Gönderen Konu: BİR AYET HADİS IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK  (Okunma sayısı 539 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
BİR AYET HADİS IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK
« : Ocak 28, 2018, 09:12:15 ÖS »
BİR AYET HADİS IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK

Rabbimiz Âli İmran Sûresi 134. Âyette (mealen) buyuruyorlar ki:

“İlâhî emirlere yapışanlar, bollukta da, darlıkta da, sevinçli zamanlarında ve kederli anlarda da, refah günlerinde ve ekonomik darboğazlardan geçerken de, Allah için, karşılık gözetmeden, gönüllü infak ederler, (harcayanlardır) öfkelerini yutanlardır, (kontrol altında tutarlar) ve insanları affedenlerdir. (insanların hatalarını bağışlarlar) Allah iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimiyetle ibadet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman idarecileri ve müslümanları sever.” 

“Onlar ki bollukta ve darlıkta infak ederler. (Allah için harcarlar) Öfkelerini yutarlar (kontrol altında tutarlar) ve insanların hatalarını affederler.(bağışlarlar) Zira Allah, iyilik edenleri(güzel davranışta bulunanları) sever. Yine onlar; utanç verici bir iş yaptıkları yahut kendi kendilerine bir kötülük ettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahları için istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Üstelik onlar, yaptıkları kötülük üzerinde bile bile ısrar da etmezler. [darlıkta veremeyenler varlıkta hiç veremezler. Elinize fazla servet geçince onu faizle çoğaltmayı değil, zekat ve infakla çoğaltmayı düşünün. “Artış” anlamına gelen riba servetin miktarını arttırır fakat ruhunu öldürür. Diri servet sahibini taşırken, ölü serveti sahibi taşır. Yine “artma” manasına gelen zekat, görünürde malın miktarını azaltırken, hakikatte bereketini artırır.

Bu âyet, İslam’da esas ahlaki vasıflar olarak sayılan “her halükarda cömert olmak, öfkeyi yenmek, insanları bağışlamak, hatasını görerek kabul etmek ve vazgeçmek” gibi özellikler, ancak ihtirasları ve bencil duyguları karşısında mücahede eden üstün ruhların faziletleridir. Günahta ısrar, günah işlemekten daha büyük bir günahtır. Zira bu, günaha aldırmamanın bir sonucudur. Günaha aldırmamak ise, vicdanın kör, imanın pasif oluşunun bir göstergesidir.]

Bu âyet ile amel ettiğimizde insanlık bugün düştüğü/düşürüldüğü durumdan kurtulur.

Peygamberimiz, âyette geçen ‘öfke/sinir/asabiyet kontrolü’nü de şu hadisle açıklar.

“Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”

Rasûlullah aleyhisselam buyurdular:

“Sadaka sahibinin elinden çıkınca, sâilin eline varmadan önce beş şey söyler: Az idim beni çoğalttın, küçüktüm beni büyüttün, düşmandım beni kendine dost ettin, fani idim baki yaptın. Daha önce sen beni korur iken şimdi ben senin koruyucun oldum.” (İbn Kesîr)

“Mü’min bir sadaka verince Allah ondan razı olur. Cehennem: Ya Rabbi! Bana müsâade et, sana şükür secdesi yapayım. Çünkü Ümmet-i Muhammed’den bir kişi daha azâbımdan âzâd oldu. Ben Muhammed (as) ümmetinden olan birine azâb etmekten hayâ ederim. Bana sâdece sana itâat etmek düşer”, diye nidâ eder.

Her kimin malı var ise, Melik ve Müteâl olan Allah yolunda infâk etsin. Zenginliğine şükretsin. Hiçbir kimsenin istediğini reddetmesin. Hadîs-i şerîfte: “Kendisine ilticâ edenin isteğini reddedenin isteğini Allah reddeder” buyrulmuştur.

Hâlis amel, hiçbir kimsenin övgüsünü beklemeksizin Allah için yapılan ameldir. İhlâs ile yapılan amel ruh üflenmiş cesede benzer ve sevâbı kat kat fazladır.

Mü’min kimliğimiz, Mü’min şahsiyetimiz gerek şahsi, gerek ailevi, gerek sosyal gerekse yaptığımız her işte Allah’tan ve O’nun Rasulü’nden bağımsız yaşamamaktır. Dinimiz, “hayat tarzı”mızda görülmelidir. Yoksa inandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Allah’a teslim olmayanın teslim olacağı tek kapı, keyfi yargılarının ve içgüdülerinin oluşturduğu arzu ve istekleridir. İslam, insanı sadece Allah’ın kulu olarak görmek ister. Secde, teslimiyetin altına beden diliyle atılan imzadır. Rükû da Allah’tan başkasının huzurunda eğilmemektir. Dünya ve nimetleri, ona bu kutlu görevinde yardımcı olacaktır.

Kendi kendimizin hem zâlimi, hem mazlumuyuz. “Müslümanım!” demesine rağmen iradesini kötüye kullanıyor. Oturup ağlamaz mısınız? Kâfir yapar, yapabilir. Örtmüştür kendi hakikatini ışıktan mahrumdur. “Müslümanım!” diyen nasıl yapar? Özel hitaplara, yakınlıklara mazhar olmasına rağmen, nasıl yapar? Bu ne tür bir nasipsizlik? Bu ne çetin bir imtihan? İnsan için, “Melekten üstün, hayvandan aşağı” denilmiş. Dindar olmaya çalışırken gurura, bencilliğe, nefrete, zulme, sevgisizliğe sürüklenenler de var. Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmez, bazı insani yükselişlere ise melekler bile erişemez.

Hikmet özde, ruhta, dengede, ölçüde. Kabukta, surette değil. Tekâmülün, gelişmenin hikmeti de burada. Bir tek âyet veya hadisle amel dahi bizi kavgadan, tartışmadan, insan ilişkilerimizde düşülen hataların vahim sonuçlarından bizleri kurtarır. Huzur, sükûn içinde bir hayat yaşamamızı sağlar. Bildiklerimizle, okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmek. Uygulamak, pratiğe dönüştürmek.

İşte bütün mesele.

Yaşar Değirmenci.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ynt: BİR AYET HADİS IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK 1
« Yanıtla #1 : Mart 25, 2018, 11:05:49 ÖS »
Bir âyetin ışığında düşünmek  1

“Siz ey iman edenler, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler, (ürettikleri) batıl inanç karşılığı boğazlarına geçiriyorlar; böylece insanları Allah yolundan, İslâm’a girmekten, İslâmî hayatı yaşamaktan alıkorlar, engelleyici tedbirler alırlar. Altın ve gümüşü biriktirip de, Allah yolunda, İslâm uğrunda, ferdî ve sosyal yardımda bulunmazlar. Karşılık gözetmeden, gönüllü harcamazlar. Onlara, can yakıp inleten müthiş azabı haber ver. Onları can yakıcı bir azap ile müjdele.” (Bakara 34)

Allah’ın verdiği rızkı başkalarıyla paylaşmak esastır. Paylaşmanın sorumluluk alanına giren hususlardan biri de zekattır. Çünkü nisap miktarı mala sahip olan her Müslümana zekat vermek farzdır. Ancak bunun dışında da sadaka manasında bir mal paylaşımı vardır. Bunun ölçüsü tamamen insana bırakılmıştır. Malum olduğu üzere sadakada herhangi bir kısıtlama söz konusu değildir. Üstelik İslâm dininin arzu ettiği, malın biriktirilmeyip Allah yolunda harcanmasıdır. Büyük müfessir Fahreddin Razi Hazretleri ‘Fazla mal yığmamak takva, zekatı verildikten sonra mal biriktirmek de fetva gereğidir’ demiştir.

Müfessirlerin ekseriyeti zekatı verilen malın biriktirilmesinde herhangi bir sakınca görmemektedir. Ancak durum böyle olsa da paranın ekonomiye kazandırılmayıp stok edilmesi doğru bir hareket değildir. Çünkü bu, paranın toplum faydasına kullanılmaması demektir. Halbuki her toplumda zenginler de fakirler de bulunmaktadır. Zenginlere düşen sorumluluk, fakirleri de düşünerek öncelikle zekatlarını tam olarak vermek, (tevil ve kaçamaklara yönelmemek) sonra da sahip oldukları serveti ekonomiye kazandırmak suretiyle onlara değişik imkanlar hazırlamaktır. Bir toplumda fakirlerin haklarına riayet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir. Vaktinde tedbir alınmadığı takdirde kan kaybı vücudun hastalanmasına, hatta giderek ölümüne nasıl yol açabiliyorsa, aynı şekilde fakirlerin hakkına riayet edilmemesi de, canlı bir organ mesabesinde olan sosyal bünyenin sağlığını tehdit edebilir. Allah Teala dileseydi herkese bol rızık verirdi. Fakat bu dünya imtihan mahallidir. Servetler kendiliğinden eşit dağılmayacak, insanlar kendilerine verilen iradelerini kullanarak eşitliği, adaleti sağlamak yolunda gayret göstereceklerdir. Haşir sûresindeki 7. âyeti de unutmayalım. “…Servet (sırf) zengin sınıflarınız arasında dolaşan bir güç ve iktidar aracına dönüşmesin.” Âdil dağılımı sağlamanın yolu, şu temel düstura bağlılık şuurunu daima canlı tutmaktır. Bir mü’min, zaman ile mahiyeti belli nisbetlerde değişebilen ihtiyacından arta kalanı, Allah için, millet için, ümmet için, İslâm’ın güçlenmesi için harcayacaktır. Bunu kabul etmeyenin imanı, yeterince meyve, ışık, eser vermiyor demektir. Bu şart yerine gelmedikçe/getirilmedikçe hiçbir zahiri tedbir tam etkili olamaz. Malının mülkünün kendini ebedî yaşatacağını zannetmeye, ‘dünyevileşme hastalığı’na bulaşmaya başlar.

Bir ülkede fakirliğin artması, zenginlerin israfı yüzündendir. Zenginler, fakirlerin duası sayesinde merzuk olurlar. Onlara verilen malı-mülkü israf etmeleri, lüks ve konfor içinde (kast sisteminde) yaşamaları, fakir fukaranın ihmali için değildir. Mülkün hakiki sahibine hesap vereceğimizi unutmayalım!

Para, maddi değerleri ölçmenin ve akışını sağlamanın bir vasıtasıdır. Kendi başına ne iyi ne kötüdür. Önemli olan nasıl kullanıldığıdır. Bizdeki kullanımına bakınca, paranın, yokluğuyla da varlığıyla da manevi değerlere olan bağlılıkları aşındığı görülüyor. Çünkü yokken de o düşünülüyor, varken de. Dünya/ahiret dengesini sağlamak derecesinde düşünülmesi tabiidir. İnsanın şahsiyet dengesini sarsması maddi imkanların, vasıta olmaktan çıkıp gaye haline getirilmesidir. İnsanın içine işlemesidir. Su, teknenin içine girmezse; onu kaldırır, yüzdürür, ona faydalı olur. İçine girerse onu batırır. Para (maddiyat) da öyledir. Faydalıdır, gereklidir; ama o senin zihnini, yüreğini istila etmeyecek, sen onun üstünde olacaksın. Sen onu kullanacaksın, o seni değil. Sen ona hükmedeceksin, o sana değil. İslam’ın maddeye ve dünyaya bakışı, mükemmel bir denge ifade eder. Benzerini hiçbir felsefede, hiçbir izah sisteminde göremezsiniz. İslam’da muhteşem bir uyum içindedir. Dünyada ne varsa, tabii olarak hangi cazibeler ve zaruretler varsa; İslami izah, hepsini asli mahiyetlerinin aydınlığında gerçek yerine oturtur. Şartlar ne kadar değişirse değişsin bu hakikat değişmez. Yeter ki, İslâm’ı iyi kavrayalım.

Müslüman insanın kaybetmemesi gereken en temel imtihanlarından biri, Allah’ın ona verdiği maldan mülkten gerekli yerlere verebilmesidir. Kur’an- ı Kerim’e ve onun uygulaması olan sünnete baktığımızda verme imtihanı, ya da ibadeti üzerinde çokça durulduğunu görürüz. İslam ümmeti, bütün varlığı açgözlü emperyalistler tarafından elinden alınıp boğulmak isteniyor. O halde her iki dünya için kurtuluşumuz verebilmeyi yeniden öğrenebilmemize bağlıdır. Resulüllah Efendimiz’in (sa) ‘yarım hurma dahi olsa verin ve kurtulun’ sözünü herkes duymuştur. Yani varlık olarak bir tek hurmanız varsa onun yarısını verin, vermeye alışın ki, siz kurtulabilesiniz, ümmet kurtulsun, insanlık kurtulsun.

Bunun için rıza, şükür, sabır, kanaat, zühd ve tevekkül kavramları önemlidir. Bunların ve benzerlerinin her biri hem İslam ahlakının bir parçası, hem de birer ibadettir. Yani bunlar da mü’minlerden namaz gibi, oruç gibi istenmektedir. Oysa bugün bunların ne eğitimi, ne de hesaba kattığımız bir yeri vardır. Aslında sahih tasavvuf insanları bunlarla eğitmek içindir, öyle olmalıdır. Ancak tasavvufun meskenete ya da felsefeye kayması bunları unutturmuş ve onu mecrasından çıkarmıştır.

Allah’ın en büyük rahmeti olan Kur’an sayesinde mümkün olacaktır. Ahlakî dejenerasyona uğrasalar da, birçok değerleri zaaf geçirse de bazı duyarlılıklarını kaybetmiş bulunsalar da mü’min insanların ve toplumların içlerinde barındırdıkları iman tohumları o rahmetle yeniden canlanabilir.

İşte bugün bize düşen, Kur’an’ın hayatımıza müdahil olması için, onu bir rahmet sağanağı halinde üzerimize yağdırmak; onunla arınıp temizlenmek, ruhlarımızı onunla diriltmek, hayatımıza onunla yeni bir yön vermektir. Tıpkı ölü sanılan toprağın yağmurdan sonra kıpırdaması, canlanması, içindeki tohumları, çekirdekleri patlatarak yeniden harekete geçip yemyeşil hale gelmesi ve böylece tekrar hayat bulması gibi…

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42