiyettedir. Ama insan bu hedefini, zalimlik ve cahillik sıfatları ve bunlardan türeyen kötü fiil ve huylar nedeniyle kaybetmekle kendine çok büyük yazık etmiş, kendine zulüm etmiş, yüksek yaratılışını fark edemeyerek, aslına karşı da cahillik etmiştir.

Bir dostumuz bize bir cihazını emanet verse ve onu kullanmamızda da bir beis görmese… Yalnızca dese ki “Bu cihazdan faydalan ama bana bir yıl sonra, verdiğim gibi sağlam teslim et.” Bu emaneti insanların büyük çoğunluğu aldığı gibi teslim etmek ister, aksi bir durumda dostuna karşı bir hıyanet kabul eder ve bu davranıştan utanç duyar, kendine yakıştıramaz.

Çok merhametli, çok cömert ve kullarına ihsanı hesaba gelmeyecek derecede bol olan yüce Rabbimizin de biz kulları üzerinde böyle sayısız nimetleri vardır. Dünya hayatında bu nimetleri kullanmamız, bunlardan meşru daire içinde faydalanmamız, zevk ve keyif almamız yasaklanmamıştır. İşte bütün nimetler insanoğluna onları güzel kullanmak, kötülüklerde kullanmamak, hakkını vermek ve şükrünü eda etmek koşuluyla “emanet” olarak verilmiştir.

Ayetler ve hadis-i şeriflerin ışığında nelerin bize emanet verildiğini bir hatırlayalım.

Kur’an bir emanettir, Sünnetler bir emanettir. Zira Veda Hutbesi’nde Rasûlullah (sav); “Size bir emanet bırakıyorum ki ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emanet Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnetimdir.” buyurmuştur. (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen’lerin Vedâ Haccı bölümleri) Demek ki Kur’an bir emanettir. Bu emanete sahip çıkmak; O’nu okumak, elden bırakmamak, manası ile amel etmekle olur. Güzel işlemeli kılıflar içinde duvarlara asmakla ve sadece ölülere okumakla olmaz.

Sünnet Bir Emanettir

Sünnete sahip çıkmak, sünneti yok edecek üstünü örtecek bidatlerden şiddetle kaçınmakla ve sünnetleri yaşamak suretiyle hayatta kalmalarını sağlamakla olur. Mesela Efendimiz (sav) bir hadislerinde buyuruyor ki: “Unutulmuş bir sünnetimi çıkarana ve ihya edene yüz şehid sevabı verilir.”

Ehl-i Beyt Bir Emanettir

“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: Biri Kur’an, biri Âl-i Beytim.” (Tirmizî, Menâkıb: 31) Ehl-i Beyt emanetse bu gafletten uyanmalı, önce varlıkları bilinmeli, onların yaşadığının farkında olunmalı, sonra da onlara gerekli sevgi, saygı ve ihtiram gösterilmelidir. “Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara binen, (onlarla beraber olan) kurtulur.” hadis-i şerifi unutulmamalı ve özellikle şu ahir zamanın çalkantılı ortamında onlarla beraber olmanın hadiste açıkça ifade edilen kurtarıcı yönü gözden kaçırılmamalıdır.

Kadınlar Emanettir

Veda Haccı’nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emanet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.) Kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğeri de olamayacak olan önemli iki şerefli varlıktır. Birbirlerine üstünlük taslamamalı ve birbirlerinin kıymetini bilmelidir. Erkek koruyucu özelliği ile burada öne çıktığı için kadın ona emanettir. Emanetin hakkını vermeli, kadını İslam’ın emir ve tavsiyeleri doğrultusunda korumalı ve onun haklarına bir emanet olarak sahip çıkmalıdır. Kadınlara şiddetin arttığı son yıllarda bu bilgi ve bilince ihtiyacımız çok fazladır.

Tüm organ ve uzuvlarımız ve duyu organlarımız birer emanettir. Onları nerede kullandığımızdan sorguya çekileceğiz. Hatta o uzuvlar sahipleri hakkında şahitlik edip emaneti zayi edip etmediğini haber verecekler.

“O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yasin, 36/65)

“Nihâyet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik ederler. Onlar derilerine, “Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?” derler. Derileri, “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca O’na döndürülüyorsunuz.” (Fussilet, 41/20-21)

Çocuklarımız bir emanettir. Sorumlu olduğumuz kişilerdir. Ana-babanın çocuklarına iyi terbiye vererek göz kulak olması gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Hepiniz ayrı ayrı birer çobansınız, herkes sürüsünden sorumludur.”

Ebu Derda (ra): “Cünüplükten arınmak emanettir” demiştir. İbni Ömer “İnsan vücudunda Allah’ın (cc) ilk yarattığı organ cinsiyet uzvudur. Sanki Allah (cc) kuluna “Bu uzuv, senin uhdene tevdi edilmiş bir emanettir, onu mutlaka yerinde kullan, onu koruduğun müddetçe ben de seni korurum.” demiştir.

“Hiç şüphesiz Allah size emanetleri layık olanlara vermenizi emreder...” (Nisa, 4/58)

Bütün tefsir âlimleri, bu ayet-i kerimenin şeriatın birçok temel prensibini kapsadığı görüşündedirler.

Netice olarak, en genel anlamıyla, “Allah’ın tekliflerinin tamamına” emanet denilmiştir.

(Mecmuat’ut-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah’ın insanlara yüklediği bütün mükellefiyetlere emanet denilmiştir. (Molla Hüsrev, Mir’at el-Usûl fî Şerhi’l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği ‘misâk’ı, aldığı emaneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir.

Allah’ın (cc) emanetini koruyan kimsenin Allah da imanını korur. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Emanete karşı titizlik göstermeyenlerin imanı yoktur. Sözünde durmayanın dini de yoktur.”

“Emaneti güvendiğin kimseye teslim et, sana hainlik edene sen de karşılık verme.”

Buharî ile Müslim’de Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edilerek nakledildiğine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

Münafığın Alâmeti Üçtür

“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, verdiği sözü tutmaz, uhdesine verilen emanete hıyanet eder.

“Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru konuşun! Va’dettiğiniz zaman yerine getirin! Emanette ‘emin’ olun! Apış aranızı koruyun! Gözlerinizi harama yumun! Ellerinizi haramdan uzak tutun.” (Müsned, 5/323)

Emaneti korumak, mukarreb meleklerin, peygamberlerin sıfatı ve Allah (cc) korkusu taşıyan kimselerin huyudur.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
26
Ölüm Kıyamet Ahiret / Ahir Zamanda Doğru Düşünebilmek
« Son İleti Gönderen: melek Nisan 30, 2024, 08:28:33 ÖS »


Ahir Zamanda Doğru Düşünebilmek

Dikkatle ve insafla bakılırsa görülecektir ki, Efendimizin haber verdiği ahir zaman hadisleriyle tam bir paralellik arz eden ve birbiri peşine vuku bulan hayrete şayan olayların tam da içinde yaşıyoruz. Bu hayrete şayan gelişmeler ve dünya genelinde birbiri peşine yaşananlar, tarihin hiçbir döneminde yaşananlara benzemiyor. Ve dünya tarihi hızlı bir şekilde büyük bir kırılmaya doğru gidiyor.

İçinde yaşadığımız yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan olayları Efendimizin hadisleri doğrultusunda değerlendirdiğimizde ise ahir zamana ilişkin büyük alametlerin eli kulağında olması gerektiğine hem aklımız hem kalbimiz gerçekten iman ediyor.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin hemen hepsinin Hazreti Mehdi’nin varlığından ve çıkacağından şüphesi yok. Bu konuyla ilgili en sahih hadis kitaplarına girmiş o kadar çok hadis var ki bunun geleceğini inkâr şer’an mümkün değil. Kütüb-ü Sitte olarak adlandırılmış sahih ve güvenilir hadislerin toplandığı 6 hadis kitabında Mehdi (as) ile ilgili 300’ün üzerinde hadis var ki, Buhari ve Müslim’de bunların içindedir.

Mehdi Hadisleri Mütevatir Hadisdir

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Mehdi hadisleri mütevatir hadislerdir. Mütevatir hadis ne demek? Ömer Nasuhi Bilmen, “Muvazzah İlm-i Kelam”, s. 53’te bunu şöyle açıklıyor:

“Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün görülmeyen toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun direkt Rasulullah’tan (sav) rivayet ettiği hadis-i şeriftir. Yakin (hiç şüphe edilmeyecek) bir anlam ifade eder. Artık bu hadis hakkında “Acaba bu hadis Rasulullah (sav) tarafından söylenmiş midir?” diye bir şüpheye imkân yoktur.”

Yani, tüm Ehl-i Sünnet âlimleri “mütevatir hadislerin” kesin bilgi ifade eden ve onunla amel edilmesinin vacip olduğu hadisler olduğunu söylüyorlar.

Mütevatir hadisler iki kategoride değerlendiriliyor:

1-Lafzen Mütevatir:

Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadistir ki “yok denecek kadar” azdır bu hadisler.

2-Manen Mütevatir:

Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin, tevatür şartlarını taşıyan râvîlerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan “ortak manaya” deniyor. Bu tür hadisler çok fazla ve Kur’an’dan sonra en çok müracaat edilen hadisleri ifade ediyor.

ZAHİDU’L-KEVSERİ’NİN GÖRÜŞÜ

Mehdiyetle ilgili hadisler manen mütevatirdir ve bu hadislerin mütevatir olduğunda İslam âlimleri arasında görüş birliği vardır. Mehdiyetle ilgili hadislerin mütevatir olduğunu söyleyenler arasındaki meşhur âlimlerden Muhammed Zahid el-Kevseri, “Nazratun abire fi Mezaimi Men Yünkirü Nüzule İsa Kable’l Ahire” kitabı, s. 49’da der ki: “Mehdi, Deccal ve Mesih ile ilgili hadislerin tevatür derecesine ulaştığına dair rivayetler, hadis ilimleri hakkında bilgi sahibi bulunan kimselerce şüphe götüren bir nokta değildir. Gerçi bazı kelamcılar, kıyamet alametlerine iman etmenin vacip olduğunu itiraf etmelerine rağmen bu konuya dair bazı hadisler hakkında şüphe uyandırmaktadırlar. Fakat bu hal onların hadis ilminde derinlemesine bir bilgiye sahip olmadıklarının neticesidir.”

Ehl-i Sünnet âlimlerinin izahlarından anlaşılmaktadır ki, ahir zamanda Peygamber Efendimizin soyundan olan Mehdi’nin (as) çıkacağına dair rivayetler mütevatirdir. İslam âlimleri mütevatir hadisleri inkâr etmenin insanı küfre götüren sonuçlar doğurabileceğine dikkati çekerek, Müslümanları bu konuda uyarmışlardır. Bizler de üzerimize düşen bir sorumluluk gereği olarak Müslüman kardeşlerimizi uyarmak isteriz. Bu konular, özellikle bu hicri yüzyılın ilk çeyreğinde çok konuşulan ve gündemde her zaman sıcaklığını koruyan konulardır. Ahir zaman ve Mehdilikle ilgili ve hatta İsa (as)’ın yeryüzüne inişi ile ilgili konular konuşulur tartışılırken, bu ortamlarda bulunan ve bunlara şahit olan mümin kardeşlerimiz dikkatli olsunlar. Özellikle, Allah korkusu az bazı sözde âlimlerin rüzgârına kapılarak, imanlarını tehlikeye atacak konuşma ve tenkitlerden kaçınsınlar.

Hz. Mehdi’yi İnkar Tehlikelidir

Mütevatir haberi inkâr etmenin küfür olduğunu söyleyen İslam âlimlerinin sayısı bir hayli fazladır. ŞEHABETTİN İBN-İ HACER ASKELANİ, MUHYİDDİN EN-NEVEVİ, CELALEDDİN SUYUTİ bunlardan bazılarıdır.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin ileri gelenlerinden olan Celaleddin Suyuti:

“Biliniz ki: Her kim ister sözüyle, ister davranışı ile -fıkıhta belirtildiği üzere- (mütevatir hadisleri) inkâr edip hüccet bilmezse kâfir olur, İslam dairesinden çıkar. O kişiler, Yahudilerle, Hristiyanlarla ve Allah’ın dilediği grupla haşredilir” der. (Abdulgani Abdulhak, “Hücciyet’üs Sünnet”, s. 270, Miftah’ül Cennet’ten naklen)

Bu sebeple birçok İslam âlimi eserlerinde “Mehdi’nin çıkışını inkâr eden Muhammed’e (sav) indirileni inkâr etmiştir.” der.

Bu konuyla ilgili olarak dünyada fetva makamı olarak kabul edilen, büyük İslam âlimleri tarafından oluşturulan “Rabitat’ül-Alem’il-İslami” dairesinin, Şeyh Muhammed Muntasır el-Ketani başkanlığındaki İslami Fıkıh Kurulu tarafından verilmiş ve Şeyh Muhammed el-Kazzaz’ın imzasını taşıyan 23 Şevval 1396 (17.10.1976) tarihli fetvası şu şekildedir:

“...Çok sayıda sahabe peygamberden Mehdi hakkında hadis rivayet etmişlerdir. Örneğin Osman b. Affan, Ali b. Ebu Talib, Ümmü Seleme gibi yirmisini ben biliyorum. Onlardan başka daha birçokları rivayet nakletmiştir. Ayrıca Peygamber sözü hükmünde olan sahabenin buyruğu da vardır. Bu konuda içtihat edilemez ve aksi görüş belirtilemez. Bu konudaki nebevi hadisler Sünen-i Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace ve İbni Asakir’in Tarih’i Dımışki ve diğer kitaplarda kayda geçmiştir.

Mehdi’nin Huruç Edeceğine İnanmak Vaciptir

Sonuç olarak Mehdi’nin huruç edeceğine inanmak vaciptir. Ehl-i Sünnet vel cemaat inançlarından sayılmaktadır. Sünnetten habersiz olan ve bidat koyuculardan başka hiçbir Müslüman bu inancı inkâr etmez.” (Muhammed Mehdi el-Horasan, “el-Beyan fi Ahbar-ı Sahibüzzaman Mukaddimesi”, s. 76-79)

Kütüb-ü Sitte’de geçen Mehdiyet ve ahir zamanla ilgili hadislerden bazıları şunlardır:

Ebu Hureyre’den (ra) rivayete göre Rasulullah (sav); “İbni Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imamınız olduğu (İsa da imamınıza iktida ettiği) halde bakalım nasıl olursunuz?” buyurmuştur. (Sahih-i Buhari)

Ebu Hureyre (ra) dedi ki: “Rasulullah (sav); “İmamınız (devlet reisiniz) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu (İsa aleyhisselam) içinize indiği (imamınıza iktida ettiği) zaman acaba nasıl olursunuz?” buyurdu.” (Sahih-i Müslim)

“Ehl-i beytimden ismi ismime mutabık olan bir kişi başa geçecektir.” Asım diyor ki: Ebu Salih, Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini bize bildirdi: “Dünyanın ancak bir günlük ömrü kalmış olsa, onun başa geçmesi için Cenab-ı Allah o günü behemehal uzatır.” (Sünen-i Tırmizi )

Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah (cc) benim Ehl-i Beyt’imden bir adam gönderecektir. O dünyayı, (daha önce) zulümle olduğu gibi, Adaletle dolduracaktır.” (Sünen-i Ebu Davud )

Hz. Ali’den (ra) rivayet edildiğine göre; Rasulullah (sav) şöyle buyurdu, demiştir:

“El-Mehdi, bizden, Ehl-i Beyt’tendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini kabul eder veya feyizler ve hikmetlerle donatır.)” (Sünen-i İbni Mace )

İmam-ı Rabbani’nin Mehdi hakkındaki bazı sözleri:

Mehdi hakkında hem hadislere dayanarak hem de keşif yollu bilgi veren İslam âlimlerinin büyüklerinden birisi bin yılın müceddidi unvanına sahip olan İMAM-I RABBANİ’dir. Onun bu konudaki bazı sözleri şöyledir:

Gelmesi vaad olunan Mehdi’nin dahi rabbi (terbiyesine gelen) ilim sıfatıdır. Hazret-i Ali gibi, İsa ile münasebeti vardır. Hazret-i İsa’nın kademi Hazret-i Ali’nin başında olup bir kademi dahi Hazret-i Mehdi’nin başındadır.

Sonra gelenlere nasıl bu hükmü yürüyebilir ki: Onlar arasında Mehdi aleyhisselam vardır. Rasulullah (sav) Efendimiz O’nun kudümünü ve vücudunu müjdelemiş; şöyle buyurmuştur:

“O, Allah’ın halifesidir.” (“Mektubat-ı Rabbani”, c. 1, s. 814)

Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir... Onların ikisi müminlerden, ikisi de kâfirlerdendir. Zülkarneyn ve Süleyman müminlerdendir. Nemrud ve Buhtunnasır ise kâfirlerdendir. Yere, beşinci olarak Ehl-i Beyt’imden biri sahip olacaktır. Yani Mehdi.”

Muhbir-i Sadık Rasulullah (sav) Efendimiz tarafından bildirilen, daha çok alamet vardır ki; anlatılanlardan başkadır.

“O’nun sebebi ile İslam’a ve Müslümanlara büyük takviye gelecektir. O’nun velayetinin dahi, zahir ve batın büyük tasarrufu vardır. Nice harika hallerin ve kerametlerin sahibi olacaktır. O’nun zamanında, nice hayret veren haller zuhur edecektir. “

Şimdi bu anlatılan mana icabı olarak hicri 1500. yüzyılın ilk çeyreği içinde yurt içinde ve yurt dışında cereyan eden olaylara bir ibret nazarıyla bakın: Nice hayret veren hallerin nice şaşılacak olayların içinde değil miyiz? Gerek yurt içinde gerekse dünya üzerinde rüyamda görsem inanmazdım kabilinden gelişmelere bakın, bu gelişmeleri neyle izah etmek mümkündür. Açıkça görülmektedir ki, ahir zamanda gelecek zat için yeryüzü hazır hale getirilmekte ve bunun içinde yüce Rabbimiz tarafından Müslümanlara açıkça takviye ve yardım gelmektedir.

Sorabilirsiniz ki bizler bu anlattıklarınıza inanıyor ve kabul ediyoruz. Bu zamanda bunlara inanan bir Müslüman’ın ne yapması, nasıl bir duygu, düşünce ve eylem içinde olması gerekir, bize bu konuda yardımcı olabilir misiniz?

Bu sorunun sorulması hakikaten gereklidir. Bu soruya verilecek en kuşatıcı cevap da, Şenel ilhan Beyefendi'nin “Mehdilik Delilik mi?” isimli makalesidir. “feyzdergisi.com” adresinden Şenel İlhan Beyefendi'nin makalelerini tıklayarak bu yazıyı okuyabilirsiniz. Hatta bu makaleyi sık sık okuyarak bu konudaki bilincinizi diri tutabilirsiniz.

Bizler bu makaleden istifadeyle sizlere özetle şu tavsiyelerde bulunabiliriz:

Çıkacağı mütevatir haberle bize ulaşan Mehdiyet konusunu inkâr eden veya yok sayanlardan olmayalım. Öyle bir düşünce içindeki âlim ve yazarların eserlerine rast gelirsek bu görüşlere dudak bükerek bakmayı öğrenelim.

Mehdi’nin kendisi Hazreti Fatıma (ra) evladından olup etten kemikten bir şahıs olarak bizzat zuhur edecektir. Şahsı manevi diyerek Mehdi’nin hizmetini bir cemaatin veya herhangi bir kitabın hizmetine hamleden te’vilcilerden uzak duralım. Çünkü her devirde Ehl-i Sünnetin görüşlerinin karşısında olan bidatçi bir zümre var olmuştur, olacaktır da.

İmtihan gereği bu böyledir. Her zaman insanın önüne hak suretine bürünmüş yanlış yollar çıkacaktır. Bize düşen asırlardır en büyük âlim, Allah dostu ve evliyaları yetiştirmiş Ehl-i Sünnet inancından taviz vermemek, asırlardır doğruluğu her türlü test edilmiş bu güzel yolu terk etmemektir.

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre; Rasulullah (sav) şöyle buyurmuş: “Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz sene başında şu ümmetin dinini bidatten ayıracak, yenileyecek (müceddid) bir zatı gönderir.” (Sünen-i Ebu Davud).

Bu hadis her yüzyılda hükmünü icra etmiş, her yüz yıla müceddid unvanını hak eden bir İslam âlimi tevafuk etmiştir. Ama 1500. yüzyılın müceddidi hala görünmemektedir. Bu yüzyılın müceddidi inşallah Mehdi (as) olacaktır. Günümüzde yaşayan feraset, basiret ve insaf sahibi âlimlerinin görüşleri kesinlikle bu yöndedir., İmam-ı Rabbani hazretlerinin bir sözünü delil getirerek, “Mehdi yüz başlarında çıkacaktı, yüzyılın başları geçti, çıkış bir dahaki yüzyıla kaldı” diyenleri de asla kaale almayalım... Günümüzde ortaya çıkmış bir sürü alamet göstermektedir ki bu yüzyıl, o kutlu zatların teşrif edeceği yüzyıldır. Yüzyılın başlarında geçen çeyrek asırlık bir süre ise O zatın ve yakın vezirlerinin yetişmesi ve ortamın O zatın gelişine hazırlanması için gerekli bir süredir. Bu süreçte ilerde O’nun yardımcısı olabilecek kişiler O’nun adına Allah’tan yardım görecekler, hizmetleriyle O zatın gelişine ortamı hazır hale getireceklerdir. Bu bekleyiş belki biraz uzun gelecek ve insanlar tam da Mehdi’nin çıkmasından ümit kesecekleri bir süreçte Mehdi çıkacaktır. İnşaalah şu hadis buna işaret etmektedir:

“Halk tam zuhurdan ümidini kestiği anda O (Mehdi) zuhur edecektir! O’nun zamanında yaşayıp O’na yardım edenlere ne mutlu! O’na düşmanlık besleyip, O’na ve O’nun emrine karşı çıkanlara ve O’nun düşmanlarından olanlara eyvahlar olsun!” ( Şeyh Muhammed b. İbrahim-i Numani, Gaybet-i Numani, s. 301)

Mehdilik zanni bilgilerle tespit edilemez.

Bu ahir zaman sınavı, bin dört yüzyıl öncesinden Efendimizin (sav) ümmetini uyarmak zorunda hissettiği zorlu bir sınav, çetin bir imtihandır. Mehdilik ise bir takım zevatın zanni bilgilere dayanarak “Ben Mehdiyim” demesiyle ve etrafındaki birkaç yüz kişiyi veya birkaç cemaat şeyhini buna ikna etmesiyle zorla ele geçirilecek bir makam değildir. Hadisi şeriflerde belirtilen zorlu icraatları hem başlatabilmesi ve hem de başarıyla sonuçlandırabilmesi için gerek manevi cihazatlar, gerekse maddi ve manevi yardımlarla Allah (cc) tarafından desteklenmesi neticesinde ancak anlaşılabilecek yüce bir makam önemli bir görevdir. Her cemaatin kendi hocasına veya mürşidine duyduğu hüsnü zan ve muhabbet, hocalarını veya mürşidlerini ne kadar âlim, hatta ne kadar keşif ve keramet sahibi bir velide olsalar tek başına ahir zaman mehdisi yapmaya kifayet etmez.

Şenel İlhan Beyefendi'nin “Mehdilik delilik mi?”adlı makalesinde belirtildiği gibi Mehdi sıradan bir müceddid değildir.

Yapacağı işler çok büyük işlerdir. Bu zorlu görevi yapabilecek maddi ve manevi donanıma ve en önemlisi de bu hususta Allah’dan (cc) gelecek yardıma ihtiyacı vardır.

Bunları ayn’el yakin müşahede etmeden “Ben Mehdi’yim” diye ortaya çıkanlar kendileri ile birlikte inananları da ilerde çok büyük bir hüsrana ve bunalıma sürüklemiş olurlar.

Hadislere göre de akl-ı selim düşünceye göre de şu gerçektir ki, Mehdi çok özel bir insan olmak zorundadır. Dolayısıyla seçilmiştir. Yani tıpkı Rasulullah Efendimizin seçilmesi gibi.

Peygamberimiz gelmiş geçmiş peygamberler de dâhil tüm beşeriyetin içinden seçilmiş çok özel bir insandı. Yani yaratılışı itibariyle öyleydi. Görevi icabı üstün yaratılmıştı.

Sıradan insanların içinden kendine piyango isabet etmiş bir kişi değil, tam aksine yükleneceği büyük görevler ilm-i ezelîde tespit edilmiş, gönderilmeden önce yapacağı işlerin büyüklüğü bilinen ve ona göre de özel akıl, özel ilim, özel ahlak, özel yetenek ve manevi cihazatlar kendisine ikram edilerek gönderilen özel bir şahsiyettir.

Nasıl derseniz?

Mesela Peygamber Efendimiz (sav) fiziksel özelliklerinden, ahlaki özelliklerine, ruhi istidat ve yeteneklerinden aklına, zekâsına kadar her yönü ile üstün ve özel bir insandı. Yani bütünsel olarak ona baktığımızda ona öyle üstün özellikler verilmişti ki daha sonra çalışarak onun özelliklerine ulaşmak, mümkün değildi. Bu konu ehl-i sünnet âlimlerinin hem fikir olduğu tartışmaya bile açmadıkları bir konudur.

Mehdilik konusu da böyle olmak zorundadır. Mehdi’nin de ilm-i ezelîde önce seçilmiş bir insan olduğu konusunu tartışmaya gerek var mı? O da seçilmiş zorlu görevi icabı aklı, ahlakı, ruhi ve fiziki olarak özel, ona göre de Rabbi tarafından özel bir terbiye ve eğitimden geçmiş özel bir insandır. Değil sıradan insanların, en büyük evliyaların, alimlerin bile biraz daha çalışıp Mehdi olmaları mümkün değildir. O da her yönüyle ve ulaşılamaz özellikleriyle özeldir ve tektir. Dolayısıyla çok çalışarak Mehdi’nin ilmine, ahlakına, anlayışına, ferasetine, maddi ve manevi anlamda kendisine çok büyük görevini yapması için verilen yetenek ve özelliklerine ulaşılması mümkün değildir.

O halde bir lider, dünya çapında güzel ve büyük hizmetler yapabilir. Tek başına bu özellik onu Mehdi yapmaz, yine iman itikat adına çok güzel eserler verip bu yönüyle çok hayırlı işlere imza atabilir ve o yönüyle salih bir insan, âlim bir zat olabilir. O da tek başına onu Mehdi yapmaz.

“Ben Mehdi’yim” diyen ve bunu iddia eden kişinin tüm bu subjektif şeylerin ötesinde peygamberler gibi insanları ikna konusunda ve fitneye sebep olmama konusunda, hiçbir velide sadır olmayan büyük olağanüstü işlere de imza atması gerekir. Böyle büyük çapta hizmet edenlerin, “İleride ben Mehdi olabilir miyim, seçilmiş olan kişi ben miyim?” diye düşünmelerini normal görebiliriz. Bu normaldir de ama akl-ı selim düşünceyi elden bırakmamaları gerekir. Aşağıdaki kıstaslara göre kendilerini test ederlerse hem kendilerine hem de ümmeti Muhammed’e yazık etmemiş olurlar.

Mehdilik konusunda ancak iki türlü delilden bahsedebiliriz

1-İlmel yakin deliller.

2-Aynel yakin deliller.

‘İlmel Yakin’ deliller nelerdir?

İlmel yakin deliller, Mehdi’nin hurucundan önce Mehdi adaylarını belirlemeye yarayan delillerdir. Mehdi’nin hurucu halinde işe yaramazlar veya yeterli olmazlar.

—Mesela, sağlam bir şecere ile Ehl-i Beyt olması,

Meşhur bir kişi olması, lider özelliklerinin bulunması.

—İlim, ahlak ve irfan sahibi olması, bizzat keşif ve keramet sahibi büyük bir evliya olması

—Çok büyük hizmetlerinin olması

—Hakkında çok fazla rüya (hatta Rasulullah’ın bizzat görüldüğü rüyalar ) evliya keşfi gibi manevi işaretlerin bulunması ki, bunların hepsi ilmel yakin delillerdir. Mehdi’nin hurucunda bir işe yaramazlar. Mehdi’yi tespit hususunda kesinlikle ilmel yakin delilleri bırakıp aynel yakin delil boyutuna geçmek gerekir.

‘Aynel Yakin’ deliller nelerdir?

Bir kere Mehdi olağanüstü bir insandır. Açık hadislere veya bu hadislerin büyük velilerce keşif ve yorumlarına göre Hz. Süleyman (as) gibi bazı özel manevi cihazatları vardır.

Mesela rüzgar emrine verildiği için vasıtasız uçacaktır. Dünyadaki bütün insan dillerini; İngilizcesi, Fransızcası, Arapçası, Ermenicesinden alın da İtalyancasına kadar bütün dilleri bileceği gibi, cinler aleminin dillerini de bilecek... Hatta yine Hz. Süleyman (as) gibi, hayvanların dillerinden de anlayacak olağanüstü bir insandır. Ve zaten öyle olmalıdır. Yoksa dünyayı İslam’a kazandırmak, öyle, çocuk oyuncağı değildir.

Şunu da unutmamak lazım ki, “Mehdi bir evliyadır; evliya da kerametini açıklamak zorunda değildir.” ölçüsü asla Mehdi için geçerli bir ölçü değildir. O, yani Mehdi, en azından yakın çevresine bu olağanüstü özelliklerini bizatihi göstermeli ve yanındaki tüm Ashabının kendi Mehdiliğine imanını da, mutmainne imanına yükseltmelidir. Çünkü O Ahir zaman Mehdi’sidir ve mükemmeldir... Kendisi Peygamber değildir ama tıpkı Peygamberler gibi görevli olduğu ve özel olarak gönderildiği de kesindir. Hem baştan beri de anlattığımız gibi, bu zaman zor zaman ve imtihan şartları da ona göre çok ağır olan bir zamandır. Deccal’in ölüleri diriltip, gökten yağmurlar yağdırıp, -haşa- “Ben sizin Rabb’inizim” dediği bir atmosferde Hz.Mehdi de; mutlaka Deccal’e karşı durabilecek güce sahip olması gereken, bu gücünü de yerinde açık açık ortaya koyması şart olan bir atmosferin adamıdır. Demekki ahir zaman, olağanüstülüklerin doğallaşacağı ve ona göre de çok özel bir imtihan zemini olan, olağanüstü bir zamandır. İsa Peygamberin, Deccal’in, Mehdi’nin asrında; “Evliya kerametini gizlemelidir” mantığı kesinlikle saçmadır!

Mehdi’nin kendi Mehdiliğine gözüyle görerek inanması gerektiği gibi, etrafındaki insanlara da “gözünüzle görmeden inanmayın!” diyecek kadar da yüksek bir merhamet ve şefkat sahibi şahsiyet olması gerekir... O halde Mehdilikle itham edilen bir insan, “Mehdi miyim, değil miyim?” diye kendini sorgularken, önce Allah korkusunu kalbine yerleştirip, akl-ı selimini de can yoldaşı yapıp şöyle demelidir. “Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Peygamberliğine rüyalarla hallerle ya da kesin deliller bile olsa ilme’l yakin bir imanla inanarak mı ortaya çıktı! Yoksa bizzat Cebrail’i (as) görerek, kıpır kıpır vahyi an an yaşayarak, yani ayne’l yakin müşahede ederek mi ‘Ben Peygamberim’ dedi...”

İşte “ahir zamanda doğru düşünebilmek” ve isabetli kararlar vermek ancak bu önemli ölçülerin bilincinde olmakla mümkün olabilir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
27
İman Amel Ecel / İtikadın Bozulması Amelleri Heba Eder
« Son İleti Gönderen: melek Nisan 30, 2024, 08:18:31 ÖS »


İtikadın Bozulması Amelleri Heba Eder

Allahu Teâlâ, günahkâr olduğunun farkında olup tövbeye niyeti olan veya tövbeye yönelmek isteyen kullarına karşı çok bağışlayıcı çok affedicidir. Bu şefkat ve merhametini, gerek kendi kitabı yüce Kur’an’da geçen sayısız ayetler ile gerek Efendimiz’in (aleyhisselam) mübarek lisanıyla yani hadisler aracılığıyla her fırsatta ifade eder. Ayetlerdeki önemli bir ayrıntıya da dikkat çekmek isterim. Rabbimiz’in bağışlama ve affının çokluğu her zaman bir mübalağa sığasıyla gelir. Yani Allah çok merhametlidir çok bağışlayıcıdır denir. Sadece, bağışlayıcıdır veya merhametlidir denilmekle yetinilmez.

Nitekim Rabbimiz’in el-Ğaffar ism-i şerifi Arapça’da mübalağalı ism-i fâildir ve Allah’ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir: Günahları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günahlarını pek çok bağışlayan.

GÜNAHLARIN ÇARESİ VE TEMİZLEYİCİSİ: TÖVBE

Yine Kur’an’da, günahkâr insanları uyaran, dehşetle sarsan ayetler de hemen aynı şekilde Allah’ın affının ve merhametinin çokluğuna vurgu yaparak sonlanır. Yani Rabbimiz, tövbe edenleri hemen affedeceğini haber verir. Kullarını korku, çaresizlik ve ümitsizlik içinde bırakmaz.

“De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir” (Zümer, 39/53)

Elbette bu ifadelerin bize verdiği veya vermek istediği mesaj çok önemlidir. Allahu Teâlâ kullarının tövbelerini çok arzu eden, çok isteyen ve onların kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmalarına razı olmayan bir Rab’dır. Bu meselenin daha iyi anlaşılması ve kavranması için bazen bu sevgi ve merhamet, Efendimiz’in (sav) lisanında çok şefkatli bir anne misaliyle bizlerin anlayış seviyesine indirilerek somutlaştırılır. Bununla ilgili ayet ve hadislerden bazı misaller verelim:

“Hiç şüphe yoktur ki ben; tövbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok bağışlarım.” (Tâhâ, 20/82)
“(Rasûlüm!) Kullarıma, benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.” (Hicr, 15/49)

Hazreti Ömer Saadet Asrı’nda şahit olduğu bir olayı anlatırken, bu hususta Efendimiz’in müjdesini bize de ulaştırıyor:

Bir savaş sonrasıydı. Esirler arasında çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın da vardı.

Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem) çevresindekilere:

“Bu kadının kendi çocuğunu ateşe atacağına ihtimal veriyor musunuz?” diye sordu.
“Asla, atmaz!” dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem),

“İşte Allahu Teâlâ kullarına bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu. (Buhari, Edeb 19, Müslim, Tevbe 22)

ŞİRKTE VE KÜFÜRDE ISRAR EDENLER AF KAPSAMINA GİREMEZLER

Şimdi asıl konumuza gelelim. Burada Allah’ın affettiği günahlar, şirk ve küfür içinde olmayan kişilerin günahlarıdır. Şirkte ve küfürde inat ve ısrar edenler bu çok geniş af kapsamı içine giremiyorlar, bu mesele çok önemli. Bu yazıda özellikle bu konuyu vurgulamak istiyorum.

Günahları genel itibariyle iki kategoride değerlendirebiliriz. Birisi, insanı Allah korusun kâfir edip din ve iman dairesinden çıkaran günahlar. Diğeri de din ve iman dairesinde kalmakla beraber insanın Allah katındaki derecesini düşüren, cezalandırılmaya müstahak hale getiren günahlar. Bu ikinci kategorideki günahlara karşı Rabbimiz’in çok toleranslı olduğu ayet ve hadislerde açıkça görülüyor.

Ama kâfir olan ve bu günahta ısrar eden kişinin duruşunu ve psikolojisini tahlil ettiğinizde ortaya küstahça, şımarıkça ve son derece çirkin, adaletsizce bir duruş ortaya çıkıyor.

Asla, cürümü belli zavallı bir yaratığın girmemesi gereken bir psikoloji bu. İşte Allah’ın öfke ve gazabını, hem de sonsuza kadar, bu adaletsiz tutum içindeki insanlar çekiyor. Bu inanç ve psikolojideki kişiler, bu küstahlıklarından vazgeçmedikçe de af kapsamına maalesef hiçbir zaman giremeyecekler.

“Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz. Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder. Kim Allah’a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (Nisâ, 4/116)

Kâfir olan veya şirk içinde olan kişiler, Allah’a karşı kibirlenen, onun hükümranlık sahasına tecavüze yeltenen, emirlerini tanımayan; aciz ve zavallı bir yaratık olduğunu unutarak, Allah’ın ona ikram ettiği gücü, kuvveti, aklı, küstahça bir tavırla yine Rabbine karşı kullanan; Allah’ın görüşünü beğenmeyip kendi görüşünü daha akıllı, daha mantıklı, daha faydalı bulan, hatta elinde güç ve imkân olursa bu görüşünü çevresine de dayatan, onları da cebren kendi görüşüne uymaya zorlayan kişilerdir.

ALLAH’IN HÜKMÜ ÜZERİNE HÜKÜM İLERİ SÜRMEK KÜFÜRDÜR

Evet, çok dikkat etmek gerekir; küçük bir mesele de olsa Allah’ın hükmü üzerine bir hüküm ileri sürmek küfürdür. Ve bu inanışın sonu ebedi bir cehennem hayatına giden yolun içerisinde yürümek demektir. Kâfirin psikolojisi o sebeple iğrençtir. Ama nefsine uymuş, içki içen, zina eden, kumar oynayan, en büyük günahları işleyen bir mümin bütün bu yaptıklarının yanlış olduğunun bilincindedir. Bir yandan bu günahları işler, bir yandan da Rabbine karşı yaptığı yanlışlığın utancını yaşar.

Sonuçta; “Rabbim senin emirlerinde yanlış yok, bunların hepsi doğrudur; ben de uymak istiyorum; ama nefsimin istekleri aklımı kullanmama engel oluyor; vicdanım yaptığım yanlışlıkları biliyor, ben her günahtan sonra üzülüyor ama şeytan ve nefsin tesirinden de bir türlü çıkamıyorum; beni affet ve bana günahlardan kaçınmam için yardım et.” şeklindeki bir psikoloji içindedir.

İşte bu düşünce içindeki veya psikolojideki müminler imanlıdır. Rabbinden ne zaman aman ve af dilese, hemen büyük bir şefkat ve merhametle ve akabinde mağfiretle mukabele görecektir. İnsanın ahiret sınavı da bu mücadelesinde gizlidir... Zira dünya hayatında insan günaha meyilli yaratılmış, günah olan şeylere de imtihan gereği ayrı bir zevk ve lezzet katılmıştır. Kişi imanının ve Allah sevgisinin gücüyle, bu zararlı şeyleri terke gayret gösterecektir ki bu onun imtihanıdır. Şu da bir gerçek ki bu günahları terk kolay değildir. Belki tekrar tekrar tövbe etmesi gerekecek ve bu mücadeleleri ta ki günahları terke kadar devam edecektir... O sebeple Efendimiz (sav) mümini, hiç günah işlemeyen değil; tövbe etmeyi terk etmeyen, bu konuda ısrarcı olan kişiler olarak ifade eder.

KÜFRE GİRMEMEK İÇİN ACİLEN İTİKAT KONULARI ÖĞRENİLMELİDİR

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz günah işlemezseniz, Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir. Onlar, günah işlerler sonra Allah’tan bağışlanmalarını isterler. Allah da onları mağfiret eder, bağışlar.” (Müslim, Tevbe 11; Tirmizî, Cennet)

Müminler bu ikinci sınıftakilerdir. Kimi az kimi çok günah işler ama hepsi mümindir. Sonuç itibariyle de ebedi cennete namzet insanlardır. Peygamberimiz bu tür müminlerin en günahkârları için bile şefaat edeceğini vaat etmiştir. Ve her akıllı insan en azından bu çerçevede kalmaya özen gösterir. Zira en büyük günahları işlese de bu çerçevede kalması ahiret hayatı için çok önemli bir ayrıcalıktır. Müslümanların küfre girmekten çok korkmaları gerekir. Küfre giren kişi günahlarıyla değil, inancı ve kabulleriyle girer. Yani İslam’ın açık emirleri bellidir. Kur’an ortadadır. Kur’an’ın emirlerinden bir tanesini bile beğenmemek, tanımamak insanı günahkâr müminler safından çıkarıp kâfirlerin safına sokar. Bu sahada asla af ve tolerans yoktur. Yani küfründe sabit kaldığı, inat ettiği ve görüşlerini değiştirmediği sürece bu saha ebedi bir azabın sahasıdır. Bu sahada niye af olmadığını yukarıda biraz açıkladık: Yine ifade edelim ki bu kişi Allahın kendisine verdiği bir zerrecik aklı, bir noktacık ilmi ile Yaradan’a karşı bir savaşa girişmiştir. Hiçliğine, aciz ve zavallılığına rağmen benlik ve varlık iddiasındandır. Kendi aklını beğenip Yaradan’ın aklına, ilmine ve iradesine karşı küstahça bir küçük görme şımarıklığı, adaletsizliği içerisindedir. Bu mesele çok önemli bir meseledir. İslam âlimleri ameldeki kusurları normal kusurlar olarak görmüşler ama itikat alanına girince “Orada dur!” demişlerdir.

Temel itikat konularında zerre yanlış olmaz. Bir Müslüman bu konuda hataya düşmemek, özellikle küfre girmemek için itikat konularını acilen öğrenmelidir.

İTİKATTA EHL-İ SÜNNET İMAMLARINA UYMANIN ÖNEMİ

Şimdi bizler ahir zamanda zor bir zaman diliminde yaşayan Müslümanlarız. Günahların her türlüsünün çok rahatça işlendiği bir zamanda yaşıyoruz. Günahlara düşebiliriz. Zaten mücadelemiz bu yönde her zaman devam edecek. Bu zor bir süreç, nefsle ve şeytanla mücadele ölene kadar bitmez. Ama itikat öyle değil. Bunun zorluğu da mücadelesi de yok. Doğruyu bir defa adamakıllı öğreneceksin, sonra bu imandan taviz vermeyip bu inanışını ölene dek koruyacaksın. “Allahım! Ben bu iman meselelerine senin kitabında yazdığın gibi, Resulünün söylediği gibi ve Ehl-i Sünnet itikat imamlarımızın öğrettiği gibi inanıyor, iman ediyorum.” diyeceksin, işte hepsi bu… Elbette ki bu imamlar da bu itikat konularını şahsi görüşleri olarak yazmamış, Kur’an sünnet gibi kaynaklardan almışlardır.

Kıymetli okurlarımıza âcizane tavsiyemdir; itikat konularıyla oynayıp bu konuda rahatça konuşmak ve fetva vermekten çekinmeyen, Allah korkusu az bazı zamane âlimlerinin sözleriyle, kafalarını ve kalplerini karıştırmasınlar. İtikadi konularını önce doğru bir şekilde öğrenip kabul ve tasdik etsinler, sonra da bu meselede asla tavize yanaşmasınlar. Ve her konuşanı, etiketine ve kariyerine aldanıp dinlemesinler.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
28
Genel Konular / Allah İle Arama Kimse Giremez
« Son İleti Gönderen: melek Nisan 30, 2024, 08:08:08 ÖS »


Allah İle Arama Kimse Giremez

“Allah ile arama kimseyi sokmam, bana Kur’an yeter. Hatta biraz daha hoş görünen hadis kitapları veya sünnet yeter.”

İlk bakışta doğru gibi görünen ama biraz düşününce ancak şeytanın veya İslam düşmanlarının Müslümanların içine sokabileceği bir fitne olabilecek bu sözleri bu günlerde çok sık duyuyoruz. Bir âlimden, onu dinlemekten, sohbetlerine kulak vermekten bahsedince, son zamanlardaki cemaat fitnelerini de gerekçe göstererek Müslümanların bu söze daha fazla sarılması bizi gerçekten şaşırtıyor. Bir araya gelmeyelim, birbirimize yardımda bulunmayalım, birbirimizi uyarmayalım! Ne yapalım peki? Cami avlularında zamanlarının çoğunu dedikodu ile geçiren ihtiyarlar gibi sadece cami cemaati olalım! Kur’ân hatimi yapıp ölülerimize bağışlayalım; sarık, sakal misvakla da sünneti halledelim; sonra da ülkede her şey hallolmuş, Müslümanların hiçbir derdi yokmuş gibi kendimize cennetten yerler beğenelim öyle mi?

Cemaat dini olan ve cemaatleşmeye bu kadar fazla önem veren bir dini bireyselleştirmek ve her Müslüman’ı elinde Kur’an ve hadis kitaplarıyla evlerinin köşesinde İslam’ı yaşadıkları vehmiyle oyalayıp zayıf ve güçsüz bir hale getirmek, yukarıda ifade ettiğimiz gibi ancak şeytan ve din düşmanlarının güzel bir projesi olabilir… Gelişmek, çoğalmak, iri, diri ve güçlü olmak, birleşerek, cemaatleşerek olur, yalnızlaşarak olmaz. Yalnız kendini kurtarmaya ve bireyselleşmeye çağıran sesler Rahman’dan değil, ancak şeytandan gelir, dikkatli olmak gerekir. Biraz aklı olan her mümin bu tür yaklaşımlara şüpheyle bakmalı ve bu oyuna da asla gelmemelidir.

Bir de son zamanlarda mürit-mürşit ilişkisinden hareketle tasavvufa saldırılar tekrar artmıştır. Vehhâbilerin inanç esasları arasında olan; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan mürşitlerden medet ummak, yardım dilemek küfürdür. Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir…” şeklinde bir inancın yayılmasına çalışılmaktadır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadında bu meselelerin hükümleri bellidir. Okuyucularımızın Vehhâbiliğe ait bu inançları yayanlara karşı dikkatli olmaları gerekir. İşin açığı, müminleri sahte aracılardan sakındırmak için gelen ayetleri, “İslam’da aracılar yoktur”a çevirip sonra da kendi aracılıklarını dayatanların hikâyesi yeni değil çok eski hikâyedir. Her devirde birileri tarafından tekrar gündeme getirilir. İslam âlimleri bu fitnecilerin hakkından gelmiş, cevaplarını ciltler dolusu vermişlerdir. Ben öyle teferruata girmeyeceğim; sadece aklı olana birkaç basit örnekle ispat edeceğim. Aracıları kabul etmeyenlere soruyorum. Her kula vahiy gelir mi? Peygamberler ne işe yarar? Cebrail’in görevi nedir? İşte bu soruların cevabı, bu sorunun da cevabıdır. Şimdi itirazları duyar gibiyim. Peygamberlere, Cebrail’e müsaade var. Niye? Onlar bu işi şirke düşmeden yaparlar. Tamam, o zaman sorunun cevabını sen verdin; bu iş şirke düşmeden yapılabiliyor demek ki. İşte dünya imtihanı hep böyledir. Helal haram çizgisini korurken şüphelilerden sakınmak, cömertlik yaparken israfa savrulmamak, Allah için sevgi ile buğzu bir arada yaşamak gibi her ahlakta ortayı ve dengeyi yakalamak imtihanın ta kendisidir. Bunu anlayacak kadar aklını kullanamayan beyin özürlüler, mesela şefaatin bir orta yolunu bulamaz ve külliyen şefaati reddederler. Kulların iradesini iptal etmeden, Allah’ın kaderimizi nasıl yazdığını ve bilebildiğini idrak edemezler, evliyalardan sadır olan kerametleri kavrayamaz, yine gaybı Allah’ın bildirdiği kadar kulların bilebileceğini, bunda hiçbir mahsur olmadığını anlayamazlar. Çünkü onların beyinlerinde böyle bir orta nokta tanımı yoktur, ya hep ya hiç çalışır. Ne kadar anlatsan hatta ispat etsen anlamazlar. Ahmakla uğraşma, muhatap olmaya değmez, çünkü boşa zaman kaybıdır. Neyse biz iyi niyetli ama belki aklı karışmış olabilecek okuyucularımıza doğruyu gösterelim ki bu tehlikeli oyuna gelmesinler inşallah.

Yukarıda bahsettiğim gibi, Allah (c.c.) kullarıyla irtibata geçerken hem melekleri hem peygamberleri aracı kılmıştır. Kullarla direkt konuştuğunu ve herkese vahiy gönderdiğini kimse görmemiştir. Buna şahit olan da böyle bir iddiada bulunan da yoktur zaten... Bu sözüme karşılık verilebilecek cevap, “Tamam, bizler melekleri ve peygamberleri kastetmiyoruz.” olabilir. Veya “Peygamberler varken aracılığa zaruret gereği ihtiyaç vardı ama şimdi artık ihtiyaç kalmadı.” denebilir. Ben de zaten bu yaklaşımları eleştiriyor ve bunları ancak şeytan yayar diyorum. Çünkü bu yaklaşım hem Kur’ân’a hem hadislere hem akla ve mantığa giran bir yaklaşımdır.

Aracılığa itiraz, ancak sahte aracılar işin söylenebilir. Zira her dönem ve devirde sahte aracılar olmuştur. Putları aracı kılan cahilî dönem insanları, şeriatta sınır tanımayan sahte şeyh ve âlimler, günahkârları affeden, cennetten arazi satan veya aforoz edip cehenneme atan papazlar, hatta sahte peygamberler bile vardır. Neticede burası bir imtihan yurdudur, bu dünyada bunlar hiç eksik olmazlar. Para varsa sahtesi de olur; dolar, altın, elmas, değerli ne varsa hepsinin sahtesi yapılır ve basılır. Gözü açıklar bunu kullanır, safları da kandırır. Hayat böyle sınavlarla doludur işte. Rabbimiz (hâşâ) kendisinin sahtesine, yani sahte ilahlara bile imtihan gereği müsaade etmiş de sahte peygambere, hocaya, şeyhe, âlime mi müsaade etmeyecek? Sahte âlimler var diye âlime gitmeyen gözü açıkları, piyasada sahte altın, sahte dolar olmasına rağmen altın ve dolar biriktirirken görüyorum. Bu riske rağmen kendilerini Allah’ın bu nimetlerinden niye mahrum etmezler acaba? Dünyaya daha çok değer verip ahireti fazla ciddiye almadıklarından olmasın bu gayretkeşlikleri? Sözün özü, dünya işleri de ahiret işleri de aracısız olmaz; sünnetullah böyledir. Devlette çıkmaz bir işiniz olursa bakana, başbakana ulaşmak için kırk tane aracıya koşarsınız; kendinizi tanıtmak, aynı düşünce ve görüşte olduğunuzu ulaştırmak için çalmadığınız kapı bırakmazsınız. Aynı şekilde, Rabbin rızasını kazanmak için de aracı olarak peygamberini razı edeceksiniz veya Allah dostu insanların sevgisini kazanacak, onların gönlünde güzel yerler edinecek veya onların terbiyesinden geçeceksiniz; bundan kaçamazsınız, başka yolunuz yok. Ayet yok mu bu konuda? Hem de kaç tane:

“(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”

“De ki: Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/31, 32)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin…” (Nisâ, 4/59)

“...Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyden sizi nehyederse ondan da sakının...” (Haşr, 59/7)

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide, 5/35)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 9/119)

Daha böyle kaç ayet var ki; Allah ile beraber Resule’de ayrıca itaat etmeyi, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi âlimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın (c.c.) sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir. Ama maalesef, bırakın âlim ve Allah dostlarını, bu ayetlere rağmen Peygamberlerin aracılığına bile itirazı olanlar yaşar içimizde. Hâlbuki ayetlerde bu konu tartışmaya mahal olmayacak kadar açıktır.

Evet, peygamberi aradan çıkaranlar bu ayetlere rağmen bunu nasıl başarırlar, anlamak mümkün değildir. Hâlbuki “De ki:

Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/31, 32) ayetiyle aynı manayı taşıyan ayetler; Peygamber’e (s.a.v.) itaati, sadece Kur’an’a itaate indirgeyerek peygamberi aradan çıkaran ve O’nu işe yaramaz veya sanki hiç yaşamamış konumuna getiren kişilere Kur’an’dan gelen net cevaplardır. Doğru değil mi? Resul’e itaatten sadece Allah’a itaat murat edilmiş olsaydı, Allah’a ve Resûlü’ne itaati emreden âyetler bulunmazdı. Yine “O’na itaat, Kur’ân’da bulunan hususlarda farzdır.” diye bir itiraz olursa bu, Resûl’e mahsus bir itaat sayılmazdı. Zira ayetlerde Allah ve Resûlü’ne itaat, ayrı ayrı zikredildiğine göre, Hz. Peygamber’e mahsus bir itaat alanı olduğu açıktır. Bu da Peygamberimiz’in (s.a.v.) Kur’ân’da yer almayan konularda hüküm verdiği anlamına gelir. Allahu Teâlâ, “Peygamber’e itaat edin” sözüyle “Peygamber ile gönderdiğim âyetlere itaat edin, ama Peygamber’in açıklamalarına bakmayın.” demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Ayrıca böyle anlam verirsek âyetlerin başındaki Allah’a itaat edin sözleri de gereksiz tekrarlardan ibaret olurdu ki Kur’ân’a bunu nasıl yakıştırırsınız? Bu ayetlerden anlatılan açıktır ki Allahu Teâlâ’nın emrettiği itaat, sadece Resûlü’nün getirdiği âyetleri değil, âyetlerle birlikte sünnetine itaati de içine almaktadır. Dolayısıyla “Sadece Kur’ân bize yeter...” diyerek bütün sahih hadis kitaplarını işe yaramaz konuma getirenlere yine Kur’ân’dan net yalanlama gelmektedir, başka söze gerek yok.

Hatırlatmak boynumuzun borcudur: Ümmet için peygamber, müritler için mürşit, cemaat için imam, talebe için hoca araçtır, amaç değil. Açıkça, gaye ile vasıta birbirine karıştırılmak suretiyle birileri tarafından akıllar bulandırılmaktadır, dikkatli olmalıdır.

Kul ile Allah arasına aracı girmesinden kasıt, aracı kullara hâşâ yaratıcı muamelesi yapmak ve kullara hangi yüksek manevi makamda olursa olsun Allah’a ait sıfatları yakıştırmak ve sonra da onlardan ancak Allah’tan beklemesi gereken yardımı beklemekse buna hangi akıllı Müslüman itiraz etmez ki? Elbette böyle bir şeyi kabul eden, en büyük müşrikliğe ve sapıklığa düşmüş olur.

Ama İslam dini öğretim ve eğitim dinidir. Öğretim için Kur’ân, hadis, fıkıh kitaplarından okumayı bilen ve okuduğunu anlayabilen herkes faydalanabilir, buna bir itirazımız olmaz.

Ama iş eğitime gelince eğitim kitaplarla olacak iş değildir. Eğitim; kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiye ve terbiyesi gibi önemli bir meseledir. Ki Kur’ân; “Odur ki ümmîler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi, üzerlerine onun ayetlerini okuyor ve onları temize çıkarıp parlatıyor, kendilerine kitap ve hikmet öğretiyor…” (Cuma, 62/2) ayeti ile Peygamberimiz’in (s.a.v.) ne yaptığını ifade eder.

Tezkiye, yani kötü huy ve ahlaklardan temizlenme, iyi huylarla huylanma, kim ne derse desin kitapla olmaz. Bunun için ehil mürşitlere ihtiyaç kaçınılmazdır. Her ne kadar bu meseleyi kavrayamayan kafalar bu işe şirk diye vaveyla koparsalar da bu gerçektir. Hele işin içine girseler bıraksınlar açık şirki, şirkin en gizlisinden bile kaçan ve sakınan taifenin, onların şirke battınız dediği taifeler olduğunu görüp bu söylediklerinden utanacakları kesindir. Ehil imamlardan ki örneklik anlamında faydalanmak, Peygamber’in ashabıyla ilişkilerini öğrenmek anlamında kesinlikle gereklidir. Zira eğitimin en önemli ayağı örneklik, inikâs, insibağ dediğimiz manevi etkileşim ve iyilerin, salihlerin, sadıkların atmosferinden, feyzinden faydalanmak ve boyasıyla boyanmaktır. Bu olmadan eğitim eksik, çok eksik kalır.

Kim ne derse desin bu sebeple 1400 yıllık Ehl-i Sünnet çizgisi ve geleneği; Allah’ı, peygamberi, sahabeyi, onlardan sonra gelen âlim ve Allah dostlarını yerli yerine koymuş, akla ve kalbe giran gelecek açıklanmamış hiçbir mevzu bırakmamıştır. Allah (c.c.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilmediklerinizi ilim ehlinden sorun...” diye ayetlerde bizi âlimlere yönlendiriyor; tamam bununla fıkıh âlimlerini anladık. Sonra sadıklarla beraber olmaya teşvik ediyor. Sadıklık açık ki ilimden ayrı bir şeydir ve ahlaken elde edilebilen bir makamdır. Hazreti Ebubekir gibi kişiler sadece bilgin değil, Allah dostu kişilerdi. Dolayısıyla sadıklarla beraber olmamız, nasihatlerini dinlememiz, sohbetlerinden feyzlenmemiz suretiyle, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) sahabenin faydalanmasına benzeyen bir şekilde benzeşerek değişmemiz isteniyor. Zira bu yöntemle eğitim, insanın yaratılışına en uygun ve en etkili bir eğitim şeklidir. Bunlardan, Ümmet-i Muhammed’i, bir takım sapkın şeyhler, sahte mürşitler var diye mahrum etmek İslam’a yapılmış en büyük kötülüktür. Müslümanları hem gerçek mürşitlerin hem de sahtelerinin ayrımını yapacak kadar bilgilendirmek en doğru yolken, bu güzel yolu kapatmak şeytanın planı olmaya yakışır, başka şey diyemiyorum.

Bir cemaatin başında gerçek bir âlim varsa ve bunlar da hocalarına uyarlarsa ne güzel bir topluluk oluşturmuş olurlar. Eğitimde başarı, insanları bir araya getirmekle kolaylaşır.

“Sentetik uyarıcı kullanan gençleri kurtarmak için ne yapmalı?” diye, bu konuda ihtisaslaşmış bir psikiyatra bir soru yöneltmiştim. “En etkili çare çevre değiştirmek, kötü arkadaşları bırakıp yeni güzel arkadaşlar edinmek.” demişti. Bu psikolojik bir gerçeğin ifadesidir. İnsan robot değil, duyguları olan ve çevresinden çok fazla etkilenen bir varlıktır.

İnsanı çevresiz düşünemezsiniz. Hele İslam’ı eğitimde çevreyi yok saymak neyin nesi, bu hangi mantığa ve akla uyar anlamak mümkün mü?

İnsanların ibadetlerini yapamaması, günahlara dalması, sentetik uyarıcı kullanan insanlara benzer. Birinde uyuşturucu dünya sevgisi ve gaflettir, diğerinde sentetik ilaçlar.

İkisinde de kurtulmak için dertleşebileceği, yerine göre yardımlaşabileceği, hatta hayırda yarışabileceği arkadaşlara ihtiyacı vardır. Yine her şeyi okuyarak öğrenmek de mümkün değildir. Öyle bir eğitim geçerli olsaydı öğretmenlere ihtiyaç olmaz, okuma çağına gelen her çocuğa evinde kitaplar dağıtılıp sonra da sınavlarla eğitimi kontrol edilirdi. Ama bunun başarı şansı yeterli olmamalı ki devletler bir sürü eğitim masraflarına girmekten vazgeçemiyorlar. O zaman din öğretimi için özellikle de eğitimi için örnek alabileceğimiz liderlere ihtiyaç kaçınılmazdır. “Ortam bozuk, sahte âlimden geçilmiyor...” diye bu gerçeği yok saymak veya görmezden gelmek daha büyük bir yanlışa kapı aralamak olur bilmek lazım…

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
29
Zekat / Zekt Mali Bir İbadettir 1
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Nisan 30, 2024, 06:54:39 ÖÖ »
Zekt Mali Bir İbadettir  1

Zekât: artma, çoğalma, arıtma ve bereket anlamlarına gelmektedir. Terim olarak zekât: Alllaın belirli yerlere sarf edilmek üzere Dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir Payın ayrılması işlemidir. Kuran-ı Kerimde 27 ayette zekât namazla birlikte zikredilmiştir.

Zekat: hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Zekât, İslamın beş temel esasından biridir. Her şeyden önce mali bir ibadettir. Müslümanlar bu ibadeti, Allahın emrine uyarak gönül hoşnutluğu ve samimi bir niyetle yerine getirmelidirler. Ancak bu şekilde eda edilen zekât, Allah katında kabul görür.

Zekât kimlere farzdır: Zekât, Müslüman, hür. Akıllı ve erginlik çağına eren, tabi ihtiyaçlarından fazla artıcı mala sahip olan ve sahip olduğu malın üzerinden bir kameri yıl geçen kimselere farzdır. Bu farzın yerine getirilmesi için zekâtın niyetle ehline verilmesi gerekir. Yani zekât almaya hakkı olanlara verilmesi lazımdır.

Zekâta tabi olan mallar: beş çeşit mal zekâta tabidir. 1- Para (altın, gümüş vb).

2- Ticaret malları.

3- Toprak ürünleri.

4- Hayvanlar.

5- Define ve madenler. Zekâta tabi mallarda nema  (artıcı) şartı arandığından bu şartı taşımayan örneğin binek hayvanları, çalıştırılan hayvanlar, oturulan evler, ev eşyaları, meslek kitapları, mesleki aletler ve benzeri mallar zekâta tabi değildir. Ticaret mallarında para ve altın gümüş dâhil zekât oranı, kırkta birdir. Toprak mahsullerinde onda birdir. Devede beşe ulaşınca, koyunda kırka, sığır cinsinden hayvanlarda otuza ulaşınca zekât verilir.

Bir Müslüman, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin senelik zaruri ihtiyaçların ve borcunun dışında nisab (ölçü) miktarı ticari mala veya buna muadil paraya sahip ise zekât vermekle mükellef olur. Buradaki ölçü 80,18 gr altındır. Bu kadar altını veya parası olan ve yahut ta altına muadil ticari eşyası olan kişi, yukarıdaki vasıflara sahip olduğunda zekât vermekle mükellef olur.

Zekâtı ödeme zamanı: İslam âlimleri, şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal, yani sene biter bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu hususta Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır. “Onların mallarında saillerin (yokluktan dolayı dillenme zorunda olanlar) ve mahrumların hakkı vardır. Zariyat, 19. Zekâta tabi olan malın üzerinden bir kameri yıl geçmesi gerekmektedir. Bununla beraber yıl dolmadan da zekâtın verilmesinde bir sakınca yoktur. Yıl dolduğu zaman geciktirmek, zekât mükellefi açısında sakıncalıdır. Zira zekâtı verilmeyen malda hak sahibi muhtaçların hakkı doğuyor ki, bu hak ilgiliye verilmediği müddetçe, malda manevi kirlilik var demektir. Ticari mal, para, altın ve gümüşün zekâtı kırkta birdir. Yüzde iki buçuktur. Kişi zekâtını usul ve furuuna veremez. Anne, baba yukarı doğru, çocuklar ve torunlar, aşağıya doğru. Zekâta tabi olan malın önce hesabını yapıyoruz. Elde ettiğimiz rakamı 40 bölüyoruz. Çıkan bölüm, müstahak olanlara vereceğimiz zekâtımız olur. Elde ettiğimiz miktarı bir kişiye verebileceğimiz gibi birden fazla kişilere verebiliriz.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
30
Zekat / Zekt Mali Bir İbadettir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Nisan 30, 2024, 06:45:27 ÖÖ »


Zekt Mali Bir İbadettir

Zekâtın verilmesi gereken yerler Kuran-ı Kerimde şu şekilde açıklanmıştır. “Gerçekten Sadakalar (zekât) Allahtan bir farz olmak üzere, fakirler, miskinler, zekât memurları, kalpleri İslama ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolunda çalışanlar ve yolda kalmışlar içindir. Allah, her şeyi bilendir ve hikmet sahibidir. Tövbe, 60.

Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır. “Malının zekâtını veren kişi, malı üzerinden şerri gidermiştir.” Ramuz el Hadis 26/ 4 Zekât vermek o denli önemlidir ki, bize ait olan malın zekâtı verilmediği zaman malda başkalarının hakkı meydana geliyor. İşte bu hak ödenmeyince malda manevi kirlilik meydana geliyor. Zekâtı verilen mal ise, hem temizlenmiş oluyor, hem de artma ve bereketlenme imkânına sahip oluyor.       

Allah Tela konumuzla ilgili şöyle buyurmuşlardır “Mallarını Allah yolunda infak (harcayan) edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak bitiren bir tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allahın lütfü geniştir ve her şeyi bilendir.” Bakar, 261.  Yapılan hayırdan, verilen fitre ve zekâtlardan dolayı elimizdeki para ve mallarda bir artmanın her zaman olduğunu şahit olmuşuzdur. Çünkü imkânı veren yaratandır. O nasıl isterse öyle yapmanın karşılığında bir kayıp olamaz. Zira Allah, kuluna zulmedici değildir. Yani kuluna kendisine zarar verecek bir görev vermez.

Peygamberimiz (sav) efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurdular. “ Zekâtı verilmeyen mal, yılan şekline girip, o kişinin boynuna dolanacak ve ben senin biriktirdiğin malınım diyecek. Kıyamet günü zekâtı verilmemiş mal, halka yapılıp boynuna geçirilecek.” Buharı, zekât,3. Maddi ve manevi yönden nimeti veren Allah. Yani nimetin asıl sahibi bizleri yaratan Mevla. Nisab miktarı mala sahip olduğumuzda ticari mallar için kırkta bir oranında hak sahiplerine vermemizi isteyen yaratanımızdır. Hadisin mealinden anlıyoruz ki,zekat mükellefi olduğumuz halde Allahın emrini yerine getirmediğimiz  zaman, elimizde olan dünyalık kıyamet günü bizlere sıkıntı verecek hale gelebiliyor.Bu duruma düşmemek için görevlerimizi vaktinde yapmalıyız.Veren el olmak önemlidir. Veren insanla alan insan arasında manevi bir köprü kurulur. Bu köprü üzerinde saygı, sevgi ve hoşgörü meydana gelir.

Mübarek Ramazan ayı içinde, verdiğimiz fitre, fidye ve zekâtlarımızla etrafımızdaki insanların ihtiyaçlarını giderdiğimiz gibi, Allahın rıza ve sevgisine ulaşıyoruz. Aynı zamanda yardım ettiğimiz insanların sevgilerini ve saygılarını kazanmış oluyoruz. Toplumda dayanışma ve yardımlaşma örneğini oluşturmuş oluruz. Diğer insanların da aynı konuya duyarlılık göstermelerine yardımcı olmuş oluruz. İslam toplumlarındaki hayır müesseseleri sayesinde birçok insanın ihtiyaçları karşılanıyor. Geleceğine ümitle bakabiliyor. İşte bu hayır müesseselerinden biri de zekâttır. Bu müessese iyi çalışırsa toplumda huzur ve güven oluşur. Bunun için de duyarlı olmalıyız. Zekat vermekle mükellef olduğumuzda bu ilahi görevi zamanında yerine getirmeliyiz. Yaşadığımız toplumda muhtaç, yetim ve yoksulların, yüzlerini güldürürsek bizlerin de yüzleri güler.

Birlikte mutlu oluruz. Toplumun mutluluğu, bireyler arasında sevgi ve saygıyı oluşturur. Bu hal, Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde hayat sürdürmelerine vesile olur inşallah.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10