Gönderen Konu: AMELSİZ OLMAZ  (Okunma sayısı 245 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
AMELSİZ OLMAZ
« : Şubat 24, 2019, 12:20:45 ÖÖ »
AMELSİZ OLMAZ

Ne olur olayları, mefhumları kafamıza göre yorumlamasak! “Örnek Olma”nın önemini kavrasak! Bizim yüzümüzden sun’î gündemler oluşmasa. Biz her halükârda dinimizi en iyi temsil etmenin, mukaddeslerimizden mahrum olanlara usul hatası yapmadan en güzel şekilde mesajlarımızı verebilmenin hassasiyeti içinde olsak. Dinimizi sadece ibadetlerden ibaret bir din olarak görmeyip onun ahlâk, muâmelat boyutları olduğunu da hatırımızdan çıkarmasak. Dilimizden düşürmediğimiz İslâm büyüklerinin, üstadların halleri bizi etkilese, “dünyevîleşme” hastalığına çâre arasak.

Rehber ittihaz ettiğin zatın; ahlakı, sıfatı, şahsiyeti sana ne derece yansımış? Önemli olan budur. “Ben seviyorum, ben bağlıyım” demekle olmaz. Sevgi, bir hemhal oluş durumudur. Bazı açılardan bir özdeşleşmedir. Sevilenin hoşnutluğunu kazanma arzusudur. Bir büyüğü sevmek, bütün bunların bir “manevi değerler ve ölçüler” sistemi içinde kıvam bulmasıdır. Merhametli değilsin, vefalı değilsin, fedakâr değilsin, yardımsever değilsin, gayretli değilsin, hatta yeterince dürüst bile değilsin. Senin bağlılık ve sevgi iddian bile bir çeşit nefsaniyet.

Gücün var, imkanın var, pek zorlanman da gerekmiyor; ama yapmıyorsun, zahiri ve şekli kifayet örtülerine sığınıp, yan gelip yatıyorsun. Böyle sevgi, böyle bağlılık olmaz. İbadetin ruhunu, o ruhun bize kazandırdığı nezaheti, şefkati, hikmeti, merhameti sosyal hayatımıza hâkim kılmak mecburiyetindeyiz. Zahiri, onu nizama koymanın, devamlı kılmanın ve kıvamlı tutmanın teminatı ve vesilesidir. İbadetin ruhu bütün hayatı bir ibadet haline getirme mefkuresine sımsıkı bağlıdır. Zâhir reddedilemez, ihmal edilemez; ama tamamen kabuk tarafında da kalınamaz. Her Müslüman “gönül adamı”dır. İbadetin verdiği şuur, bizi diri tutar. Etrafa ışık saçar, bulunduğu topluma bir güzellik katar. Başı dara düşenin arandığı adamdır Müslüman! İnsanımızın üzüntüsünü, sıkıntısını, sevincini paylaştığı adamdır. Derdi, sancısı, sızısı olan adam. “Adam gibi adam”dır Müslüman! Hayat ve ibadet görüşün bu ufka açılmıyorsa, senin sevginin ve bağlılığının bir manası kalır mı?

Mü’min mes’ul demektir. Sevgiler ve bağlılıklar saf olmalı, doğru olmalı ve yaşanmalı, fikren yaşanmalı, kalben yaşanmalı, doğuşuna ve gayesine, uygun olarak itidal, istikamet ve  ölçülerine uygun olarak yaşanmalı. Hayatın bütünü için geçerli olan bu temel kaide; her merhalesi, her şeridi, her izi, her noktası için geçerlidir.

Bu hayat sana emanet, bu hayatta senin sorumluluğuna taalluk eden kişiler sana emanet, vazife sana emanet, dava sana emanet. Fakat emanet hassasiyetini kaybederek keyif çatıyorsun! Bunun hesabı, istismar ve ihanet veballeriyle ilgili bir hesaptır. Çok zor verilecek bir hesap! Bu bilinen manadaki gaflet de değil. Gafletin bir başka çeşidi. Bile bile yapmak, bile bile yapmamak; başka bir hal.

Yaşayışıyla güzel örnek olma kaidesinin müessiriyetini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslam’a davet ettiği insanların İslami yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmelerine imkan ve vesileler hazırlıyordu. Bedr Gazvesi’nde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde mahpus tutulmaları yerine birer birer ashab-ı kirama dağıtılarak misafir edilmeleri, başka birtakım fayda mülahazaları yanında büyük ölçüde, esirler sahabenin İslami yaşayışına vakıf olsunlar diye olsa gerektir. İç dünyamıza dönüp soralım. Bize, bizim yaşayışımıza bakarak kaç insan İslam’la şereflenmiş. Şeffaf bir şekilde yaşayışımızı gösterip, “bizim yaşayışımıza vâkıf olurlarsa bu insanlar etkilenir” diyebileceğimiz, defosuz, illetsiz bir hayat tarzımız var mı? İslam düşmanı Benu Hanife reisi Sümame’nin Müslüman olmasına, Peygamberimizin hüsn-ü muamelesi, karşılıksız affı yanında Mescid’de bir direğe bağlı kaldığı müddet zarfında İslami yaşayışı, sahabeler arasındaki kardeşlik duygusunu, fakir-fukara ile alakalarını, misafire ikramlarını hâsılı “ahlak-ı Muhamme-diye”ye bağlılıklarını görerek iman etmedi mi? Taif heyeti geldiği zaman , Müslümanların Kur’an okuyuşları, namaz kılışları huşü ve hudu içinde ibadetleri ve İslam’ı yaşayışları kalblerini rikkate getirsin diye Peygamberimizin onları Mescid’in hemen yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mensuplarının, ashabın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde, “halin konuşması” Müslümanların gerek aile hayatlarında, gerekse yaşayışlarındaki güzellikler, etrafında bulunanları etkileyen “hayat tarzları” çoğunu dalaletten hidayete dönüştürmüştür.  Misafir kaldığı evin avlusunda hasır üstünde kıldığı namazdan dolayı muaheze edilip içeri sokulan Hz. Ebubekir’in namazını düşünelim. Acaba hangi camideki halimiz, hangi mesciddeki davranışımız yahut ibâdetimiz  etkili oldu? Hangi Kur’an okuyuşumuz, hangi ahlakı Muhammediyeyi yaşayıp canlı tutmamız, hangi infakımız, hangi alakamız insanlara tesir etti. Peygamberimizin anlattığı, mağarada kalan çıkış yolu kapanan üç zâtın hali gibi. Çıkışı imkânsız görünen bu insanlar ne yapacaklarını düşündüler.

Sonunda birinin aklına bir fikir geldi: “Arkadaşlar! Herkes hayatında halisane yaptığı bir iyiliği (Sırf Allah için yaptığı bir ameli) anlatsın ve o iyilik hürmetine Allah’a bizi kurtarması için dua etsin.”

Bizde şu soruyu soralım. Benzer bir durumda karşılaşsak Allah’ın yardımını celp edecek hangi amelimizi vesile kılarak dua edebiliriz? Var mı böyle bir amelimiz?

Hayatımız yaşadıklarımızdır; dilimizdeki iddialar, hatıralar, alakalar, mensubiyetler, yaşanmıyor ise; hayatımızı etkileyip yönlendiremiyor ise, kendi kendimizi kandırıyoruz demektir. Seviyor-sayıyor göründüklerimizi değil, derece-derece bağlılık arz ettiklerimizi değil, değer ölçülerini ve hükümlerini hiç değil. Sadece kendimizi kandırıyoruz, avutuyoruz.

İmanımız, Dâvâ şuurumuz, meselelere bakışımız pratiğe yansımıyor. Sosyal hayatımızda kendini göstermiyor. Bildiklerimiz, okuduklarımız, dinlediklerimiz, anlattıklarımız nakilden ibaret kalıyor. Peygamber Efendimizden bahsediyoruz, Allah dostlarının hayatından,  mevıza kitaplarından menkıbeler anlatıyoruz, ancak yeteri kadar etkimiz yok! Ağırlığımız yok! Gidişat bizi sürüklüyor. Özne değil; nesneyiz. Âyette zikredilen “Üsve-i Hasene” olamıyoruz. Sünneti çağa taşıyamıyoruz. Zaman ve mekan üstü bir hayat nizamını dar kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz. Okyanusta bile bir katre olmayan halimizi okyanus zannediyoruz. Boğulmakta olan insanları yüzme bilmediği halde kurtarmaya çalışanlar gibiyiz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmeye gidişi gibi.

Bugünkü fikri akametin sebebi samimiyetsizliktir. Akıl, istikamet dengesinden kopmuşsa, mazeret üretmeye yarar, taklit şaklabanlıkları yapar, pratik ve teknik oyunlar oynar, her şeyi becerir, tefekkür edemez, nefs muhasebesi yapamaz, mekaniklikten kurtulamaz. Düşünmekten, iç dünyasına dönmekten kaçar. Nefsin emrindeki iradenin haddi-hududu da yoktur. Bunun içindir ki bir şeyi tuzlarsınız “kokmasın” diye. Ya tuz kokarsa!...

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41