Gönderen Konu: İnsanlıkta Eş Dinde Kardeşiz  (Okunma sayısı 82 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5822
İnsanlıkta Eş Dinde Kardeşiz
« : Ağustos 20, 2021, 02:11:52 ÖS »
İnsanlıkta Eş Dinde Kardeşiz

 “Ey iman edenler, biz sizi bir erkekle bir dişiden, bir asıldan yarattık. Birbirinizle tanışmanız, işlerinizi tedbirle idâre etmeniz, karşılıklı olarak, İslâmî kurallarla örtüşen milletlerarası teamüllere uymanız, yardımlaşmanız, kültür ve medeniyet alışverişinde bulunmanız, birbirinize iyiliği tavsiye etmeniz için, sizi milletler ve kabileler haline getirdik. Allah yanında en değerliniz, en üstününüz, takva esaslarını-Kur’ân esaslarını iyice benimseyerek tavizsiz hayata geçireniniz, en çok günahlardan arınıp azaptan korunanınız, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, (takva ile) haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davrananınız, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanınızdır. Allah her şeyi bilir, gizli-açık her şeyden haberdar olan Allah sizi bilgilendiriyor.” (Hucurat 49/13) Âyetin konusu insanoğlunun kökeni değil, insanoğlunun birbirine karşı ahlâkî duruşudur. Bu duruşu bozmak sadece insanın insana karşı sorumsuzca davranışı değil, aynı zamanda insanın Allah’a karşı da sorumsuzca davranışıdır. Bu sorumsuzluğun adını âyet, “insanın insana kavim ve kabile gibi beşeri kökeninden dolayı üstünlük taslaması” olarak koymaktadır. İnsanı yaratan Allah, bu tavrı bir sapma olarak tescil etmekte ve insana kökeninin birliğini hatırlatmaktadır. Kökendeki birliğe rağmen ilerleyen süreçte insanlığın kavimler ve kabilelere ayrılmasının gerekçesi “tanışmak” olarak takdim edilmektedir. Âyetin bercestesi, (seçilmişi) “Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır” cümlesidir.

Bu cümle, bir hakikati en çıplak biçimde dile getirmektedir: Ey insanoğlu! Irk gibi, renk gibi, cinsiyet gibi kendi tercihin olmayan hususlardan dolayı üstünlük iddiasında bulunma! Zira kimse kendi ırkını, rengini ve cinsiyetini kendisi seçmiyor.

İnsanın kendi seçmediği bir şeyle övünmesi gülünçtür. Allah nezdinde tek üstünlük ölçütü vardır: Takva. Zira takva, tamamen insanın kendi tercihine dayanmaktadır.

Peygamberlerin kavimleriyle olan kardeşliği, iman kardeşliği değil, hiç şüphesiz, insan kardeşliğidir.

Zira bu kavimler, peygamberlerinin davetlerine uyan küçük bir azınlık hariç, inkârda direnmişler ve helâke uğramışlardı. Hz. Ali, valisine yazdığı mektuplardan birinde, ona emri altındakilere âdil muamelede bulunmasını öğütlerken, şu manidar cümleyi kullanıyordu: “İnsanlar ya insanlıkta eşin, ya da dinde kardeşindir.” İnsan, Allah’ın şaheseridir. Farklı inançlara mensup olması bir mü’min açısından insanı gözden çıkarma gerekçesi olamaz. Mü’min bir kul, Allah’ın insan üzerindeki büyük emeğini görmezden gelemez. İnsan olma ortak paydasını yok sayamaz. Bunu, değil insanın dirisi için, ölüsü için bile yapamaz. Hatırlayalım ki, bir Yahudi cenazesi geçerken Allah Rasulü saygı maksadıyla ayağa kalkmış, orada bulunanlar, “Ama o bir Yahudi cenazesi” deyince, Allah iki kanadıyla birlikte kelime-i tevhid, varlık tasavvurumuzu inşa eder. Kardeşlik Aşkına Rasulü şu manidar cevabı vermişti: “Olsun, insan değil mi?” Allah Rasulü’nün sadece mü’minlere değil bütün bir insanlığa (âlemlere) rahmet olarak takdim edilmesinin anlamı da bu değil midir? Değilse, “Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin” (Şu’arâ 26/3) âyetini nasıl anlayacağız? Bu, Allah Rasulü’nün insan kardeşlerinin ebedî saadetine ne kadar düşkün olduğunun göstergesi değilse, nedir? Efendimizin, ‘bir âdem bir âlem’, diye yola düşmesinin sebebi de budur. Hayber savaşı öncesi komutan olarak atadığı Hz. Ali’ye şu talimatı veriyordu: “Ya Ali! Senin elinle bir kimsenin hidayet bulması, güneşin üzerine doğduğu her yer(i fethedip bana teslim etmen)den daha hayırlıdır”. Üsame b. Zeyd’i, savaş meydanında son anda kelime-i tevhid getiren birini samimiyetsiz bularak öldürdü diye azarlaması da onun “insan” hassasiyetinin bir ifadesiydi. Asabiyet ve ırkçılık Takva dışındaki her tür üstünlük iddiasını Peygamberimiz “asabiyet” başlığı altında mahkûm etmektedir: “Asabiyete çağıran bizden değildir”. Asabiyet insanı sürüleştirir. Şahsiyet olmaya manidir. Kişiliği sarıp sarmalar ve gelişimini engeller. Asabiyet, kimliğin benliğin önüne geçmesi, onu esir etmesi ve onun gelişim sürecini sekteye uğratmasıdır. Asabiyetin birçok çeşidi vardır. Irk, renk, cins, mezhep, meşrep, tarîkat, şehir, ülke, millet, cemaat, vs. İki şeyi birbirine karıştırmamak icap eder: Irklı olmakla ırkçı olmayı, mezhepli olmakla mezhepçi olmayı, cemaatli olmakla cemaatçi olmayı…

Birinciler meşru, ikinciler gayr-ı meşrudur. Bir ırka mensup olmak fıtrat gereğidir. Bu yerinecek veya övünecek bir şey değildir. Fakat mensup olduğu ırkla övünmek merduttur. İşte ırkçılık budur. Her güzelliğin olduğu gibi her sapmanın da bir önderi vardır. Irkçılığın önderi İblis’tir. Zira İblis, Âdem’e secde ile emr olunduğu vakit, “Ben ondan üstünüm” demişti. Bunu da, “Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” diye gerekçelendirmişti de şeytanlaşmıştı. Bu gerekçe Şeytan’ın ırkçılığının ilkel bir materyalizme dayandığını gösterir. Zira Şeytan; Allah’ın emrine isyan ederken, hammaddeleri kıyaslıyor ve üstünlük iddiasını bu fâsit kıyas üzerine inşa ediyordu.

Asabiyetin temelinde farklılığa tahammülsüzlük yatar. Oysa Kur’an’a göre farklılıklar âyettir.

Aktüel yaşadıklarımızda da dinimiz çare bulur. Bu konumuzda bile şu örnek yeterli değil mi? Kudüs, üç din için de kutsaldır.

Kudüs’ün İslâm açısından önemi, sadece İslâm’ın ilk mabed yeri olmasıyla ilgili değildir.

Çok daha ötesidir: Kudüs, yalnızca İslâm’ın insanlığı hakikatle buluşturduğu, adaleti ve hakkaniyeti, sulhü ve selâmeti cihanşümûl ölçekte tesis ettiği, bütün insanlığı hakikatte, adalette ve sulhte birleştirdiği müstesnâ bir yerdir. Yalnızca Müslümanlar; Kudüs’ü, insanlığın birleştirildiği, insanlığın hakikatle buluşturulduğu nihâî imkân ve mekân olarak görürler. Yahûdîlik de, Hıristiyanlık da dışlayıcıdır. İslâm ise kucaklayıcı. Bu sebepledir ki, Yahudiler de, Hıristiyanlar da başkalarıyla sulh içinde nasıl yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Başka dinlerle, kültürlerle, medeniyetlerle sulh ve selamet, hukuk, hakkaniyet ve adalet nizamı içinde nasıl birlikte yaşanabileceğinin en gelişmiş, en kâmil formülünü Müslümanlar geliştirdiler sadece. Ve bunun nihâî örneğini de Kudüs’te hayata geçirdiler. O yüzden tarihî ve güncel gerçek, şunu ispat eder: Kudüs, Müslümanların elinden çıktığı ândan itibaren birleştirici özelliğini yitirir. Dünyanın sancısı, İslam’a, Kur’an a yaklaşma ihtiyacının sancısıdır.

Beşeri kültürün her dalında meydana gelen tıkanmanın, kararmanın, soğumanın ve bundan dolayı da teknolojik oyuncaklarla idraki uyuşturmaya çalışmanın sebebi aynıdır. İman kardeşliği Hidayete eren bir Japon’a sorarlar, “İmanına ne sebep oldu?” Cevaben, “Mü’minler sadece kardeştirler” (Hucurat 49/10) âyetini öğrenince Müslüman oldum” der. İman kardeşliği, imanların kardeşliğidir. İnsanlar gibi imanlar da kardeş olur. Hatta imanlar kardeş olunca, o imana sahip olanlar da kardeş olmak zorunda kalır. Kardeş olan imanları onlara zımnen der ki:

“Eğer bize ait olmak istiyorsanız, siz de bizim gibi kardeş olun!” İmanlar kardeş olunca, o imanlara sahip olanlara bu kardeşliğe sadakat yaraşır. İman kardeşliğine sadakat, imana sadakat olur. İman kardeşliğine ihanet de imana ihanet olur.

Mü’minler sadece kardeştirler. Mü’min kardeşliğinin temeli imandır. İmanın temeli ise sevgidir. Tıpkı Allah Rasulü’nün buyurduğu gibi:

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız.” Efendimiz, iman etmenin şartı olarak mü’minlerin birbirini sevmesini gösteriyor. Sevgi böylece imanın en büyük şartı olmuş oluyor. Sevgi imanın en büyük şartıysa, mü’mine nefret ne oluyor? O da imanı tahrip eden en büyük hastalık oluyor. Bu hastalık ilerlediğinde, “tekfir virüsü” ortaya çıkıyor.

Mü’mini kâfirlikle itham etmek demeye gelen “tekfir virüsü” bir kalbe girdi mi, artık o kalpteki imandan hayır gelmiyor. Bu hastalığa yakalanan iman önce felç oluyor, sonra tüm hayatî fonksiyonlarını yitirerek bitkisel hayata giriyor, en sonunda da ölüyor. İmanını tekfir hastalığına kurban vermiş olan zavallı, artık içinde imanın ölüsünü taşıyor. Yüreği, iman ölüsü taşıyan bir tabut oluyor. İmanı öldüğü için, yüreğinin gözü kör, kulağı sağır, dili lâl oluyor.

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41