Son İletiler

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10
21
Yaşar Değirmenci / Egoizmden Kurtulalım
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 26, 2024, 08:11:17 ÖÖ »


Egoizmden Kurtulalım

Kavramlarla oynanıyor. Kavramlar, herkes için geçerli olan hakikatler olarak değil de birilerinin işine geldiği gibi kullanılmaya başlayınca; bu tanımları herkes kendi tarafına göre yontuyor. Zulüm zulümdür. Onu yapan ister Müslüman ister Hıristiyan ister Yahudi olsun fark etmez. Peygamber Efendimiz ‘Hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa, vallahi cezasını verirdim’ buyurarak suçlunun konumunun önemli olmadığına dikkatleri çekiyor.

Kim tanımlayacak bu kavramları? Bu kavramları tanımlama hakkını sadece ABD, İsrail, İngiltere, Rusya yahut BM (Birleşmiş Milletlere) mi vereceğiz? Böyle olursa İsrail’in binlerce masumun canlarına mal olan katliamlarını gerçekleştirdiği harekatın adı ‘Barış Harekâtı’ bu zalimlere karşı kendini ve işgal altındaki vatanlarını savunan Filistinlilerin meşru müdafaası ‘terör saldırısı’ olup çıkmaz mı? Bunlar ‘düzeltme rolünü oynayan bozguncular’ değil mi? İsrail, ABD, İngiltere ve diğer devletler kana doymayan vampir gibi zayıfların sırtından kan emerek şişiyor. Onların ve o izi sürenlerin müreffeh olması için, başkalarının daha fazla aç kalması gerekiyor. Onların sömürmesi için, başkalarının daha fazla çalışıp alın teri dökmesi gerekiyor. Onların daha fazla keyif çatmaları için, dünyayı cehenneme çevirmeleri, her tarafı ateşe vermeleri gerekiyor.

Onların neşeli ve mutlu olmaları için, başkalarının ağlayıp ızdırap çekmeleri gerekiyor. Bunlar hem davacı, hem savcı, hem hâkim, hem de cellat rolünde. Müslüman halka (nerede olursa olsun) karşı yargısız infazı gerçekleştiriyor. Yanına da suç ortakları arıyor.

Cinayetlerine yardım ve yataklık yapmayanları ‘terörü destekleyenler’ olarak damgalıyor. Kimin haklı, kimin haksız olacağını kendisi belirliyor. Güç ve kuvvetini, ölüm kusan silahlarını göstererek yapıyor. Elleri kanlı siyaset yapanların, onlara destek verenlerin, çıkan hercü merce (kaosa) sevinenlerin şu hallerinden ibret almamak mümkün mü? Yeryüzünde ilim ve hikmete, sevgi ve saygıya, şefkat ve merhamete dayalı medeniyetimizle insanlığı buluşturmalıyız. Zulme ve kötülüğe engel olma, adalet ve iyiliği dünyaya hâkim kılmayı gerçekleştirmeliyiz. Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesinden beslenen Müslümanlar, yeryüzünde insanca yaşamayı temin ederler. Müslümanlardan başka insanlığa huzur ve sükûnu kimse getiremez. Bunu yapacak devlet de Türkiye’dir. Kemalist, seküler ve laik devlet olmasına rağmen.

Son yaşadığımız olaylar, bildiklerimizle, okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmediğimizi gösteriyor. Hani Müslümanlar olarak Allah ve Resulünü hakem tayin edecektik. Hani hakiki pehlivan öfkesini yutandı. Hani ifrat ve tefride düşmeyip makul ve mutedil hareket edecektik. Hani sevgide de nefrette de ölçüyü kaçırmayacaktık. Hani dinimiz, sadece ibadetlerden müteşekkil bir din olmayıp hayat nizamımızdı. Hani din kardeşimizi kendimize tercih edecektik. Hani cemaat, cemiyet, vakıf, dernek, bütün kurumlar vesile, dinimize hizmet gaye idi. Hani araç ile amacı karıştırmayacaktık.

Hani bir vücudun organları gibiydik. Daha bir sürü ‘Hani’ ile başlayan cümleler kurabiliriz. Bunlar da gösteriyor ki ‘iman-amel-ihlas-ihsan’ hususunda problemlerimiz var demektir. Mü’min; imanı için yaşayan, dünyaya gelişini imtihan için bilen, ebediyete kadar iman/küfür mücadelesinin bitmeyeceğinin şuurundaki adamdır.

Egoizmden kurtulan adamdır. İslam›a göre kişinin özüyle sözünün inancı ile işlerin örtüşmesi esastır. Bu husus ayet ve hadislerde önemle vurgulanmakta müminlerin dosdoğru olmaları emredilmektedir.

“Ey Allah’ın resulü İslam dini ile ilgili bana öyle bir söz söyle öyle bir iş bildir ki senden sonra onu kimseye sormayayım ve ona sarılayım” diyen sahabe Süfyan bin Abdullah›a Peygamberimiz “Allah’a iman ettim. Rabbim Allah de ve dost doğru ol” buyurmuşlardır Peygamberimiz “Kim ihlasla kalbine imanı yerleştirir ve kalbini temizler, dilini doğru sözlü, nefsi huzura ermiş, huyunu, ahlakını ve davranışlarını dost doğru kulaklarını ve gözlerini gerçeği ve doğruyu duyan dinleyen ve gören yaparsa kurtuluşa ermiştir” hadisi, insanın özü sözü gözü kulağı ve bütün uzuvlarıyla olmasını teşvik etmiş ve küfür ile iman, doğru söz ile yalan, emanet ile hıyanet bir araya gelmez” buyurmuşlardır.

Dualarımızda, Rabbinden, değiştiremeyeceklerini tevekkül içinde kabul edecek vakarı, değiştirebileceklerini değiştirecek cesareti ve ikisi arasındaki farkı anlayabilecek bir akıl ihsan etmesini isteyelim. Encamını bilmediğin, arkasında hayır mı var, şer mi var kestiremediğin isteklerde bulunmamak için dualarında hep “Senin sevdiğini ve Senin razı olduğunu yaptırt Allah’ım!” diye dua etmeyi alışkanlık edinelim.

Peygamber Efendimizin şu duasını dilimizden eksik etmeyelim: “Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen bilgiden ve kabul olunmayacak duadan Sana sığınırım.” Her gün hayatının muhasebesini yaparak Peygamber Efendimizin şu hadis-i şerifiyle de kendi Müslümanlık derecemizi gözden geçirelim. “Kişinin güzel bir Müslüman oluşu, mâlayâni (boş şeyleri) terk etmesi ile belli olur.”

‘Din Kardeşliği’mize veremeyeceği zararı, biz kendi kendimize verebiliyoruz. Gayet de rahatız maşallah!

Peygamberler bile hata yapabiliyor, ama bizim büyüklerimiz masum sanki. Bir ‘nefs muhasebesi’ bu kadar zor mu? Bir ‘özür dilemek, bir helalleşme içinde bulunmak karizmamızı mı çizdirir? Yapılan iyilikleri takdir etmek aczimize mi hamledilir? Yanıldığımızı kabullenmemiz, hatamızı üstlenmemiz, hata ettiğimizi söylememiz bizi büyültür mü, küçültür mü? Bizi dinlemeyen, bize hak vermeyen herkesi rakip, hataları düzeltmeye kalkanları hasım gibi algılamak bizi nereye götürür? Eleştiriye kapalı olmak, her yaptığını mükemmel görmek olgun bir Müslüman tavrı mıdır? Kendilerinin ‘özel’ olduğunu düşünmek, etraflarındakilerin de öyle düşünmelerini istemek örnek insanlara yakışır mı?

Vefalı olmanın, kadir/kıymet bilmenin bizim mümeyyiz vasfımız olduğu bu kadar çabuk mu unutulur? ‘Tarihini bilmeyen milletler hafıza kaybına uğramış gibidir’ sözünü naklederken geçmişte yaşananların tekerrür etmemesi için gayret göstermek ne zamandan beri tahrik muamelesi görür oldu? Çıkarılan şu hercümercin önlenmesi için dışarıya sipariş mi vereceğiz? Nerede gönül dünyamızın insanları, nerede itibarlı olan, sözü dinlenir akil adamlar, nerede Peygamber Efendimizin izinin sürüldüğü, sünnete bağlılığının hep dile getirildiği, hep ‘fırkayı naciye’ deyip duran bütün teşkilatlar; Hepiniz bugün için varsınız, tarihi hizmetler sizi bekliyor. Misyonunuzun, vizyonunuzun gereklerini yerine getirmek asıl bu günler için değil mi? Bugün önleyemediğiniz kargaşalıkları ne zaman önleyecek, ‘mü’minler muhakkak kardeştir’ emri ilahisini ‘niçin gerçekleştirmediniz’ sualine amelî cevabınızı ne zaman vereceksiniz? Egoizmden kurtulup, ‘Ümmetin derdiyle dertli olup’ cevabımızın icaplarını yerine getirdiğimiz zaman İnşallah…
 
Yaşar Değirmenci.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
22
Abdülaziz Kıranşal / Müslüman Ailelere
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 26, 2024, 08:03:40 ÖÖ »


Müslüman Ailelere

Dünyayı kurtaramıyorsanız bari evinizi kurtarın!

Suriye’yi, Filistin’i, Doğu Türkistan’ı, Arakan’ı kurtaramıyorsanız bari kendi evlerinizi kurtarın! Oradaki mazlum çocuklar için bir şeyler yapamıyorsanız bari kendi çocuklarınız için bir şeyler yapın! Ailenizi ve evinizi ihmal etmeyin! Sakın unutmayın! Evde yaptığınız her ihmal, çocuklarınız açısından ya itikadi ya ahlaki ya da ameli bir problem olarak size geri dönecektir. Bir anne-babanın başına gelebilecek en büyük musibetlerden birisi de kendi ailesinin İslami terbiyesini ihmal etmesidir. İşte bu tam bir kayıp ve tam bir ziyandır. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki: "Asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendileriyle birlikte ailelerini de ziyana uğratanlardır." (Şura 45)

Evinizin iktidarını kaybetmeyin!

Bir evde gençler Youtuber'lara teslim edilmişse, çocuklara çizgi film açmadan yemek bile yedirilemiyorsa, anneler başlarını dizilerden kaldıramıyorsa, babalar spor, haber ve magazin programlarına müptela olmuşlarsa, yemekler toplu halde yenmiyorsa, kimse kimseyi sabah namazına kaldırmıyorsa, herkes kendi odasında, kendi kanepesinde kendi cep telefonu ve kendi internetiyle kendi dünyasında yaşıyorsa o evin iktidarı kaybedilmiş demektir. Evlerinin iktidarını kaybedenler, memleketin siyasi iktidarını kazansalar bile hiçbir şey yapamazlar.

Uyarmaya ilk önce evinizden başlayın!

Namazı tavsiye edecekseniz önce ailenize tavsiye edin! Günahtan sakındıracaksanız önce ailenizi sakındırın. Hedef ve ideallerinizi gerçekleştirecekseniz bunlara ilk önce evinizden başlayın! İslam’ı hâkim kılacaksanız önce evinize hâkim kılın! Tüm iddialarınızı önce evlerinizde ispat edin! Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki:

"Uyarmaya önce en yakın akrabalarından başla." (Şuara 214)

Unutmayın! Ne ekerseniz onu biçersiniz!

Siz iffetli olursanız, eşleriniz, kızlarınız ve oğullarınızda iffetli olur. Siz ailenize karşı merhametli olursanız size de merhamet edilir. Siz ayıp örtücü olursanız sizin de ayıplarınız örtülür. Siz ana-babalarınıza sahip çıkarsanız ileride çocuklarınız da size sahip çıkar. Bilin ki, hiçbir eğitim, hiçbir sohbet ve hiçbir hoca iyi bir örneklikten daha etkili olmaz.

Gerçek sevginin gereğini yapın!

Eğer eşinizi ve çocuklarınızı gerçekten seviyorsanız:

Onları sabah namazına kaldırın! Onlara haram lokma yedirmeyin! Bütün haklarınız onlara helal edin! Onların dizi müptelası olmalarını önleyin! Onları faize ve krediye bulaştırmayın! Gıybet ettiklerinde, yalan söylediklerinde, adaletten ayrıldıklarında, ibadet ciddiyetlerini kaybettiklerinde onları hemen uyarın! İslam'ı yaşamaları için onlara yardımcı olun!

Evinizde kesinlikle bunları yapmayın!

Bilin ki, faiz giren evde huzur olmaz, haram lokma giren evde salih nesil olmaz. Eşlere karşı nezaket olmayan evde afiyet olmaz. Ana-babaya hürmet edilmeyen evde bereket olmaz. Sabah namazlarına önem verilmeyen evi Allah korumaz. Allah’ın emir ve yasaklarına değer verilmeyen bir evde düzen olmaz.

Eşinize ve ana-babalarınıza vefasızlıktan kaçının!

Başta eşiniz ve aileniz olmak üzere kimseye karşı nankörlük yapmayın! Çünkü elindeki nimetlerin kıymetini bilmeyenler, eşine ve dostlarına hainlik edip aldatanlar, kendisine iyiliği dokunanlara vefasızlık yapanlar, Allah'a şükür, kullara da teşekkür etmeyenler, ilk önce Rablerinin sevgisini kaybederler çünkü: "Allah hiçbir haini ve hiçbir nankörü sevmez." (Hac, 38)

Evlerinizde şükür ve istiğfarı ihmal etmeyin!

Evinize ve ailenize dokunabilecek azaptan, üzüntüden, kederden, belalardan ve musibetlerden korunmak istiyorsanız iki şeye dikkat edin! Bunlardan birisi şükür yani “Elhamdülillah” diğeri ise istiğfar yani "Estağfirullah"tır. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki:

"Allah istiğfar ettikleri müddetçe onlara azap edecek değildir." (Enfal,33) Ve yine Rabbimiz buyuruyor ki:

"Eğer şükrederseniz Allah size niye azap etsin ki." (Nisa, 147)

Dr. Abdülaziz Kıranşal.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
23
Mustafa Kasadar / Zafer Veya Yenilgi Tesadüf Eseri Olmaz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 26, 2024, 07:55:07 ÖÖ »


Zafer Veya Yenilgi Tesadüf Eseri Olmaz

Müslümanların Uhud’da başlarına bir felaket geldi. Bu acı günde karşılaştıkları bunca yara ve acıların dışında ayrıca yetmiş şehid verdiler. Müslüman oldukları halde Allah’ın düşmanı müşrikler onlara galip geldi. Hâlbuki onlar Müslümandılar ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Bunun için Uhud günü aldıkları yenilgi nedeniyle panik ve hayret içinde, “Bu bizim başımıza neden geldi?” dediler.

Hiç şüphe yok ki; yüce Allah, Müslümanlara, bu olayla zafer ve yenilgi hakkındaki değişmez kanununu ve şartını öğretmişti. Sahabiler Uhud’da -bir an bile olsa- sünnetullaha yani Allah Teâlâ’nın her ümmet ve her millet için koyduğu değişmez yasalara uygun olmayan bir davranış biçimi ortaya koydukları için bu acı ve yaralarla karşılaştılar. Ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir. Çünkü bu; Müslümanların acı çekmesinin ötesindeki asıl plan, saflardaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması, düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah’ın kaderinin gerçekleşmesi olayıdır.

Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmez. Kuşkusuz Allah’ın hikmeti ve müminlere olan iyiliği, onları değişik koşulların etkisiyle saflarda çalkantılara sebep olan ve hiçbir zaman İslâm’ı sevmeyen münafıklardan ayırmayı gerektirmiştir. Bu yüzden yüce Allah, bu yolda pisi temizden ayırmak için davranışları ve düşünceleri nedeniyle onları Uhud’da bu şekilde imtihana tabi tutmuştur.

Bu din Allah katından değil midir? Hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve her şeye kadir güçten gelmedi mi?

Peki, niçin sadece insanın gücü dâhilinde hareket ediyor? Hareket etmesi için beşerin çabasına neden ihtiyaç duyuyor? Sonra niye her zaman galip gelmiyor? Niçin müminler sürekli zafer kazanmıyor? O halde, ona uyanların zaman zaman, tabiatın, şehvetlerin ve maddi olguların ağırlığına yenik düşmesi neden? Kimi zaman, batılın taraftarlarının, hak mensuplarına galip gelmesinin sebebi nedir?

Bütün bu sorular; bu dinin tabiatının ve onun uygulanış biçiminin en başta gelen ve en basit gerçeğini kavrayamamaktan ya da unutmaktan kaynaklanan sorular ve kuşkulardır.

Bunun sebebi Müslümanların yaptığı hatalardır. Bu hataların tümü de, bu dinin tabiatını kavramamaktan ya da unutmaktan doğmaktadır. Yine beşerin pratiğine dayanmayan, onu değiştiren, başka bir şekle sokan, insanın fıtratıyla, eğilimleriyle, yetenekleriyle, güçleri ve tüm maddi olgusuyla ilişkisi bulunmayan olağanüstü bir olayın gerçekleşmesi beklentisi içinde olmaktan kaynaklanmaktadır.

Herhangi bir çarpışmada hak taraftarlarının sınanması, bir zaman diliminde zayıf görünmesi, yüce Allah’ın onları yalnız bıraktığı veya unuttuğu ya da batıla dilediği gibi öldürüp eziyet etmesi için terk ettiği anlamına gelmez. Aynı şekilde batılın herhangi bir çarpışmada galip gelmesi ve bir zaman diliminde güçlü görünmesi, onun yenilmeyecek bir güç olduğu veya hakka, kalıcı ve öldürücü zararlar dokundurabileceği anlamına da gelmez.

Batılın yolun sonuna varması, en iğrenç günahları işlemesi, kötülüklerin en ağırını yüklenmesi ve böylece hak ettiği en şiddetli azabı tatması için batıla süre tanınmaktadır. Murdar (pis) olanın temizden ayrılması için, hak taraftarları da imtihana tabi tutulur. Böylece imtihan karşısında direnenler büyük sevaplar kazanırlar. Kuşkusuz bu, hak için bir kazanç, batıl için ise bir kayıptır.

Yüce Allah, Müslüman ümmeti, evrensel ve büyük bir rol üstlenmesi, muazzam ilahi metodu yüklenmesi ve yeryüzünde eşsiz bir hayat tarzı ve yepyeni bir düzen meydana getirmesi için ortaya çıkarmıştır. Bu önemli rol, samimiyeti, berraklığı, netliği ve titizliği gerektirmektedir. Aynı zamanda saflarda bozukluğun ve yapıda herhangi bir çatlaklığın olmaması da kaçınılmazdır. Kısacası, bu ümmetin tabiatının büyüklüğü bakımından, yeryüzünde yüce Allah’ın kendisine takdir ettiği role ve ahirette kendisine hazırladığı konuma uygun bir kapasitede olması lazımdır.

Yüce Allah’ın bu yeryüzü için koyduğu değişmez yasa, insan hayatında insanların çabaları ve onların gücü dâhilinde gerçekleşmesidir. Onun için insan, sarf ettiği çaba oranında ve pratik hayat koşulları dâhilinde hedefine ulaşır.

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in getirdiği şekliyle İslâm’da somutlaşan hayat metodu, sırf Allah tarafından indirilmiş olması yahut yalnızca insanlara tebliğ edilip açıklanması ile yeryüzünde insanların dünyasında hâkim olmaz. Aksine güçleri oranında ona uygun hareket etmeleri, onu hayatlarının ödevi ve en büyük gayeleri edinmeleri ile mümkün olur. Ayrıca diğer insanların da kalplerinde ve pratik hayatlarında gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri ve bu gaye için hiçbir çabadan kaçınmamaları ile mümkün olur. Bu topluluk hem kendilerinin hem de başkalarının ruhlarındaki beşerî eksiklikler, heva ve bilgisizliklerle mücadele eder. Bu metoda karşı koymak için beşeri eksiklik, heva ve bilgisizliği kışkırtanlara karşı mücadele eder. Bütün bunlardan sonra bu metodu, beşer fıtratının gücü oranında gerçekleştirmiş olur.

Bu metodun en güzel tecessüm ettiği yer Gazze’dir.

Yahudilerin havadan, karadan, denizden bomba yaydırdıkları Gazze’de bir avuç mücahit, katil Yahudi askerlerine kan kusturuyor. İki milyarlık Müslüman dünyanın sessiz bir şekilde izlediği vahşete karşı direniyor. Ne ile? Tabii öncelikle imanları ile ve sonra da yaptıkları askeri eğitim ve tahkimat ile. Demek ki sebepler dünyasına tevessül etmeden bir şey olmuyor.

Mustafa Kasadar.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
24
Salim Köklü / İslamiyet Bütün İyilikleri Kendinde Toplamıştır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 26, 2024, 07:47:37 ÖÖ »


İslamiyet Bütün İyilikleri Kendinde Toplamıştır

Bütün faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır; tembelliği, boş vakit geçirmeyi ret ve meneder.

Büyük İslam âlimi Seyyid Abdülhakim Arvasi rahmetullahi aleyh, İslamiyet hakkında şöyle buyurmaktadır:

İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan usûl ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmez. İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.
 
İslamiyet, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını; memleketleri imarı, insanları ruhen ve bedenen rahata kavuşturmayı emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine uymayı ve yarattıklarına merhameti, vatanını sevmeyi istemektedir. Nefsin temizlenmesini temin etmekte, kötü huyları, iyi huylardan ayırmaktadır. İyi huylu olmayı emredip, kötü huyları, şiddetle ret ve yasak eder. İnsanlarla iyi geçinmeyi, her cihetten iffeti ve hayâyı emreder. Sıhhatine çok ehemmiyet vermeyi emreder.
 
Tembelliği, boş vakit geçirmeyi ret ve meneder. Ziraatı, ticareti ve sanatı, kati olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyet ile istemektedir. Dîni, vatanı, mezhebi ve inanışı başka olanların, canlarını, mallarını ve namuslarını korumayı emreder, bunlara saldırmayı, kesinlikle meneder. Herkese karşı bir hak ve mesuliyet gözetmektedir. (Se’âdet-i dâreyni), yani dünya ve ahiret saadetini sağlar.
 
Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştır. Bunun için değiştirilmiş ve hükümleri kalmamıştır. İlerleyen, değişen hayat karşısında, şekiller ve ölü kelimeler hâlinde kalmışlardır.

Allahü teâlâ, İslam dinini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, terakkileri, gelişmeleri, ilerlemeleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. Ve kıyamete kadar koruyacağını vadetmiştir. İslamiyet’e, Orta Çağ'ın ihtiyaçları üzerine kurulmuş, değişmez hükümlerdir demek, İslam dinine iftira etmektir.
 
İslâm dini, ırk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet ettiği için, büyük başarı sağlamaktadır. Yeryüzünde her geçen gün Müslümanların sayısı büyük bir hızla artmaktadır, elhamdülillah…

Salim Köklü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
25
Vehbi Tülek / Cehennem Ateşinden Kurtaran Sadaka
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 26, 2024, 07:40:00 ÖÖ »
 

Cehennem Ateşinden Kurtaran Sadaka

"Yetmiş bin kerre (Lâ ilâhe illallah) söyleyerek ölmüşlerin ruhlarına hediye etmek 'sadaka'nın en güzelidir."

Mevlana Saidüddîn Fergânî hazretleri meşhur velîlerdendir. Türkistan’da Fergâne’de doğdu. Şeyh Necmeddîn Ali bin Bezgaşî Şirâzî'den feyiz alıp onun sohbetlerinde kemâle erdi. Ayrıca zamanın büyük velîlerinden olan Sadreddîn Konevî hazretlerinden de ilim ve feyiz aldı. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. 1299 (H.699) senesinde vefât etti.

Saidüddîn Fergânî hazretleri buyurdu ki:
 
Yetmiş bin kerre (Lâ ilâhe illallah) söyleyerek ölmüşlerin ruhlarına hediye etmek sadakanın en güzeli ve en iyisidir. Bunu hâlis niyyetle ve bağışlanan kimsenin Cehennem ateşinden kurtulması için söylemelidir. Bir kişi de söylese olur bir cemâat aralarında paylaşarak söylese de olur.
 
Şeyh Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri buyurdu ki:

"Eğer bir kimse kendisi için veya başka birisi için hâlis niyyetle ve azabdan kurtulmak niyyeti ile bunu yetmiş bin defa söylese, elbette kimin için söylenmişse o kimse Cehennem azabından kurtulur. Bu hususta nakil vardır. Bana Ebû'l-Abbas Kastalânî şöyle anlattı:
 
Şeyh Ebü'-Rebi' bu kelime-i tevhîdi yetmiş bin defâ söylemişti. Fakat bir kimse adına veya bir kimseye bağışlamaya niyyet etmemişti. Bir gün bir cemâatle birlikte bir sofrada yemek yiyordu. Aralarında kalb gözü açık bir çocuk da vardı. Çocuk yemeğe elini uzatıp yiyeceği sırada âniden feryad etmeye başladı. Yemekten elini çekti. Ona niçin ağlıyorsun? dediler. Çocuk dedi ki:
 
-Şu anda Cehennem'i ve annemin de Cehennem'de azâbda olduğunu görüyorum! Bu sebebden ağlıyorum! dedi. Şeyh Ebü'r-Rebi' dedi ki: Bu sözleri duyunca içimden; "Yâ Rabbî sen biliyorsun ki ben yetmiş bin defa (Lâ ilâhe illallah) demiştim. O yetmiş bin kelime-i tevhîdin sevâbını bu çocuğun annesinin Cehennem azâbından kurtulması için ona bağışladım diye niyyet ettim. Ben içimden böyle niyet edince çocuk tebessüm etti ve yüzü güldü.
 
-Annemi görüyorum. Cehennem ateşinden kurtuldu. Elhamdülillah! dedi. Sonra yemek yemeğe başladı.
 
Şeyh Ebü'r-Rebi' sofrada bulunanlara dedi ki:

"Bu çocuğun keşfi doğrudur. Bu hususta haber-i nebevî vardır. Eğer yetmiş bin defa (Lâ ilâhe illallah) söylenip bir ölünün veya kişinin kendisinin Cehennem ateşinden kurtulması için bağışlansa bunun faydası tam hâsıl olur.

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
26
Estrümental Dizi ve Fon Müzikler / 2024 - Hakan Polat - Sufistik 320 + Flac
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 25, 2024, 08:58:35 ÖS »
2024 - Hakan Polat - Sufistik  320 Kbps + Flac
12 / 00:00:37:50 / 86,61 MB - 244,35 MB



Hakan Polat - Sufistik 2024 - 320 Kbps - Flac (12 / 37:50)
---------------------------------------------------------------------------
01 - Ey Aşıkan  03:04
02 - Hasreti Hakkın  02:04
03 - Çağırayım Mevlam Seni  03:41
04 - Ey Şehri  03:26
05 - Gönül Hayran Oluptur Aşk Elinden  03:04
06 - Ey Gönül  03:50
07 - Acem Aşiran Peşrev  02:38
08 - Mail Oldum Bahçesinde Hurmaya  03:03
09 - Salatu Selam  02:13
10 - Serveri Ser Bülendimiz  02:58
11 - Derman Arardım Derdime  03:24
12 - Yağmur  04:20




Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap



Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap




İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.

27
SALAVATLAR / Kelime’i Tevhidi Anlamak
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Mayıs 25, 2024, 09:19:20 ÖÖ »


Kelime’i Tevhidi Anlamak

Allah’ı (c.c.) birlemek ve şirk ehline reddiye:

Allah (c.c.) Muhammed suresinde şöyle buyurmaktadır.

فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ

 “Bu durumda Allah’tan başka İlâh olmadığını bil ve kendi günahların için, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret dile. Ve Allah, sizin dönüşünüzü ve sizin yurdunuzu bilir.” (Muhammed, 47/19)

Bakara Suresinde ise şöyle buyrulmaktadır:

وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ

 “Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, rahmân’dır rahîm’dir” (Bakara, 2/ 163)

Kurtubi (r.ha.)’in el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an da ayet hakkındaki tefsirinde:
 
“Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır.” Yüce Allah hakkın gizlenmesini sakın¬dırdıktan sonra ilk açıklanması gereken ve gizlenmesi caiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu beyan etmektedir. Hemen bunun akabinde tevhi¬din delilini ve nazar etme yolunun bilgisini (aklı kullanma yolunu) söz konusu etmektedir. Bu ise bütün bunların var olması için benzersiz bir failin bu¬lunmasının kaçınılmaz olduğu bilinsin diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir.

İbn Abbas (r.a.) der ki: Kureyş kâfirleri, ya Muhammed, bize Rab’bini anlat dediler, yüce Allah bunun üzerine İhlâs süresiyle bu âyet-i keri¬meyi inzal buyurdu. Müşriklerin ise o sırada üç yüz altmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek (vâhid) olduğunu beyan buyurdu. 
 
O’ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur:

“O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur” buyruğu, nefiy ve isbattır. Bunun ba¬şı (lâ ilahe: Hiçbir ilah yoktur) küfürdür, illallahu: O’ndan başka) imandır. Ma¬nası, Allah’tan başka ma’bud yoktur.

Nakledildiğine göre eş-Şiblî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) Allah der, fa¬kat “la ilahe” demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöy¬le cevap vermiştir:

Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sö¬zünü söylemeye ulaşamam.

Derim ki: Bu, hakikati olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı yüce Allah, bunu Kitab-ı Kerim’inde hem nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca tekrarlamıştır. Peygamber (s.a.s.)’in vasıtası ile de bu sö¬zü söyleyen kimseye de pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadis¬leri Muvatta’, Buhârî, Müslim ve başkaları da rivayet etmiştir. (Mesela) Pey¬gamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Her kimin söylediği son söz lâ ilahe il¬lallah olursa o kişi cennete girer.”1

Maksat bunu dil ile değil, kalb ile söy¬lemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse, onun inancında ve kalbinde vahdaniyyet ile Allah için gerekli olan sıfatlar yer etmiş, son Peygamber’i tasdik etmiş ve şirk’te koşmamış ise Ehl-i Sünnet’in ittifakı ile böyle bir kimse cennet ehlindendir.

Enbiya suresinde şöyle buyrulmuştur:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ

“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: “Benden başka İlâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.” (Enbiya, 21/25)

Kelime-i Tevhid’in (Burhan-u Temanu) izahı:     
 
Senden önce gönderdiğimiz her bir Peygambere mutlaka şunu vahyederdik: “Benden başka İlâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.”

“Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız Bana ibadet edin.” Yani biz, onların hepsine: Lâ ilahe illallah: Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, de¬dik. Aklî deliller O’nun hiçbir ortağı bulunmadığına tanıklık etmekte, bütün peygamberlerden gelen nakiller de O’nun varlığını bildirmektedir. Delil de¬nilebilecek bir şey ise ya aklîdir, ya da nakildir. Allah (c.c.) Kitabı’nda Tevhid’i ortaya koyuyor ve iki veya daha fazla olan bir ilah anlayışını reddediyor. Nakli deliller Allah’tan başka hiçbir ilah’ın olmadığını ortaya koymaktadır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

وَقَالَ اللّهُ لاَ تَتَّخِذُواْ إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ إِنَّمَا هُوَ إِلهٌ وَاحِدٌ فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ

“Ve Allah, şöyle dedi: “İki ilâh edinmeyin; O, sadece tek bir ilâhtır. O halde sadece Benden korkun!” (Nahl, 16/51)

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Eğer ikisinde de (semada ve arzda), Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi Allah, onların vasıflandırdığı (isnat ettikleri) şeylerden münezzehtir”.(Enbiya, 22)

Akli delillerle meseleye bakıldığında ise; Eğer ki Allah birkaç tane olmuş olsaydı yaratma, yapma veya yoktan var etme gibi konularda ya muvafakat edeceklerdi yâda ihtilafa düşeceklerdi. Eğer birbirlerine muvafakat ederlerse bir varlığın ortaya çıkmasında birlikte hareket edip yardımlaşmaları söz konusu olur ki bu yardım edeninde, edileninde aczini ortaya çıkarır. Buda onların İlahlığını düşürüp muhtaç olan konumuna sokar. Yok, eğer ihtilaf edecek olurlarsa aynı iş hususunda biri diğerine galip gelecektir. Dolayısıyla mağlup olanın ilah’lığı düşecek ve galip olan gerçek tek ilah olacaktır. Böylece Tevhid (Temanu delili) tamamlanmış olacaktır. Buda akıl yürütme yoluyla Kâinatın sadece tek bir yaratıcısının ve ilahın olabileceğini göstermektedir.

Katade dedi ki: Ne kadar Peygamber gönderilmişse mutlaka tevhidi ge¬tirmiştir. Şer’î hükümler ise Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da farklı farklıdır. Bü¬tün bunlar ise ihlâs ve tevhid temeli üzerinde yükselirler.

İmam Buhari; Ebû’l-Esved ed-Dîlî tahdîs etmiştir. Ona da Ebû Zerr (r.a.) tahdîs edip şöyle demiştir: Ben bir keresinde Peygamber (s.a.s.)’e zi¬yarete geldim; O, üzerinde beyaz bir elbise olduğu hâlde uyuyordu. (Döndüm) sonra yine geldim. Bu defa uyanmıştı. Peygamber:

— “La ilahe illallâh deyip de sonra bu ikrar ve îmân üzerine vefat eden her kul muhakkak cennete girecektir.” buyurdu.

Ben:

— O kul zina etse, hırsızlık yapsa da mı? diye sordum.

O:

— “Zina etse de, hırsızlık yapsa da girecektir” buyurdu.

Ben:

—  Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı? diye tekrar sordum.
O:
—  “Zina etse de, hırsızlık yapsa da.” buyurdu.

Ben (üçüncü defa):

—  Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı? diye sordum.
Peygamber:

—  “Evet, Ebû Zerr’in burnu toprakta sürünmesine rağmen o kul zina etse de, hırsızlık yapsa da cennete girecektir” buyurdu.

Râvî Ebû’l-Esved: Ebû Zerr bu hadîsi her rivayet ettiğinde: “Ebû Zerr’in burnu toprakta sürünmesine rağmen” sözünü söylerdi, dedi.

Ebû Abdillah el-Buhârî: Peygamber’in söylediği bu “Lâ ilahe illallâh diyen her kul...” sözü, ancak ölüm sırasında yâhud daha ön¬ceden günâhlardan tevbe edip bunlara pişman olduğu ve “La ilahe illallâh” dediği zaman mağfiret olunur da cennete girdirilir, dedi”2

Kur’an önce Allah’ı tamamen inkâr eden ateist inkârcıları muhatab alıp onların delillerini çürüttükten sonra, Allah’a inanıpta O’nunla beraber başka ilah’ların da olduğu şirk inancını iki boyutta çürütür. Birincisi birden fazla Allah olduğunu söyleyenlerin şirkidir.
Bunlar yahudiler ve hristiyanların bazıları ile mecusilerin tamamı. İkincisi ise varlık olarak Allah’ı birleyen fakat isim ve sıfatlarda yapılan şirk’tir. Bunlar ise hükümde şifa vermede, duada, rızık vermede, tevbede... vs gibi şeylerde koşulan şirkler’dir. İşte gerçek tevhid bütün bu şirk unsurlarının hepsine “La” deyip reddederek yapılan tevhid’dir. Artık kim şirki kendinden giderirde bu şekilde Allah’ı tevhid edip ve bu tevhidi yalanlayıcı bir söz ve amelde bulunmadan “La İlahe İllallah” derse, büyük günahlarını Allah affederse cennete direk girmesi vacib olacaktır. Eğer ki büyük günahlarını Allah affetmezse günahının bedelini çektikten sonra yine cennet kendisine vacib’tir. İşte bu hadisi Kur’an ve Hadisler ışığında böyle anlamak gerekmektedir.

Buhari ve Müslim’in Kitab-ul İman bölümünde Muaz b. Cebel’den rivayet ettiğine göre:
Eşeğin üzerinde, Peygamberin terkisindeydim.

Bana dedi ki, “Muaz, Allah’ın kullar üzerindeki, kulların da Allah üzerindeki hakkını biliyor musun?

Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dedim.

Allah’ın kullar üzerindeki hakkı ona ibadet etmeleri, hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.

Kulların Allah üzerindeki hakkı ise; şirk koşmayana Allah’ın azap etmemesidir, buyurdu.

Ey Allah’ın Rasulü, insanlara müjde vereyim mi, dedim. Hayır, buna güvenip dururlar” buyurdu.

Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Lailahe illallah deyip Allah’tan başkasına ibadet edilenleri inkâr edenin malı ve kanı haramdır. Onun hesabı Allah’adır."3

Kul Sadi Hoca Kelime-i Tevhid Davası kitabında bu ayetleri şöyle açıklamaktadır:
 
“Âdem (a.s.)’dan Rasulullah (s.a.s.)’e kadar sayısı sadece Allah tarafından bilinen bütün peygamberlerin ortak mesajıdır, La ilahe illallah...

Allah’dan başka hiç bir İlah yoktur. Yeryüzündeki kullar sadece ve sadece O’na ibadet etmelidirler. Yalnızca O’na kul olmalıdırlar. Tüm insan kulların hayatına yalnız Allah müdahale etmeli ve emrine uyulacak sadece Allah olmalıdır. Allah’dan başka hiç bir güç, hayata müdahil olmamalı hüküm koyucu, emredici ve yasaklayıcı bir mevkide bulunmamalıdır. Çünkü O’ndan başka İlah yoktur. Rab yoktur. Melik yoktur. Yaratmak, Rızıklandırmak ve hüküm sadece O’na aittir.

Birileri yaratmayı Allah’a has kılar, emretmeyide ilah’laştırdığı başka güçlere veya heva-u hevesine has kılarsa O kişi Allah’a şirk koşmuş olur. Fir’avn’ın, Nemrud’un, Ebu Cehil’in ve O müşriklerin bu günkü çağdaş uzantıları durumundaki iktidar olan tağutların şirki de bu şirk türüdür. Böylelerinin sadece La İlahe İllallah sözleri onlara fayda sağlamaz ve Allah onların bu sözlerini asla kabul etmez”.
 
Prof. Yusuf El-Kardavi Tevhid Allah’a İmanın Özüdür dedikten sonra söze şöyle devam etmektedir:
 
“Kardeşim, Allah’a imanın bütün İslâm akaidinin özü olduğuna inandıktan sonraki vazifen, Allah’ı birlemenin (Tevhid) Allah Teâlâ’ya imanın özü olduğunu öğrenmektir.
Hak Tevhid’den ayrılırsa küfür olur, şirk olur, pislik olur, günah olur, büyük bir zulüm ve apaçık bir sapıklık olur.

Müslüman, bunun için, Allah’ın emir buyurduğu, dinini üzerine bina ettiği, onunla kitabını indirdiği, Rasûlünü gönderdiği, dünya ve ahiret mutluluğunun varlığına ve yokluğuna bağlandığı, ehline ve yardımcılarına cennetin, düşmanlarına ise cehennemin vaat edildiği tevhidin hakikatini öğrenmen gerekmektedir. Birçok grup, kendisini ona nispet etmekte, kendilerinin gerçek tevhid üzere olduklarını, diğerlerinin ise batıl üzere olduklarını iddia etmektedirler.
Şair şöyle der:

Herkes Leyla’yı elde ettiğini sanıyor

Ancak Leyla ne onu, ne de bunu kabul ediyor.

Aristo felsefesi:
 
Savunucuları ve onu izleyen müslüman felsefeciler de, tevhidi şu şekilde görmekteyiz:

Mahiyet ve sıfattan soyutlanmış bir varlığın ispat edilmesi. Daha da ötesi O, hiçbir mahiyeti olmayan, hiçbir sıfatı bulunmayan mutlak bir varlıktır. Bütün sıfatları ilave ve izafidir. Bunlar o kadar ileri gittiler ki, semavî dinlerin davet ettiği Rabbin zatını, O’nun âlemi yarattığını, onu yönettiğini, orada ne olup bitiyorsa bildiğini inkâra yöneldiler.

Yıldızlar âleminin kadim olduğunu, Allah’ın ölüleri diriltmeyeceğini, peygamberliğin müktesep olduğunu söylediler. Bu, bir hurafedir. Bununla da yetinmeyip şunları ileri sürdüler: Allah’ın (c.c.) kesinlikle bazı varlıkları bilmediğini, dünyadaki bazı şeyleri değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini, yıldızların ne yaratıldığını ne de yok olacağını, helalin ve haramın, emir ve nehyin, cennet ve cehennemin olmadığı. İşte bu, onların inandığı tevhididir. Ancak bu tevhid değil şirk’tir.

Peki, ya vahdet-i vücutçular?
 
Onları duydun mu? Onlar, sadece kendilerinin muvahhid (birleyen) olduklarını, başkalarının ise muaddid (çoklayan, çoğaltıcı) olduklarını zannediyorlar. Onların tevhid zannettikleri şeyi biliyor musun?

Şudur:

Şüphesiz ki münezzeh olan Hak, yaratılanın kendisidir. O, yani Allah, bütün mahlûkatın kendisi, hakikatin mahiyetidir. O, her şeyin ayeti (işareti)’dir. Orada buna delalet eden işaret vardır. Bu, onların araştırmacılarının üslup hatasındandır. Daha da ötesi: İşaretin kendisidir, delilin kendisidir. Delil ve delillendirilendir. Taaddüd (çokluk) vehmi değerlendirmelerin bulunmasındandır, hakikat ve varlıktan değil! Bu, onlara göre; hem nikâhlayanın, hem de nikâhlananın, hem kesenin hem de kesilenin, hem yiyenin hem de yenilenin kendisidir. Onlara göre bu, ilk devir kuruntularının bir kalıntısıdır.
Muhakkikleri İbn-i Seb’in de dediği gibi; nebevi mesajın da anlatmak istediği buydu.

Bu tevhidin zannettikleri şeyin bölüm ve sonuçlarından biri de şudur: Firavun ve Nemrud gibiler, kâmil iman sahibi müminlerdir. Gerçekten Allah’ı tanıyanlardır. Puta tapanlar, Allah’tan başkasına değil, yalnızca O’na tapınmışlardır. Onlar, hak ve hakikat üzeredirler. Anne, kız kardeş ve yabancı kadın, su ve içki, nikâhın helalliği ve haramlığı arasında fark yoktur. Hepsi, bir tek şeydir ve o, her şeydir. Peygamberler insanlara yolu zorlaştırmışlar, hedefi uzaklaştırmışlardır.

 İş, onların getirdiklerinin ve davet ettiklerinin çok çok ötesindedir. Buda apaçık bir şirk’tir.

Kendilerini “tevhid ve adalet sahibi” olarak adlandıran mutezilenin tevhid anlayışına da bakalım. Onlar tevhidi, beş temel ilkelerinin ilki yaptılar.
 
Bu mutezilî tevhidin içeriği hakkında ne biliyorsun?
 
Onlar, Allah’ın takdirini inkâr etmektedir. Evrenle ilgili Allah’ın iradesini, gücünü reddederler. Mutezilenin müteahhirin âlimleri buna Cehmiyye’nin tevhidini de eklemişler ve tevhid şu şekle bürünmüştür:

Kaderin, yani Allah’ın yüce sıfatlarının, güzel isimlerinin (esmâ-i hüsnâ) inkâr edilmesi.
Bu bozuk tevhid anlayışının karşısına Cebriyye’nin tevhid anlayışı çıkmaktadır. Bunun da içeriği sudur:

 Hem yaratma işinin, hem de diğer fiillerin yalnızca Allah tarafından yapılması. Gerçekte, kullar bir şey yapamazlar, fiillerini yaratmazlar, buna güçleri de yetmez, onların ihtiyarî hareketleri, esen rüzgârın önündeki ağacın hareketinden bir farkı yoktur. Mahlûkatta, yeti, yetenek, içgüdü, sebep yoktur. Ne olursa, sadece Allah’ın dilemesiyle olmaktadır. Bu, hiçbir sebep, hikmet ve tercihin olmadığını kabul etmektir.
 
Basiret sahibi kişi, avamdan bazı dalalet içindeki müslümanların ve kendilerine şeyh süsü verenlerin tevhidinden habersiz kalır mı? Onlar din kisvesine bürünmekte, salih insan pozlarına girmektedirler. Onlar Allah’ı bırakıp veli, kutub, evsat, abdal v.b. sıfatlarla anılan kişilere dua etmekte, onlardan fayda beklemekte, onlardan korkmaktadırlar. Kabirlerini tavaf ederler, Allah’tan istediklerinden daha fazlasını onlardan isterler. Allah’tan diledikleri yardımdan daha fazlasını onlardan dilerler. Zor durumlarda onlara sığınırlar. İhtiyaçlarının giderilmesini ve zorluklarının sona erdirilmesini onlardan beklerler. Bunu, Allah ile kendi aralarında onlar bir aracı olarak gördüklerinden dolayı yaparlar ve şöyle derler: Araç olmasaydı, amaç yok olurdu.

Hâlbuki Allah kendisi ile kulu arasında hiç bir aracı kılmadan kulun sadece kendisinden istemesini Bakara suresinde şöyle emretmektedir:

“Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da’vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.”(Bakara, 2/186)

Her şeyden önce; hristiyanlığın tevhid anlayışını unutmamalısın. Onlar dinlerini, tevhid dini sanmaktadırlar. Şu söz ve inançlarıyla tevhid dairesinden çıkmaktadırlar: Allah, üçün üçüncüsü. Yani, baba, oğul, Ruh-ul Kudüs.

Bu, bir aile ya da kutsal bir ortaklıktır. İlah baba, ilah çocuk, üçüncü olarak ta Ruh-ul Kudüs.

Onlara, bu “üç” sözünüzle tevhid nasıl oluyor dediğinizde; üç bir, bir de üçtür, akide konusunda aklın ve mantığın yeri yoktur, derler.
Ve buradaki sloganları şudur: Körü körüne inan!
 
Bugünün tevhid anlayışından biride; Allah yaratandır, Rızık verendir. Ancak İnsanların yaşam kurallarını belirlemede hüküm koymada asla söz sahibi değildir deyip kendi hükümlerini kendileri koyuyor veya Allah’tan başka hüküm koyanları oylarıyla destekliyorlar. Böyle bir tevhid anlayışı yukarıda saydığımız anlayışlar gibi aslında onların zannettiği gibi tevhid değil şirk anlayışlarıdır. Oysaki Allah’ı hiçe sayarak hüküm koymak, kendi’nin İlah’lığını ve Rab’liğini ilan ederek yapılan bir şirk’tir, Onları oylarıyla veya başka herhangi bir şeyle desteklemek ise Allah’tan başka Rab’ler ve İlah’lar edinme şirki’dir. Bundan dolayı İslâm, hakkı batıldan ayırıp ortaya çıkarmak için öncelikle davette bulunduğu, bütün öğretilerini üzerine bina ettiği tevhidin hakikatini açıklamaktadır.
 
Peki ya Nasıl Bir Tevhid?
 
Burada yine sözü Kardavi’ye bırakalım:
İlmî, itikadi bir tehviddir bu. İlmî ve davranışsal bir tevhid. Diğer bir deyişle bu iki tevhid birbirinden ayrılmaz. Bilgide, ispatta, itikadda tevhid. İstekte, maksatta ve iradede tevhid. Allah katında, O’na, O’nun zatında, sıfatlarında, fiillerinde ortağı, benzeri olmadığına, doğmadığına ve doğrulmadığına, ilmen ve itikaden inanılmadan tevhid gerçekleşmez.

Aynı şekilde, niyet ve amel olarak, ibadet ve taati yalnızca Allah için yapmadıkça, O’na boyun eğmedikçe, O’na yönelmedikçe, O’na tevekkül edip, O’ndan korkup, O’ndan beklemedikçe bu tevhid yine gerçekleşmez. İlk anlamdaki tevhid, İhlâs suresinin tamamında, Âl-i İmran, Tâhâ, Elif Lam, Secde, Hadid surelerinin baş tarafında ve Haşr suresinin son bölümünde açıklanan tevhiddir. İkinci anlamdaki tevhid ise; Kâfirun ve En’am surelerinin bütününde, A’raf suresinin ilk ve son bölümlerinde Yunus suresinin ilk, orta ve son bölümlerinde, Zümer suresinin ilk ve son bölümlerinde v.d. surelerde anlatılan ve Kur’an’ın davette bulunduğu tevhiddir. İbn-ul Kayyım, Kur’an bütün sureleri ile tevhidin her türünü de kapsamaktadır diyor.

Rasulullah’ın Tevbe suresinin 31. ayetin tefsirinde apaçık bir şekilde görüldüğü gibi yahudiler ve hristiyanlar din ve devlet büyüklerine yaratıcı veya rızıklandırıcı olarak rab ve ilah edinip te Şirk koşmuyorlar. Aksine hüküm ve yasa koyma, helal ve haram belirleme mercii olarak görüp ve itiraz etmeyerek tabi olmak suretiyle rab ve ilah ediniyorlardı.

Günümüzdeki “bende müslümanım” diyen nice kitlelerin de düştüğü şirk, devlet ve din büyüklerini yegâne yasa ve hüküm koyucu olarak görüp, tabi olup ve onları destekleme şirki’dir. Rabbim bu kitleleri düştükleri bu şirk türünden kurtarsın ve bizleri ve onları hakkıyla kendisini tevhid ederek “La İlahe İllallah” diyerek yaşayıp ve o halde can verip de cennete giden kullarından eylesin İNŞAALLAH.

Çünkü Rasulullah (s.a.s.) bu şekilde yaşayıp ta ölen büyük günah sahiplerinin bile, bazılarını cehennem azabından kurtulmakla, bazılarınıda tamamen affedilerek direk cennete girmekle müjdelemektedir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur:

Bize Katâde, Enes (r.a.)’tan tahdîs etti. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki:

La ilahe illellâh deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayr (yânî îmân) bulunan kimse cehennemden çıkacaktır. La ilahe illallâh deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayr bulunan kimse cehennemden çıkacaktır. La ilahe illellâh deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayr bulunan kimse cehennemden çıkacaktır.4

Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

Abdullah b. Amr b. As (r.a.)’dan rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah kıyamet gününde ümmetimden bir kişiyi herkesin önünde ayırıp o kişi aleyhinde günahlarının yazılı olduğu doksan dokuz sicil (Büyük defter) açacaktır. Her bir defterin boyu gözün görebildiği mesafe kadar olacaktır sonra kendisine şöyle soracaktır:

Bunlardan bir şeyi reddediyor musun? Amel muhafızım kâtip melekler sana haksızlık yapmışlar mıdır?

O kimse hayır Ya Rabbi! diye cevap verecektir.

Sonra herhangi bir özrün ve makbul bir amelin var mı? Buyuracak

O kimse hayır ya Rabbi diye cevap verecektir.

Bunun üzerine Allah şöyle buyuracak evet yanımızda sana aid makbul bir amelin vardır ve bugün sana asla haksızlık edilmeyecektir.

Üzerinde “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka gerçek ilah yoktur Muhammed de onun kulu ve Rasûlüdür” yazılı bir kâğıt parçası çıkarılacak ve Allah kendi tartında kendin bulun diyecektir.

O kişi de diyecek ki: Ya Rabbi bu tek kâğıt parçası bu büyük defterlerin yanında nasıl ağır gelebilir ki?

Allah’ta buyuracak ki bugün sana asla zulmedilmeyecek...

Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: Günah sicilleri bir kefeye konulacak, kağıt parçası da bir kefeye konulacak sicillerin konulduğu kefe yukarı kalkacak kağıt parçası ağır çekecektir.

Çünkü Allah’ın ismi yanında hiç bir şey ağır basamaz.”5
 
Rabbimiz bizleri Kelime-i Tevhidi hakkıyla anlayan, söyleyen ve amel eden kullarından eylesin İNŞAALLAH.

Amin.

-------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:
 
1- Bu hadisi Müslim Kitab-ul İman’da rivayet etmiştir. Aynı lafızlarla Buhari ve Ebu Davud  Kitab-ul Cenaiz’lerinde rivayet etmişlerdir.

2- Buhari, Libas B:24,Hds:44, Muslim, İman, B:40,Hds:154

3- Müslim

4- Buhari,İman B:33,Hds:37,

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
28
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / İslam Ümmetlerinin Özellikleri
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Mayıs 25, 2024, 09:07:32 ÖÖ »


İslam Ümmetlerinin Özellikleri
 
•   Giriş
Ümmet kelimesi diğer bazıları gibi yanlış anlaşılan, yanlış  yerlerde kullanılan Kur’an kavramlarından biridir

Son yüzyılda Türkiyedeki resmi kültür ve kimlik değişiminden sonra ümmet kavramına farklı anlam yüklendi, hatta bu coğrafyadan kovulmak istendi. İş o kadar ileriye götürüldü ki, kendi yükledikleri yanlış anlamın sonucu olarak ‘ümmetçilik’ diye bir suç bile ihdas edildi.

Ümmet İslâmın bir kavramıdır ve taşıdığı mesaj da Kur’an’ın ona
yüklediği anlamdır.  Bu da İslâm’ın insan, inanç birliği ve toplum tanımına uygundur.
Bir dilden diğerine geçen kelimeler veya kavramlar anlam değişikliğine
uğrarlar. Her toplum başka kültürden aldığı kelimeyi farklı telaffuz edebilir veya farklı bir anlam verebilir. Ancak Kur’an’ın kavramları böyle değildir. Onlara isteyen istediği anlamı vermemeli, işine geldiği gibi anlamamalı.  Onları Kur’an bağlamından koparıp kendi kalıbına,  kendi anlayışına, kendi kültürünün şekline uydurmamalı. 
           
•   Ümmet ne demektir? 

‘Ümmet’, anne anlamına gelen ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. Bu da anne, ana şey, asıl, temel, uygun karşılık demektir. ‘Ümm’, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir.   

‘Ümmet (çoğulu ümem)’ sözlükte, cemaat, nesil ve topluluk demektir. 
‘Ümmet’ genel anlamda;  aynı yerde/zamanda, aynı dine uymak suretiyle bir arada yaşayan insan topluluğuna verilen isimdir.   

Kur’an, ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Söz gelimi, her bir canlı ve kuşlar (En’am, 6/38), İbrahim Peygamber başlı başına bir ümmettir. (Nahl, 16/120) 
Peygamberimiz (s.a.s.), köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtiyor.1

İslâm kültüründe ‘ümmet’ kavramı daha çok İslâma gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder.

Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Onların imamı-önderi Hz. Muhammed (s.a.s.), kitapları Kur’an-ı Kerim, ülkeleri İslâm’ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri ise İslâm’ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şahitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır.

‘Ümmet’ kavramı, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir. Her peygambere uyan topluluklar o peygamberin ümmeti sayılırlar.
Bu anlamda İslâm’a inananlar Muhammed (s.a.s.)’in ümmetidir. 
 
•   Ümmet-imam (önder) ilişkisi 

‘İmam’ insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinden gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir.  Allah’ın yolunda hidayet imamları olduğu gibi, insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır. Tıpkı Firavun gibi. (Kasas, 28/41)

Kıyamet gününde bütün insanlar kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağırılacaklar. (İsra, 17/71-72)

‘Ümmet’ ve ‘imam’ aynı kökten gelir. İslâmi anlamda ümmet; çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gaye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.

Bu topluluk iman üzere olduğu gibi, küfr üzere de olabilir. Faaliyetleri salih amel de olabilir, fitne ve fesat da olabilir. Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır.   
 
•   İslâm Ümmetinin Özellikleri 

Allah (cc) dileseydi yeryüzünde olan bütün insanlar bir tek ümmet olurdu. (Maide, 5/48. Hud, 11/118. Şura, 42/8) O zaman da hür iradenin ve denemenin bir anlamı kalmazdı. İnsanlardan dileyen İslâm ümmetinin, dileyen de küfür ümmetlerinin bir üyesi olabilir.   
 
Üstünlüğü soy, kabile, renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidar sahipliği gibi şeylerde görmeyen İslâm, takvayı üstünlük derecesi saymış; insanlar arasında kim takva sahibi olursa, kim en yüce değerleri Allah rızası için ahlâk haline getirirse o üstün olur. Bu yüce erdemin de ancak İslâmın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır.2 İslâm ümmetinin belirgin özellikleri şunlardır:
 
1-      İslâm ümmeti insanlığın hidayet önderidir 
 
Kur’an, müslümanlara ulaşabilecekleri insanları yeri ve zamanı gelince, uygun bir dille, uygun araçlarla, en güzel bir metodla hakka davet görevi veriyor.

“ve belki içinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk çıkar: nihaî kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlar olacak.”  (Ali-İmran, 3/104)

İslâm ümmeti Vahy’e iman ederek, Allah’tan gelen hidayete tabi olarak doğru yolu buldukları, İslâm ile şereflenerek onur ve izzete kavuştukları, Hakikate ulaştıkları gibi başkalarının da bu şerefe ulaşmalarını isterler. Bunun için sözleriyle,  eserleriyle ve davranışları ile Hidayet’in samimi temsicileri olurlar. İnsanlara doğru yolu bulmada önderlik yaparlar. Hakka ve adalete uygun hareket etmek, gerçek insanlığı göstermek üzere insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir.

“SİZ, insanlığ[ın iyiliği] için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız...” (Ali İmran, 3/110)

En hayırlı ümmet olmak, insanlar arasında ‘ma’rufu (iyiliği) yaygınlaştırmak, münkeri (kötülüğü) azaltmak için çalışmaya bağlıdır.
 
2-      İslâm ümmeti bir tek ümmettir.
 
Kur’an buyuruyor ki:

“Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiya, 21/92, Mü’minûn, 23/52)

İslâm ümmeti, aynı imam-önder etrafında (Hz. Muhammed’in izinde), aynı vahye tabi olarak bir araya gelmiş, Tevhid dinine gönül vererek, vahdete ulaşmış, aynı amaca gitme gayretinde olan bir ümmettir.

İslâm ümmeti, siyasi yönden güç sahibi olduğu yerlere İslâm diyarı adını verir, İslâmın bütün yönleriyle böyle yerlerde yaşanabileceğini bilir. Yeryüzündeki bütün sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti Kur’an’ın emriyle bir bütündür ve Kur’an’ın etrafında birlik oluşturmak durumundadır.
 
-      İslâm ümmeti ayrı bir millettir
 
‘Millet’, sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir,
 
Doğru da.’Millet’, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına peygamberlerin diliyle gönderdiği şeriatın özel adı olmuştur. Din ile aralarındaki fark; millet kavramı gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. ‘İbrahim milleti, Musa milleti’ gibi. Allah’ın dini denilebilir ama Allah’ın milleti demek yanlış olur.

İslâm kültüründe itikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat,  sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise üzerinde birlik sağlanan şey de odur.

Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hakk olanı olabilir, batıl olanı olabilir.

Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâma inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. 

Kur’an, bu kelimeyi Peygamberlere gönderilen inanç ve başka insanların gittiği yol anlamında kullanmaktadır. İbrahim milleti gibi. (Bakara, 2/130, 135. Âli İmran, 3/95. Nisa, 4/125. 6/En’am, 6/161. 12/Yusuf, 38. Kehf, 18/20)

Şu âyet, millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade ediyor:

“Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, Yahudi ve Hrıstiyanlar senden kesinlikle razı (hoşnut) olacak değillerdir…” (Bakara, 2/120)

Yeryüzünde bir İslâm milleti vardır, bir de küfür milleti vardır. İslâm’dan başka hak din, geçerli nizam olmadığından İslâm’ın karşısında yer alanların tümü tek millettirler. Böyle bir taksim elbette ırk, kavim, ulus temelinde değil, din, akkide ve dünya görüşü temelinde temel bir ayrımdır.

Kafirun Suresi bir anlamda bunu ifade ediyor.
 
-      İslâm ümmeti son ümmettir
 
“(Ve bilin ki, ey müminler,) Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, fakat o, Allah’ın Elçisi ve bütün Peygamberler’in Sonuncusu’dur.” (Ahzab, 33/40)

Hz. Muhammed son peygamber olduğu gibi O’nun ümmeti de hidayetin sorumluları ve temsilcileri olarak son ümmettir.
 
-       İslâm ümmeti orta ümmettir
 
“Ve böylece sizin orta (dengeli ve ölçülü) bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın...”  (Bakara, 2/143)

“Lafzen, “orta bir toplum” -yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten ve hem zevk ve sefahatı hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkanlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk.”3 
 
İslâm ümmeti vasat (orta, aşırı olmayan) bir ümmettir ki diğer insanlar üzerine, İslâmın hak din olduğu, üzerinde oldukları yolun ‘doğru yol’ olduğu hususunda şahitlik yapacaklar. İnkârcıların ve haddi aşanların davetlerine uymadıklarına, onların emr’lerinin (işlerinin) rüşd (sağlam, yarayışlı) olmadığına da tanıklık edecekler.

İslâm ümmeti bir denge toplumudur. İnançta, amelde, hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada orta yolu izler. Hiç bir konuda aşırı değildir. Davranışlarda, inançta ve hayatı yaşamada denge üzerindedir.
 
-      İslâm ümmeti Hakikatin şahitleridir
 
Peygamber bütün insanlar üzerine şahit olacağı gibi (Nahl, 16/89. Nisa, 4/41)

İslâm ümmeti de diğer insanlar üzerine şahittir. (Bakara, 2/143. Hacc, 22/78 )
 
“Yani, “Hz. Peygamber’in size örnek olması gibi sizin hayat tarzınızın da bütün insanlığa bir örnek olduğuna”.4

İslâm ümmeti diğer insanlar üzerine ‘şühedâ’-şahidler’ olarak seçilmiştir. Onlar, aslında Hakikatin canlı şehid-şahitleridir. 
 
-      İslâm ümmeti kardeştir
 
“Müminler ancak kardeştirler...” (Hucurat, 49/10)

İslâm ümmetinin her bir ferdi, nerede olursa olursa olsun, kim olursa olsun akide açısından kardeştir.  Kardeşlerin birbirine güzel davrandıkları gibi onlar da güzel davranırlar, kardeşce geçinirler. Hem önden giden mü’min kardeşleri, hem de sonradan gelecek kardeşleri için dua ederler. (Haşr, 59/10. Bekara, 2/)
 
Onlar şu hadisin gereğini yaparlar: “Sizden biri kendisi için arzu ettiğini (mü’min) kardeşi için de arzu etmedikçe (hakkıyla) iman etmiş olmaz.”5
 
 -      İslâm ümmeti birbirinin velisidir (müttefikidir)
 
Allah (c.c.) mü’min erkelerin ve mü’mine kadınların din açısından birbirlerinin kardeşleri oldukları gibi aynı zamanda birbirlerinin velisi olduğunu, yani olmaları gerektiğini söylüyor.  (Tevbe, 9/71)

Veli; seven, yakın, dost, ahbab, yardımcı, ihtiyacını karşılamada yardım eden, destek olan ve müttefik demektir. Velayet (veli olma) bağı kerdeşlikten öte daha güçlü bir bağdır. Kardeşliğin bir anlamda pratik olarak uygulanmasıdır.
 
-      İslâm ümmeti bir ailedir
 
İslâm ümmeti aslında büyük bir ailedir.

Her ne kadar bu büyük aile dağınık ve farklı unsurlardan meydana gelse bile, birbirlerini tanımasalar bile, herkes kardeş, adı Tevhid olan dinin mensupları, aile içinde herkesin bir sorumluluğu olduğunun farkında olmalıdır. Aile içindeki her bir fert ailenin şeref ve haysiyetini korumak, izzetine halel getirmemekle mükelleftir.
 
-      İslâm ümmeti izzet sahibidir
 
İslâm ümmeti, izzet ve vakar, şeref ve haysiyet sahibidir. Onlar zayıf, fakir, ezilmiş, mağlup, esir, sömürge, işçi olsalar bile imanların verdiği izzet ve onura sahiptirler. Bütün bunları onlara iman tercihi ve ihlâslı olarak yaptıkları salih amel kazandırır.
Kur’an şöyle diyor:

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âli-İmran, 3/139)

 “... Ama asıl izzet, Allah’a, O’nun Elçisi’ne ve inananlara aittir: fakat münafıklar bunun farkında değiller..” (Münafikûn, 63/8) 
-----------------------------------------------------------------------
 
1- Müslim, Selâm/38, no: 2241. İbni Mace, Sayd/2, no: 3205

2- A. b. Hanbel, Müsned 5/383

3- M. Esed, Meâl  s: 40

4- M. Esed, Meâl s: 40
5- Buhari ve Müslim.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
29
Haftanın konusu / Zalimlerin Akibeti
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Mayıs 25, 2024, 09:01:08 ÖÖ »


Zalimlerin Akibeti
 
                 “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalbleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir.”1

                  Böyle buyuruyor, kendisinden başka hak ilâh olmayan Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ!..

                 Allah Azze ve Celle’den gelen vahyi ve O’nun vazifeli kıldığı Rasulünü yalanlayanlar, yegâne hayat nizamı İslâm’ı kabul etmeyenler veya sosyal hayatın dışına çıkaranlar, yeryüzünü gezip dolaşsınlar…

               Onlardan önce bu suçu işleyenlerin sonunu görsünler… Onların, ibretlik akibetlerine bir baksınlar, sonra derin derin düşünsünler!..

               Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, en son Nebîsi ve en son Rasulü “Rasulullah Muhammed”(s.a.s.)’i şehirlerin anası Mekke’de Tevhid Dini’ni, yani İslâm’ı tebliğ edip insanları Allah’a davet etsin diye gönderince, Mekke’nin müşrik yöneticilerin ve müşrik halkı, O’nu yalanladılar… İnkâr ettiler, reddedip alay konusu edindiler… Böyle davranmak, müşriklerin ve kâfirlerin ortak karakterleridir… İnsanlık tarihi boyunca hiç değişmedi… Allah Teâlâ’nın, gönderdiği bütün Nebî ve Rasullere karşı aynı vahşî ve akılsız tavrı sergilediler…

                Tarih boyu gönderilen Nebî ve Rasullere karşı bu olumsuz ve rahmetten mahrum olmak isteyen şirk ehlinin tavrını şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah Teâlâ:

              “Andolsun, onlara kendi içlerinden bir Rasul gelmişti, fakat O’nu yalanladılar. Böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab, onları yakalayıverdi.”2

               “Sonra birbiri peşi sıra Rasullerimizi gönderdik. Her ümmete kendi Rasulü geldiğinde, O’nu yalanladılar. Böylece Biz de onları (yıkıma uğratıp yok etmede) kimini kiminin izinde yürüttük ve onları (tarihin anlatıp aktardığı) bir olay kıldık. İman etmeyen kavim için yıkım olsun.”3

              “O gün, yalanlayanların vay hâline.

               Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar.

               Oysa onu, sınır tanımaz, saldırgan, günahkâr olandan başkası yalanlamaz.

               Ona, ayetlerimiz okunduğu zaman : ‘Geçmişlerin masallarıdır’ dedi.

               Asla hayır, onların kazandıkları, kalbleri üzerinde pas tutmuştur.

               Hayır, gerçekten onlar, Rabblerinden perdelenerek-yoksun tutunmuşlardır.
               Sonra onlar, kuşkusuz cehenneme yollanacaklardır.

               Sonra onlara: ‘İşte sizin yalanladığınız (şey) budur’ denilir.”4

               “Âlemlere rahmet olarak gönderilen”5 Rasulullah (s.a.s.)’i yalanlayan, müşrik ve kâfirlerin selefleri de, Rasulullah’dan önce gönderilen Nebîleri ve Rasulleri yalanlamışlardı… Bu olay, kendini üzüntüden helâk edecek duruma getirecek bir olay değildir… Çünkü, “Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yok!”

            “Andolsun, senden önce de Rasuller yalanlandı. Onlara, yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkları ve eziyete uğradıkları şeye sabrettiler. Allah’ın sözlerini (va’dlerini) değiştirebilecek yoktur. Andolsun, gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.”6

             Nebîleri ve Rasulleri (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) yalanlayanların çağdaş uzantıları, selefleri gibi davranarak Allah’ın vahyini, yani “Kitabı” yalanlamaktadırlar… Özellikle işgal edilen İslâm topraklarındaki egemen zalim tağutlar, değişmez karekterleri olan bu yalanlamayı, bu reddi ve bu inkârı, tilkilere kurnazlığı öğretecek vahşî bir kurt ve çakal tavrıyla gerçekleştirmektedirler… Selefleri olan müşrik ve kâfirlerin yaptıkları gibi dobra dobra İslâm’ı karşısına dikilmiyor, Rasulü (s.a.s.)’i yalancı saymıyor, Kur’ân-ı Kerim’ı reddetmiyor, Allah’ın ayetlerini inkâr etmediklerini söylüyorlar… Ayrıca kendilerinin de müslüman olduklarını beyan ederek, İslâm’ın şiârları olan ibadetlerin bazılarını da yapıyorlar… Bütün bu kurnazlıklar ve aldatan oyunlarla beraber korkunç bir tuzak kuruyorlar…

                  İslâm’ı, Kur’ân’ıyla, Sünneti’yle tasdik ettiklerini, doğruladıklarını,
“el-Hamdulillah biz de müslümanız” deyip İslâm’a mensup olduklarını dilleriyle söylemektedirler… Fakat yalnızca söylemektedirler… Dilleri bunu söylerken, hâlleri gayr-ı İslâmî tağutî düzen ile beraberdir… Dillerinin tasdik ettiğini hâlleriyle reddetmektedirler, hâlleriyle tasdik edip yaşadıkları tağutî anlayışı, dilleriyle de gündeme getirmektedirler…

Tevhid akîdesini, İslâm Dini’ni sosyal hayatın dışında tutmakta ve sosyal hayatın hiçbir birimine karıştırmamakta, hattâ İslâm’ın sosyal hayata müdehalesini yasaklamaktadırlar… Bu yasağa uymayıp karşı çıkanları, mevcud yasaları çiğnediğinden dolayı cezalandırmaktadırlar… “Biz de müslümanız” diyenler, İslâm’ı, hayat nizamı olarak istememektedirler… Dilleriyle kabul, hâlleriyle redd!.. Dillerinin kabulu, cahil bıraktıkları halk kitlelerini Allah adını kullanarak aldatmaktan başka bir şey değildir elbet!..

               Rabbimiz Allah Teâlâ, iman eden kullarını bu şeytanî oyun ve tuzak kuruculardan dolayı uyarmakta, uyanık olmalarını emir buyurmaktadır:

             “Şübhesiz Allah’ın va’dı haktır. Artık dünya sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın.”7

                Gayr-ı İslâmî, şirk ve küfür hâlleriyle tağutî egemenliğe devam ederken, dilleriyle Allah’ın adını anarak, Allah adına şirke ve zulme çağrılarına aldanmayın ve onları dilleriyle söylediklerinde samimî zannederek tağutî tuzaklarına düşmeyin!..

                 Bu uyarıya çok dikkat etmek ve bu konuda hassas olmak gerekir ki, oyuna gelmeden, tuzağa düşmeden ve “aynı delikten iki kere ısırılmadan” kulluk vazifesini yerine getirmek lazımdır…

              Gerek İslâm’ı tamamen reddedenler olsun, gerekse dilleriyle tas dik, hâlleriyle reddi gündeme getirsin, İslâm’ın hayata egemen olması konusunda tavırlı olanlar, “yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı?” Onlardan önce, Allah’ın gönderdiği vahyi reddedenlerin akibetini görmüyorlar mı? O asırlarca dünyaya hükmeden imparatorluklar, o egemen olan devletler ne oldu?.. Allah’dan başka ilâhlara ve rablara yönelen o halklar, o insanlar nerede şimdi?.. O görkemli sarayla, o köşkler ve o medeniyetler ne durumda?..

             Eğer yeryüzünü gezip dolaşacak olursa, kendilerinden önce inkâr edenlerin uğradıkları felâketleri ve helâk oluşlarının korkunçluğunu görür, ola ki, bundan ders ve ibret alırlar… Bu ders ve ibret, onların hidayetine vesile olabilir…

               Ne yazık ki, ders ve ibret almaları gerekli iken, onlar, tarihî yerleri gezdiklerinden ve sanat eserleri gördüklerinden dolayı zevk ve haz almakta, dönüşte tanıdıklarına anlatmak için günlük tutmaktadırlar…

               Allah Teâlâ’nın gönderdiği vahyi ve Risâlet sahibi olan Rasulü, yalanlayıp inkâr edenler, tarihin her döneminde görülmüş, aynı tavrı sergilemiş, tek olan küfür milletinin karakterinde hiçbir değişme olmamıştır!..

                   Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, Rasulullah (s.a.s.)’e hitaben ve O’nun şahsında Ümmetine seslenerek şöyle buyurmaktadır:

                  “Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Âd, Semud kavmi de yalanlamıştı.

                  İbrahim’in kavmi ve Lut’un kavmi de.

                  Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Musa da yalanlanmıştı.

Böylelikle Ben, o inkâr edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (her şeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılâbım.

                  (Halkı) zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta. Kullanılmaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta). Yüksek sarayları (çın çın ötmektedir).”8

                  “Yeryüzünü gezip dolaşmıyorlar mı?” Kendilerinden önceki yalanlayanların ne duruma düştüklerini görüp onlardan ibret alsınlar! İbret alsınlar da, Allah’ın ayetlerini inkâr etmekten vazgeçsinler… İman edip emrolunan kulluk vazifelerini yapsınlar… Bir kul olduklarını idrak edip, yeryüzünde bir kul gibi yürüsünler ve hiçbir zaman ilâhlık makamına göz dikmesinler… Hadlerini bilip rablık yapmaya kalkışmasınlar!..

                    Bir ibret sahnesi olan yeryüzünü gezip dolaşsınlar!..

                   Kendisinden başka hak ilâh olmayan ve gerçek Rabb Allah Teâlâ buyuruyor:

                   “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler.

Toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri de, onlara açık delillerle gelmişti.

Demek ki Allah, onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.

                  Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah’ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu.”9

                 Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonuç nasıl oldu bir görün.”10

                  “De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik kimselerdi.”11

                 İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), “Mefâtîhu’l-Gayb-Tefsir-i Kebîr” adlı meşhur tefsirinde, bu konuda şunları beyan eder:

               “Âlimler, Allah’ın Sünnetleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müfessirlerin ekseriyeti bundan muradın, Cenâb-ı Hakk’ın, “Yalanlayanların akibetinin nasıl olmuş olduğunu görün” ifadesinin delâletiyle, helâk etmek ve kökünü kurutma kanunları olduğunu söylerler. Bu, böyledir! Çünkü onlar, dünyaya ve dünya lezzetlerini arzulamaya çok düşkün olmalarından dolayı Nebî ve Rasullere muhalefet etmişler, sonra da yok olup giderek, onların dünyada herhangi bir izi ve eseri kalmamış, geriye dünyada onlara lânet, ahirette de şiddetli bir ceza kalmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak, Ümmet-i Muhammed’i, onları, Allah’a ve Peygamberlere imana sev ketsin ve dünyada riyâset ve makam peşinde koşmaktan da yüz çevirsinler diye, geçmiş ümmetlerin hâllerini düşünmeye teşvik etmiştir.

                  Mücahid (rh.a.) ise bundan muradın, “Allah’ın, gerek kâfir, gerekse mü’minler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mü’mine, ne de kâfire kalır. Ancak mü’min için geriye ölümden sonra dünyada güzel bir övgü, ahirette de bol mükâfât, kâfir içinse dünyada lânet, ahirette de şiddetli bir azab kalır” şeklinde olduğunu söylemiştir.

                  Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Yalanlayanların akibetinin nasıl olmuş olduğunu görün” buyurmuştur. Çünkü bu iki kısımdan birinin hâlini düşünmek, öteki kısmın hâlini bilme konusunda yeterlidir. Yine bundan maksadın, kâfirleri, küfürlerinden men’etmek olduğu da söylenebilir. Bu da, ancak yalanlayıcıların ve inatçıların hâllerini düşünmekle bilinebilir. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk’ın:

               “Andolsun ki, gönderilen kullarımız (Rasullerimiz) hakkında Bizim geçmiş bir (va’dımız) vardır. Muhakkak onlar, kesin mansur ve muzafferdirler. Muhakkak ki, Bizim ordumuz galib olacaktır.” (Saffat, 37/171-173)

              “(Güzel) sonuç, muttakîlerindir.” (A’râf, 7/128)

             “Yeryüzüne ancak salih kullarım, mirasçı olur.” (Enbiya, 21/105) ayetleridir.”12

              Elmalılı M. Hamdi Yazır (rh.a.) tefsirinde, şunları eklemektedir:

             “Tefsirciler:

              Burada, ibret almak için yeryüzünün her yerini gezip, onun içine aldığı acaib yaratıklarını seyretmenin, salih kişiler ve büyük yapıları ziyaret etmenin ve tarih kitaplarını okuyup incelemenin câiz olduğuna delâlet vardır. Çünkü bunlar, âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri bilmek için bir yoldur, diyorlar ki bunda, hak ile bâtılın akışını incelemek sûretiyle ibret almak için eski eserlerin de dâhil olacağı unutulmaması gerekir. Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda, “geziniz” emri, mücerred (yalnız) izin ve mübah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade eder.”13

                   Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, alay konusu edinenler, Âlemlerin Rabb, Allah’ın hükümlerini beğenmeyen, kabul etmeyen ve sosyal hayatın dışına çıkaranlar, egemen oldukları ülkede yasaklayanlar, İslâm`ca yaşamak isteyenleri terörist kabul edip cezalandıranlar, kendilerinden önce bu zulümleri yapanlardan ibret almalıdırlar… Mü’min müslümanlara, yalnızca “Rabbimiz Allah’dır. O’ndan başka rab ve ilâh kabul etmiyoruz” dedikleri için işkencelere uğratılanlar, zindanlarda çürütülenler ve katliâmlarla şehid edilenlere bu zulümleri yapanların sonuclarına bakıversinler… Ne oldular?..

               “Andolsun, senden önceki Rasuller de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.

               De ki: ‘Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra yalanlayanların sonu nasıl oldu bir görün.”14

               İmam Kurtubî (rh.a.) şunları kaydeder:

               “Şu alay eden, eğlenen ve yalanlayanlara de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın ve sizden önceki kâfirlerin başına gelen cezaları ve acıklı azabları bilmek için bakın, bunlara dair haber almaya çalışın.

              Geçmiş ümmetlerin ve o yurtlarda sakin olmuş olanların bıraktıkları eserlerle ve akibetini görerek ibret almak üzere yapılacak olan böyle bir yolculuk mendubdur. Burada sözü geçen “yalanlayıcılar”, bâtılı yalanlayan değil, hakkı ve hak ehlini yalanlayan kimselerdir.”15

             Allah Teâlâ’nın hükümlerini tebliğ eden Nebîleri ve Rasulleri yalanlayan, onların beyan ettiklerini kabul etmeyen ve onların toplumda yer bulmamalarını sağlayıp onlara karşı mücadele eden küfür ve şirk ehli olanlar hep yok olup gittiler… Peşlerinde kendilerine lânet okutarak ölüp giden, ya da tabiî bir felâketle kökleri kesilen bu zalim müşriklerden geriye kalan sadece yaptıkları zulümlerini anıp onları lânetlemektir!.. Onlar ki, kendilerini yaratan Rabbleri Allah’a karşı isyan etmiş, O’nun Rabliğini ve İlâhlığını kabul etmemiş, gönderdiği ayetlerini, “eskilerin masalları” veya “çağdışı” olarak görüp reddetmiş, Allah’ın hükümlerinin yerine, egemen oldukları toplumlarda hevâlarının ilâhlaşmasıyla gündeme getirdikleri yasaları uygulamışlardır…

               Dünkü cahiliyye şirk toplumları böyle bir zulmü işledikleri gibi, bugünün cahiliyye ve şirk toplumları da aynı zulmü işlemektedirler… Kendileri, Âlemlerin Rabbi Allah’ın hükümlerini kabul etmemekte, toplumda geçersiz kılmakta ve kendi yasalarıyla amel edilmesini istemektedirler… Aynen Mısır Fir’avn’ı gibi hareket etmekte ve yönettikleri insanlara günün lisanıyla:

                “Sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum.” (Kasas, 28/38)

               “Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara, 26/29) diyordu.
                  Ayrıca:

                 “Dedi ki: ‘Sizin en yüce rabbiniz benim.” (Nazi’at, 79/24) iddiası da meşhurdu.

                Fir’avn’ı kendilerine önder ve örnek edinmiş olan çağdaş egemen tağutlar, bugünün lisanıyla aynı şeyleri iddia edip söylüyorlar… Yalnız onların zalim tağutî egemenliklerinde cahil bırakılmış halk kitleleri, onların bu bâtıl iddialarını içyüzüyle değerlendirmediklerinden dolayı aldatılmaya ve sömürülmeye devam edilmektedirler…

               Rabbimiz Allah, haddini âşık ilâh ve rab olduğunu söyleyen ve Allah’ın ayetlerini reddeden, egemen olduğu topluma kendi yasalarını uygulayan Fir’avn’ın akibetini şöyle beyan buyuruyor:

                          “Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.

                          Gerçekten bundan içi titreyerek korkacak kimse için elbette bir ibret (ders) vardır.”16

                          Âlemlerin Rabbi Allah Azze ve Celle’nin değişmez Sünnetidir: Önce Kitab ve Rasul gönderir, uyarır, bilgilendirir, hakka davet eder, sonra yalanlayıp inkâr ve reddedenleri zorlu azabıyla yakalar!.. Dünya ve ahiret azabıyla!..

                       Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

                       “Andolsun, size (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin içinde bulunduğu bir Kitab indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?

                      Biz, zulmeden ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik.

                    Bizim zorlu azabımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı.

                   ‘Uzaklaşıp kaçmayın, içinde şımarıp azdığınız refaha ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz.’

                   ‘Yazıklar bize’ dediler. ‘Gerçekten biz zalimmişiz.’

                   Onların bu yakınmaları, Biz onları, biçilmiş ekin, sönmüş ocak durumuna getirinceye kadar son bulmadı.”17

                     “Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar, kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilâhları, onlara hiçbir şey sağlayamadı. Helâk ve kayıplarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.

                   Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman…

Rabbinin yakalaması işte böyledir. Gerçekten O’nun yakalaması pek acı, pek şiddetlidir.”18
                   Ebu Musa (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

                  “Allah, zalime muhakkak ki, mühlet verir. Verir de, onun yakalayacağı zaman göz açtırmadan ânsızın yakalar!”

                   Bundan sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:

                  “Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman…

Rabbinin yakalaması işte böyledir. Gerçekten O’nun yakalaması pek acı ve pek şiddetlidir.” (Hud, 11/102)19

----------------------------------------------------------------
 
 1)      Hacc, 22/46.

2)      Nahl,16/113.

3)      Mü’minun, 23/44.

4)      Mutaffifin, 83/10-17.

5)      Enbiya, 21/107.

6)      En’âm, 6/34.

7)      Lokman, 31/33. Fatır, 35/5.

8)      Hacc, 22/42-45.

9)      Rum, 30/9-10. Fatır, 35/44.

10)  Âl-i İmrân, 3/137.

11)  Rum, 30/42.

12)  Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr-Mefâtîhu’l-Gayb, çev. Prof. Dr. Suat Yıldırım, Vdğ. Ank. 1990, C. 7, Sh.77-78.

13)  Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 2001, C. 2, Sh. 411. (Yenda Yayınları).

       Not: Metin sadeleştirilmiştir. Azim Yayınları nüshası, C. 2, Sh. 427.

14)  En’âm, 6/10-11.

15)  İmam Kurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1998, C. 6, Sh. 544.

16)  Nazi’at, 79/25-26.

17)  Enbiya, 21/10-15.

18)  Hud, 11/101-102.

19)  Sahih-i Buhârî, Kitabu’t Tefsir, B. 161, Hds. 206.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sılâ, B.15, Hds. 61.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 12, Hds. 3309.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 22, Hds. 4018.
               
       Nebîleri ve Rasulleri yalanlayanların çağdaş uzantıları….,Özellikle işgal edilen İslâm topraklarındaki egemen zalim tağutlar, değişmez karakterleri olan bu yalanlamayı, bu reddi ve bu inkârı, tilkilere kurnazlığı öğretecek vahşî bir kurt ve çakal tavrıyla gerçekleştirmektedirler…
 
                 İslâm’ı, Kur’ân’ıyla, Sünneti’yle tasdik ettiklerini, doğruladıklarını,
“el-Hamdulillah biz de müslümanız” deyip İslâm’a mensup olduklarını dilleriyle söylemektedirler… Dilleri bunu söylerken, hâlleri gayr-ı İslâmî tağutî düzen ile beraberdir… Dillerinin tasdik ettiğini hâlleriyle reddetmektedirler,
 
Âlimler, Allah’ın Sünnetleri hususunda ihtilaf etmişlerdir

Allah’ın hükümlerini beğenmeyen, kabul etmeyen ve sosyal hayatın dışına çıkaranlar, egemen oldukları ülkede yasaklayanlar, İslâm’ca yaşamak isteyenleri terörist kabul edip cezalandıranlar…, …..işkencelere uğratılanlar, zindanlarda çürütülenler……

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
30
Biz Bize / Hani Söz Vermiştik
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Mayıs 25, 2024, 08:50:12 ÖÖ »


Hani Söz Vermiştik

 “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de ) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu,) kıyamet günü: ‘Biz, bundan habersizdik’ dememeniz içindir.
 
Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?’ dememeniz için.
 
İşte Biz, ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.” (A’râf, 7/172-174)
           
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, biz insan kullarına daha önce yaşadığımız bir ânı ve yapılan Misak’ı hatırlatıyor… O’ndan başka hak ilâh ve rab olmayan, yegâne Rabb ve İlâh Allah Teâlâ, biz insan kullarına Misak’ı hatırlatınca, hiçbir şüphe duymadan bu olayın doğruluğuna iman ediyor ve hemen teslim oluyoruz… Çünkü biz, katıksız iman eden muvahhid mü’minler ve Rabbimizin hükmüne teslim olan müslümanlarız… Rabbimiz Allah, olduğunu beyan buyurduğu ve bize hatırlattığı olay, mutlaka O’nun buyurduğu gibi gerçekleşmiştir…

Hani hatırlayın o ânı ki, Rabbiniz Allah, yalnız kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insan kullarından Misak ahdi almıştı…

Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları. Kendi nefislerine şahitler kılmıştı… Kendi şahitleri, yine kendileri olmuştu… Öyle bir şahidlik ki, asla inkâr edilemez… Bir başkası değil, kişinin kendisine şahidlik etmesi kadar sağlam bir şahidlik olamaz…

“Hayır, insan kendi nefsine karşı bir basirettir (kendi kendini gözleyen bir şahiddir).
 
Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.” (Kıyamet, 75/14-15)

“Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler hâlinde dağıtılırlar.
 
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahidlik edecektir.
 
Kendi derilerine dediler ki: ‘Niye aleyhimize şahidlik ettiniz?’ dediler ki: ‘Her şeye nutku verip konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi, ilk defa O yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz.
 
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derilerinizi aleyhinize şahidlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.
 
İşte bu, sizin zannınız Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı. Böylelikle Hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız.” (Fussilet, 41/19-23)

“Bugün Biz, onların ağızlarını mühürleriz. (Günahtan ve sevabdan yana) kazandıklarını, elleri Bize söylemekte, ayakları (aleyhlerinde) şahidlik etmektedir.” (Yasin, 36/65)

“Namus sahibi, bir şeyden habersiz mü’min kadınlara (zinâ suçu) atanlar,

dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır. 
 
O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahidlikte bulunacaklardır.
 
O gün, Allah, hak ettikleri cezayı noksansız verecektir ve onlar da, Allah’ın hiç şübhesiz hak olduğunu bileceklerdir.” (Nur, 24/23-25)

İnsanın kendisine şahidlik etmesi, en sahih şahidlik olduğu malumdur… Bu şahidlik en doğru ve inandırıcı şahidliktir… Sonraki bir zamanda dönüşü olmayan ve aksine söz söylenmeyen şahidlik!..

Rabbimiz Allah Teâlâ, insan kullarını kendi nefislerine şahitler kılmış ve sormuştu:

“Ben, sizin Rabbiniz değimliyim?”

O Misak anında bütün insanlar:

— Evet, (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi.

Bu ahd ve bu şahidlik, imtihan sahası olan dünya hayatından sonra gelen kıyamet gününde:— Biz, bundan habersizdik! dememeleri ve itiraz etmemeleri içindi.

Ya da şöyle bir mazeret ileri sürmemeleri içindi:

— Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu. Biz ise, onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?

Misak ahdi ve insanların kendi kendilerine şahid tutulmaları, böyle bir mazeret ortaya atma kapısını kapatmıştır… Çünkü onların hepsi, Allah’ın yegâne Rabb ve İlâh olduğunu kabul etmişlerdi… Dünyaya geldiklerinde kendilerini şirk ve cahiliyye toplumunda bulmaları, onları mazur kılmaz… Onlar, kendilerine “Kitab” gönderilerek ve Rasul vazifeli kılınarak uyarılmış, “Misak ahdi” hatırlatılarak şahidlikleri dile getirilmiştir…

Misak ahdini inkâr ve reddeden küfür ve şirk cephesinde yer alanların durumları malumdur:

“Şübhesiz, inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için fark etmez, inanmazlar.
 
Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.” (Bakara, 2/6-7)

Onlar, Âlemlerin Rabbi Allah’ın: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk” diye cevap vermiş, fakat dünya hayatında bu sözlerinden vazgeçerek, gerek hevâlarını ilâhlaştırmış, gerekse, hevâları ilâhlaşanları, Allah’dan başka ilâhlar ve rabler edinmişlerdir…

Rabbimiz Allah Teâlâ, ahdlerine ihanet eden bu vefâsızların hâlini şöyle beyan buyurmaktadır:

“Kendi hevâsını (istek ve tutkularını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?
 
Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar.” (Furkan, 25/43-44)

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rablar (ilâhlar) edindiler.” (Tevbe, 9/31)

Onlar, ahde vefâ göstermeyen ve verdikleri ahdi bozanlardır… Ahdlerini bozdukları için bozuldular ve yeryüzünü bozguna uğrattılar… Kendileri bozulunca etraflarını da bozdular… Onlardan dolayı yeryüzünün karaları ve denizleri ifsâd oldu!..

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesâd ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.”(Rum, 30/41)

Ahde vefâsızlık edenlerin durumu böyle!..

Asıl üzerinde durulması gerekli olanlar, “Misk Ahdi” 'ne sadık kalan, o ân yegâne Rabb ve İlâh olduğunu kabul edip iman ettikleri Allah Teâlâ’yı dünya hayatında da yegâne Rabb ve İlâh olduğuna katıksız iman eden muvahhid mü’min müslümanlardır… Hangi çağda ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, Allah’a verdikleri sözlerinde duran, imanlarından asla şübheye düşmeyen, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat eden muvahhid mü’minler!..

“Allah’ın ahdine vefâ gösterin.” (En’âm, 6/152) diye buyuran Allah, ahdine sadık kalanları sevdiğini beyan buyurmaktadır:

“Hayır, kim ahdine vefâ eder ve sakınırsa, şübhesiz Allah da sakınanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/76)

Allah’dan başka sahte ve yalancı rabları-ilâhları reddeden, yeryüzünde tağutlaşanları asla kabul etmeyen vefâlı mü’min müslümanların kurtulduklarının müjdesini vermektedir Allah Teâlâ:

“Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur.
 
Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.”(Mü’minun, 23/1,8)

 “Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (a’mâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.
 
Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (Misak’ı) bozmazlar.”(Ra’d,13/19-20)

Verdikleri kesin söze sadık olanlar, zaman zaman gerek insanlardan ve gerekse cinlerden şeytanların vesvesesi ve tuzaklarından dolayı gevşeklik gösterebilirler…

Ahidlerini unutacak duruma düşebilirler… Onlara hemen uyarı gelmekte ve onlar, Misak ahidlerinden dolayı uyarılmaktadırlar… Hani söz vermiştiniz, o sözünüzü hatırlayın!..

Allah’dan gelen vahyi işitip iman ettiniz ve itaat edeceğinize dair söz verdiniz… Sözünüzü anın ve gereğini yapın!..

“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘İşittik ve itaat ettik’ dediğinizde sizi kendisiyle başladığı sözünü (Misak’ını) anın. Allah’dan korkup sakının. Şübhesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir.” (Mâide, 5/7)

Âlemlerin Rabbi Allah’ı Rabb ve İlâh olarak kabul edip iman edenler, O’ndan başka hüküm koyucu bâtıl, sahtekâr ve yalancı rablara, ilâhları asla yönelmezler… Hangi çağda ve hangi şartlarda olursa olsunlar Misak ahdine riâyet eder… “İkrâh-ı Mülcî” hâlinde doğan ruhsatı kullanmanın dışında kesinlikle taviz vermezler…

Allah’ın ahdini, kesin olarak onayladıktan sonra bozan ve böylece sapıp giden fasıklar, ahidlerine vefâsızlık ettikleri için dünyada da, ahirette de kaybedenlerden olmuşlardır…

Rabbimiz Allah Teâlâ, o fasıkların, o şeref bulduktan sonra bâtıla sapıp izzetlerini yitirenlere şöyle seslenir:

“Size ne oluyor ki, Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp dururken Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü’min iseniz (inanıp sözünüzü gerçekleştirin).” (Hadid, 57/8)

“Ancak O (Allah), fasıklardan başkasını saptırmaz.
 
Ki (bunlar), Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.” (Bakara, 2/27)

“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, işte onlar, lânet olanlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.”(Ra’d, 13/25)

Hak ile tanıştıktan sonra bâtıla dönenler, hiç hak ile tanışmamış bâtılda olanlardan çok daha azgın oluyor, çok daha bozguncu bir duruma düşüyorlar… Bunlar, İslâm izzetini elde ettikten sonra, tağutun zilletine dönenlerdir… Tağutun zilletini, İslâm izzetine tercih edenden daha azgın ve sapkın kim olabilir ki!.. Bâtıl ile hareket edip hakka ulaşacaklarına inanan topluluklar, çölde çok susuz kaldığından dolayı serab görenden daha çok hayale kapılandan başkaları değildirler!..

“(Onların durumu) yalnızca ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez.”(Ra’d, 13/14)

Allah’a verdikleri ahidlerini, yani O’ndan başka rab ve ilâh kabul etmeyecekleri sözlerini, dünyalık menfaatler karşısında değiştirip bozanlar, Allah’a karşı büyük bir günah işleyerek vefâsızlık etmişlerdir… Dünya menfaatı karşılığında, Allah’dan başka hüküm koyucu rab ve ilâh olanların hükümlerini kabul edenler, Allah’a verdikleri sözlerinden cayanlardır… Hangi niyetle olursa olsun sonuç değişmiyor… İyi niyet, haramı helâl kılmadığı gibi, iyi niyet ile kötü amel işlenmez!..

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur

“Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar… İşte onlar,  onlar için ahirette hiçbir pay yoktur. Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözetmez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.”(Âl-i-İmrân, 3/77)

“Onların çoğunda verdikleri söze bağlılık görmedik, amma onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük.”(A’râf, 7/102.

Misak ahdine vefâsızlık yapanları, uyarmak ve verdikleri sözü hatırlatmak gerekir…

Onlara hakkı tebliğ etmek, hakikatı anlatmak ve kendilerini Tevhid’e davet etmek, mü’min müslümanların vazifesidir… Ahdinde sadık kalanlar, yoldan çıkmış fasıkları, dosdoğru yol olan İslâm’a davet edip, onların tağutî düzen ile ilişkilerini sağlamak ve onlara Kur’ân ile nasihat etmek, hidayetlerine vesile olmak gerek…

Bu asil davranış ve salih amel, yegâne Rabbimiz Allah’ın katıksız iman eden muvahhid mü’min kullarına emridir…

“Biz, onların neler söylediklerini iyi biliriz. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. Şu hâlde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’ân ile öğüt ver.” (Kaf, 50/45)

“Andolsun, Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” (Kamer, 54/17)       
   
“(Bu Kur’ân,) ayetlerini, iyiden iyiye düşünenler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitabdır.” (Sad, 38/29)

İnsanları, Kur’ân ile uyarmak gerekir… En düzel kelâm, Allah’ın kelâmıdır ve en güzel uyarı ise, Allah’ın kelâmı ile yapılan uyarıdır… İnsan fıtratına uygun ve fıtratın kabul etme konusunda zorlanmadığı uyarı, Kur’ân ile yapılan uyarıdır…

“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren (Allah) ne yücedir.” (Furkan, 25/1)

“İşte Biz sana, böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik. Şehirlerin anası  (olan Mekke halkı) nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinden şübhe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) bir bölümü cennette, bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.” (Şura, 42/7)

            Hayat kitabımız Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda bütün hayatı kuşatıcı İlâhî bir düstûrdur… Onsuz hayat, insan olanın yaşayacağı bir hayat değildir… İnsan olmak, insan kalmak ve insanca yaşamak için, hayat kitabı Kur’ân’a muhtaçtır bütün insanlık âlemi!..

“O, yalnızca bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.
 
Diri olanları uyarıp korkutmak ve kâfirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).” (Yasin, 36/69-70)

“Biz bunu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi korkutman için.” (Meryem, 19/79)

En son Nebî ve en son Rasul olan Rasulullah Muhammed (s.a.s)’in ve diğer Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü’minlere düşen görev, varisleri oldukları Nebî ve Rasul şahsiyetler gibi davranmaktır: Tebliğ ve davet!

Hidayet, Allah Teâlâ’ya aiddir… Yeryüzünün varislerine düşen, hidayete vesile olabilmek için cehd ve gayret göstermektir…

Şöyle buyuruyor Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ:

 “Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara, 2/272)

“Onlara (azap olarak) va’dettiğimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayatına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğdir ve hesap da Bize aiddir.” (Ra’d, 13/40)

“Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen, yalnız bir öğüt verici ve hatırlatıcısın.
 
Onlara, zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Ğaşiye, 88/21-22)

Mü’min müslümanlar, birbirlerine hakkı tavsiye ederken ve sabrı vasiyet ederken:

“Hani söz vermiştik!” hakikatını da hatırlatmalıdırlar!..

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10