Gönderen Konu: 18 Mart Şehitler Günü ve Çanakkale Destanı  (Okunma sayısı 79 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 5812
18 Mart Şehitler Günü ve Çanakkale Destanı
« : Şubat 17, 2023, 09:51:01 ÖÖ »
18 Mart Şehitler Günü ve Çanakkale Destanı

   Şanlı tarihimizdeki kahramanlık destanlarından biri de Çanakkale Zaferidir.

   Bu zafer, Birinci Dünya Savaşında kahraman askerlerimizin, cihanı hayrete düşüren bir îman ve kahramanlık destanıdır.

   Bu zafer, milletimizin, iman ve azminin, metanet ve gücünün açık bir göstergesidir.

   Bu zafer, tek vücut haline gelmiş imanlı bir milletin; dinini, namusunu, istiklalini, vatanını ve bayrağını korumak için neler yapabileceğini bütün dünyaya göstermiştir.

   Bu zafer, savaşın ve tarihin akışını değiştirmiştir. Çanakkale'de, donanım ve maddi imkân bakımından kendisinden güçlü ordulara karşı, inanılmaz bir direniş gösterilmiş, üstün cesaret ve özveriyle, “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedirten, eşine az rastlanır, anlamlı bir kahramanlık destanı yazılmıştır.

Çanakkale zaferi:

  “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
  Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.
  Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
  Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,”1

diyerek bütün gücüyle düşmana karşı koyan milletimizin destanıdır.

   Çanakkale zaferi, Yüce Rabbimizin:


  "Sizinle savaşanlara karşı ALLAH Teâlâ'nın yolunda siz de savaşın"2emrine uyarak cepheye atılan kahraman askerimizin destanıdır.

   Çanakkale zaferi, vatanı, bayrağı, milleti, dini ve devleti için canını ALLAH yolunda feda eden, böylece ALLAH rızasına eren şehitlerin destanıdır.

   Çanakkale zaferi, anaların biricik evladını, şefkat ve muhabbetle bağrına basıp:

 “Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana

 Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana”

   diyerek cepheye uğurladığı; oğulun da anasının elini öpüp:

  “Hakkını helal et şefkatli ana

  Canım feda olsun kutsal vatana”

   diyerek karşılık verdiği, cefâkâr analar ile yiğit ve kahraman Mehmetçiklerin destanıdır.

   Çanakkale zaferi; ırkları, renkleri ve dilleri değişik çeşitli milletlerden oluşan; haçlı ordularının Müslüman milletimizi yok etmek amacıyla karadan, denizden ve havadan üzerimize saldıran bir iman-küfür mücadelesidir. Çünkü merhum şairimiz Akif'in:

  "Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

  Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

  Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ.."3

   dediği gibi çehreleri, renkleri, dilleri ve ırkları değişik, çeşitli milletlerden oluşan, insan selini andıran ordular, milletimizin üstüne yürümüş, mehmetçiğin göğsüne bomba ve mermi yağdırmıştır. Yine merhum şairimiz Akif'in:
"Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;"

   dediği gibi, gökler ölüm indirmiş, yerler ölü püskürmüştür. Kahraman ecdadımız, bu öldürücü silâhların tehdidine karşı iman dolu göğsünü siper etmiş, bir gül bahçesine girercesine vatan uğruna şehid olmayı şeref bilmiştir. Düşmanın gülleleri, mermileri, arslan neferlerimizin göğsünde sönmüş, Çanakkale Boğazı düşmanlarımıza mezar olmuştur.

Müslümanları düşmanlarına karşı bu denlü cesaretli kılan husus: Kur’an-ı Kerim'de: “İki güzelden biri”4  şeklinde ifade edilen “şehitlik veya zafer neticesindeki gazilik” inancıdır. Yani, Mü'min için savaşta iki güzel neticeden biri vardır: Ya öldürülüp şehit olacak veya galip gelerek gazi olacaktır. İşte bu inançla, bu savaşta ikiyüz ellibin vatan evladımız şehit olmuştur. Bu sebeple merhum şairimiz Akif'in:

 "Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı!
 Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
 Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
 Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

 Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

 Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!"

   diye tanıttığı Anadolu toprakları, kelimenin tam anlamı ile “şehitler yurdu”dur. Onun için: "Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak,   istiklal uğruna, namus yolunda, can veren Mehmetçiğin yattığı yerdir."

   Unutmayalımki, bu topraklar uğruna sadece Çanakkale’de ikiyüz ellibin vatan evladı, gözlerini bile kırpmadan düşmanla göğüs göğüse çarpışmış, şehit olmuştur.

   İman, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.

Bu zaferin sırrı milletimizin yekvücut olması, birlik, beraberlik hâlinde bölünmez bir bütün oluşturmasıydı.
“Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!”

   rûhunun yaşanmasıydı. Yâni Çanakkale'de düşmanı, Mehmetçiğin şahsında bütün bir millet mağlup etmiştir.

   Bugün de milletçe, aynı ruh ve inanca, aynı birlik, beraberlik ve dayanışmaya ihtiyacımız vardır. Çanakkale’de şahlanan ruh, milletimizin mayasını oluşturan ruhtur. Bu ruh, dinin, vatanın, namusun, bayrağın, kısaca bizi biz yapan değerlerin en zor şartlarda bile feda edilemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ruhu yaşattığımız müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef, başaramayacağımız hiçbir iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun, çözemeyeceğimiz hiçbir problem kalmayacaktır, inşaALLAH.

Bizler için böylesi bir öneme sahip olan Çanakkale zaferinin yıldönümü olan 18 Mart tarihi, 27 Haziran 2002’de 4768 sayılı Kanun’la “Şehitler Günü” olarak kabul edilmiştir.

   Bir 18 Mart Çanakkale Şehitlerini anma gününde, şehitlik gezilirken, topluluk içinden biri çıkar ve etrafındakilere yüksek sesle şöyle der:

   - Bu nasıl ilkel ve geri bir anlayıştır. İşte tam burası şehitlik. Bir adam çıkmış diyor ki:

  “Kim bu Cennet vatanın uğrunda olmaz ki feda,

  Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...”

   Kardeşim bu topraktır. Hiç toprak sıkılınca şüheda fışkırır mı? diyerek, imanı volkan gibi olan İstiklal Marşı şairimiz merhum Akif'in inancıyla ve sanatıyla alay eder mahiyette yere eğilir, bir avuç toprak alır ve çevresindekilere:

   - İşte bir avuç toprak aldım ve sıkacağım. Bakalım şüheda fışkıracak mı? der ve toprağı sıkmak amacıyla elini yummasıyla beraber, parmaklarından kanlar fışkırmaya başlar. Çevresindekilerin şaşkın bakışları arasında meydana gelen bu hadise karşısında adam şok olmuştur. Mesele anlaşılınca görülmüştür ki, o toprak içinde çok yoğun biçimde bulunan ve Avusturya dikeni denen küçük dikenler, elin kılcal damarlarını patlatması neticesinde kanlar o tazyikle fışkırmıştır. Kutsal değerlerle alay eden bu zavallı da uzunca bir zaman cımbızla dikenleri ayırmak zorunda kalmış ve o dikenler de kendisine iyi bir ders olmuştur.

   Görülüyor ki, ceza bazen apaçık gelir. Aslında merhum şairimiz Akif, bu hadiseden yaklaşık bir asır önce sanki olayı görmüş gibi tasvir ediyordu:

   “Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer;
   Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer!
   Öyle meşbu’-i şehadet ki bu öksüz toprak:
   Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!”5

   Merhum şairimiz Akif her zaman: “İnsan bir haddini, bir de hesabını bilmeli.” derdi. Haddini aşanlar için derler ya...

   “Hak sillesinin sadası yoktur

   Bir vurdu mu hiç devası yoktur.”

   Müslüman varlığını yeryüzünden ebediyen silmeyi amaç edinen Haçlı zihniyeti, düşmanlar ülkemizi parçalamak, milletimizi esir etmek maksadıyla, Birinci Dünya savaşının hemen başlarında, 1914 yılı Kasım ayında Osmanlı devletine savaş ilan ettiler ve Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul'u ele geçirmeye karar verdiler. İstanbul'un ele geçmesi demek Türk milletinin kalbinden vurulması demekti. Bu amaçla İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan ve en modern silahlarla donatılan çok güçlü donanma, Çanakkale boğazının girişine geldi ve 15 Şubat 1915 günü Türk mevzilerini bombardıman etti. Ancak boğazı geçemedi.

   Onlar güçlü donanmalarına ve askerlerinin çokluğuna güveniyorlar, fakat Türk askerinin kahramanlığını hesaba katmıyorlardı. Nitekim Mehmetçiğin kahramanca direnişi karşısında düşman donanması geri çekilmek zorunda kaldı.

   25 Şubattta tekrar boğazın önüne gelen düşman zırhlıları Türk mevzilerini yine gülle yağmuruna tuttu. Daha sonraki günlerde de şiddetli bombardımanlar devam etti. Onlar boğazı geçip İstanbul'u ele geçirmekte kararlı idiler. Türkler de vatanı savunmak ve düşmanı boğazdan geçirmemekte kararlı idi. Düşman 18 Mart'ta bütün gücü ile saldırıya geçti. Bu sefer kendilerinden emindiler. Onlara göre yaptıkları bombardımanlarla Tük mevzileri yerle bir edilmiş ve boğazdaki mayınların hepsi temizlenmişti.

   Gemiler boğazdan içeri girerek ilerlemeye başladı. Büyük çapta toplarla donatılan zırhlılar Türk mevzilerini bombardıman ediyordu. Bu bombardımanlarla mevzilerimiz büyük hasar görmüş, toplarımızın bir kısmı da parçalanmıştı.

   Düşman Türk savunmasının kırıldığına kanaat getirmiş, halbuki Türk askeri henüz son sözünü söylememişti. Düşman zırhlıları ilerlemeye devam ederken Türk topcusunun şiddetli ateşi başladı. Onlar da gemilerden bütün topları ile Türk mevzilerini ateşe tuttular. Böylece boğaz görülmemiş bir çatışmaya sahne oldu.

   Türk Ordusu düşmanın cehennemi andıran bombardımanına şiddetle karşı koydu, büyük bir inançla vatanını savundu. Düşman daha önce boğazdaki mayınları temizlemişti. Savaştan bir gece önce Nusret mayın gemimiz boğaza tekrar mayın döşemiş, fakat düşman bunu fark edememişti.

   İşte topçularımızın isabetli atışları ile düşman gemilerinin bir kısmı hasara uğrayıp savaş dışı kalırken bir kısmı da mayınlara çarparak boğazın sularına gömülmeye başladı. Düşman büyük kayıplar verdi. Çanakkale boğazı mağrur düşmana mezar oldu. Kalan gemileri ile kendilerini boğazın dışına atarak canlarını zor kurtardılar.

   ALLAH'ın yardımı ve Türk askerinin kahramanlığı sayesinde dünyanın en güçlü donanması, en büyük yenilgiyi Türk milletinden aldı. Çanakkale zaferi ile tarihimize yeni bir kahramanlık destanı daha yazıldı. Bu zafer, Türk milletinin gücünü bir kez daha bütün dünyaya göstermiş oldu. En güçlü silahlarla vatanımıza saldırarak savaşı kazanacaklarını sananlar, yanıldıklarını bir kere daha anladılar.

   Boğazdan İstanbul'a ulaşamıyacağını anlayan düşmanlar, karadan geçmeye karar vererek Gelibolu yarımadasına asker çıkarmaya başladılar. Fakat karaya ayak bastıkları yerde Türk askerinin büyük bir direnişi ile karşılaştılar. Çok güçlü donanmanın desteği ile karaya çıkan düşman askerleri ile vatanını kurtarmak için ölümü göze alan Türk askerleri arasında görülmemiş bir boğuşma başladı. Çarpışmalar zaman zaman göğüs göğüse devam etti.

   Ardı arkası kesilmeyen düşman birlikleri ateş kusan modern silâhları ile yarımadayı adetâ cehenneme çevirdiler. Fakat Mehmetçiğin tarihte benzeri görülmeyen kahramanca direnişi karşısında karadan da geçemediler ve büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaşta biz de çok sayıda şehit verdik ama vatanı düşmana çiğnetmedik. Mehmetçik vatanı için seve seve ölüme gitti ve ölümsüzleşti. Dünya, Türk askerinin yenilmez gücünü ve hiç bir millette görülmeyen kahramanlığını bir kere daha anlamış oldu.

   Bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale savaşları sonunda Türk milleti düşmanlara karşı tarihte emsaline rastlanmayan büyük bir zafer kazanmış, vatan sevgisi ve iman gücünün maddi üstünlükten daha önemli olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir.

Çanakkale'de maddî gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok az idi. Askerimizin bir çoğunun, ayağında postalı dahi yoktu. Ancak Mehmetçiğin manevi gücü büyüktü. İngiliz Ordu komutanı General Hamilton'un:

- Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı, şeklindeki itirafı bu gerçeği ifade etmektedir. Hakikaten Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Ölenleri görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir tereddüt bile göstermiyor.

Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve Cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyor. Sedye ile götürülen yaralı bir asker, komutanının yanından geçerken: “Şehit olamadım paşam!" diyerek üzüntüsünü dile getiriyor. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. İşte Çanakkale zaferini kazandıran bu yüksek ruhtur.

   Çünkü din, vatan, millet gibi kutsal sayılan değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, ALLAH Teâlâ ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz tarafından övülmüştür:

   "ALLAH Teâlâ yolunda öldürülmüş olan kimseler için ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız."6

   "ALLAH Teâlâ yolunda öldürülen kimseleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. Öyle ki ALLAH Teâlâ'nın lutf u inayetinden kendilerine verdiği şehidlik mertebesi ile hepsi de şâd olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayan şehid dindaşları hakkında da: Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir, diye müjde vermek isterler. Onlar da ALLAH Teâlâ'dan gelen bir nimetle, hatta daha fazlasıyla ve ALLAH Teâlâ'nın, mü'minlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler."7

   Enes b. Malik (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz:

   “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü itibar ve ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.”8buyurmuştur.

Çanakkale savaşında olağanüstü haller, kerametler, ilahî yardımlar görülmüştür. Çanakkale Savaşında:

    “Andolsun ki ALLAH, birçok savaş alanlarında size yardım etmişti…”9 ayet-i kerimesinde vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza yardım etmiştir. Yine:

   “Sonra ALLAH, Resûlü ile müminler üzerine sekînetini yani sükûnet ve huzur duygusunu indirdi, sizin görmediğiniz ordular yani melekler indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.”10

   “Ey iman edenler! ALLAH'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. ALLAH ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”11ayet-i kerimelerinde vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza yardım etmiştir, melekler göndermiştir. Başta Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin ruhaniyeti olmak üzere üçler, yediler, kırklar... Ricalullah... Gayb erenleri evet hepsi o savaşta hazır ve nazır bulunmuşlardır, Ehl-i İslâm’ın imdadına yetişmişlerdir. Bedir’den, Huneyn’e Çanakkale’den Sakarya’ya, oradan Kore’ye kadar birçok savaşlarda ilahi yardım müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. İşte yaşanan örnekler…

   Çanakkale savaşlarının en kızgın anında imanlı bir Osmanlı subayı vurulmuş, yerde yatıyor, can çekişiyor... Kan kaybetmiş, yüzü bembeyaz olmuş...Birden yanındakilere:

  - Beni kaldırın! diyor, gözleri bir yere bakıyor, dudaklarından şu cümle dökülüyor: "Ya Resûlellah zahmet buyurdunuz..." sonra ruhunu teslim ediyor. Yanındakiler onun gördüğünü görmediler ama o gördü, ona gösterildi.

Bayram Namazında Askerimizi Örten Bulutlar

   Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve ALLAH Teâlâ’nın bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:

   -Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler,  savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.

   - Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın! dedi.

   Paşanın yanından ayrılmıştım ki, ALLAH Teâlâ’nın veli kullarından bir zat çıktı karşıma. Bana dedi ki:
   - Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! ALLAH ne derse o, olur!

   12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular gibi; ALLAH sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık: Büyük büyük beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “ALLAHü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce ALLAH bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. ALLAH Teâlâ’nın veli kullarından karşıma çıkan bu zat askerin karşısında en önde durdu; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Kur’ân-ı Kerim’den Fetih Sûresi’nin başından 9. ayet-i kerimesine kadar okudu. Sonra iki rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllALLAH Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? “ALLAH! ALLAH!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. ALLAH ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.

   Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllALLAH” sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. ALLAH Teâlâ’dan başka ilâh yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, “ALLAHü Ekber, ALLAHü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi..

   Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.

12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak ALLAH Teâlâ’nın emriyle, dört büyük melekten biri olan Mikail (A.S.) tarafından yerine getirilmiştir. Bu olay, ALLAH Teâlâ’nın apaçık bir yardımıydı.

   Yine deniz savaşlarının en şiddetli olduğu günlerdi. Bir Türk Bataryasına düşman tarafından açılan şiddetli ateş sonucunda, orada bulunan cephanelik patlamıştı. Bununla birlikte müthiş bir sarsıntı oldu. Şehid olanlar, yaralananlar vardı. Erlerden Seyit de bunlardan biriydi. Seyit kendine geldiğinde yanı başındaki Ali’ye sordu:

   - Arkadaşlar nerede?

   - Arkadaşlar mertebelerini buldular. 14 Şehid, 24 yaralımız var. Yani bir senle ben kaldık. Seyit kalkıp denize doğru baktı. Düşman gemileri iyice karaya sokulmuşlardı. Seyit, 270 kg ağırlığındaki tek mermilerini düşman gemisine vurmak istiyordu. Arkadaşına seslendi:

  - Gel Ali... Yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım.

  - Kaldıramazsın Seyit!

  - Bir deneyelim hele!

   Sonuçta Seyit sırtına aldığı tam 270 kg ağırlığındaki mermiyi namluya sürmeyi başardı. Kamasını kapattılar. İşte bu mermi, ölüm kusan meşhur Ocean zırhlısının işini bitirmeye yetmişti bile...

   Deniz savaşlarını yöneten Cevat Paşa durumu yerinde değerlendirmek üzere yanına geldiğinde Seyit’de hal kalmamıştı. Paşayı görünce kalkıp esas duruşa geçti. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. Komutan sordu:

   - Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?

   - Üzülmeyin komutanım gözlerim göreceğini gördü!...

   Durumu anlayan Cevat Paşa da sessiz sessiz ağlıyordu.

   Böyle rivayetleri inançsızlar, pozitivist ve materyalistler red ve inkâr eder. Müslümanların bir kısmı da kabul etmez. Böyle şeylerin olması mümkündür. Bir tek âlem değil, âlemler vardır. Ruhanîler âlemi vardır. Keşfi, kalp gözü açık Müslümanlar rüyada ve uyanıklıkta Resulullah (S.A.V.) efendimizi görebilir.

   Sadece Çanakkale Savaşlarında değil, tarih boyunca birçok savaşlarda Müslümanlara ilahî yardımlar gelmiştir.

   Hz.Ömer (R.A.) Medine-i Münevverede Mescid-i şerifin minberinde hutbe okurken birden:

   - Yâ Sariye yâ Sariye!.. Cebel cebel... diye bağırdı. Bir ay uzaklıktaki bir yerde Sariye'nin kumanda ettiği İslâm ordusu düşman kuvvetleri tarafından sarılmak üzereydi. Hz.Ömer (R.A.)ya keşif vaki oldu, keramet gösterdi ve Sariye'yi ordunun sırtını dağa vermesi konusunda uyardı. Sariye O'nu duydu, emredileni yaptı ve ordu kurtuldu.12

   Evet görenler görür, duyanlar duyar. İnkarcılar inkar eder. Peygamberlerin mucizeleri vardır. Velilerin kerametleri... Velinin kerameti bağlı olduğu Peygamberin mucizesi hükmündedir. Bazen olağanüstü vak'alar, durumlar olur.

   Resûlullah (S.A.V.) efendimizi sevmenin büyük bereketi vardır. Bu sevgi Müslümanın ufuklarını açar. Ruhanîler her zaman görünmez, bazen görünür. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin ruhaniyeti bu Ümmet-i merhumenin üzerinde Rahmanî bir gölgedir. Allaha ve Resûlüne sadık muhlis Müslümanlara gaybtan yardım gelir.

   Benim aziz kardeşim, aklın ermiyorsa körü körüne inkâr ve tekzib etme. Senin iki yanında iki katip melek var, onları görüyor musun? Görmüyorsun ama onlar yaptıklarını deftere yazıyor. Günü gelince o defterlere göre hesap vereceksin. Seni koruyan melekleri de görmüyorsun. Ruhanîlerin duaları üzerimize sâyeban olsun.

   Ey Müslüman!.. Beden gözüyle göremediklerini kalp gözüyle görmeye çalış. Başını semaya çevir, orada sana ötelerden gönderilmiş bir mektup vardır, onu okumaya, anlamaya çalış.

   Eğer bu gün  Müslümanlara bu ilahî yardımlar gelmiyor ve Müslümanlar hezimete uğruyorlarsa, elbette bunun da sebepleri vardır. Bunun üzerinde tefekkür etmek gerekir. Müslümanlar hallerini ıslah ederse, nasuh tövbesi ile tövbe ederse, cehrî fısk ve fücurdan uzaklaşırsa, çekişmeyi bırakıp birleşirse Allahın yardımına mazhar olurlar.

   Çanakkale Savaşları; bütün dünyada olduğu gibi, gerek Osmanlı Devleti'nin son yıllarında, gerekse yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyetinde derin etkiler bırakmıştır...

   Kimbilir... Böyle bir savaş olmasaydı, Tanzimat Dönemi boyunca Darulfünun'da, Hendese-i Humayun'da, Sanayi-i Nefise'de, Mekteb-i Mülkiye-i Şahaniye'de yetiştirdiğimiz binlerce gencimiz şehit düşmeyecek; yeni kurduğumuz Cumhuriyetimizin temelleri, çok daha muazzam bir beyin gücü üzerinde yükselecekti.

   Çanakkale'de; ne evlatlar kaybetmiş, ne acılar görmüştü bu yorgun millet! Bu savaşta nice yiğitler şehit olmuş, nice eli kınalı gelinler dul kalmış; nice al yazmalı, gözü yaşlı Anadolu anası, duyanı köz gibi dağlayan ağıtlar yakmış; insanlar ocakbaşı sohbetlerinde, köy kahvelerinde saatlerce, hatta günlerce bu savaştan bahsetmiş; şairler şiirler yazmış, Paşalar anılarıyla ağlamışlardır... Bu öylesine milli bir yaradır ki, bu Milletin çocukları, ne zaman Çanakkale Marşını işitseler:

   “Çanakkale içinde vurdular beni

   Ölmeden mezara koydular beni”

   sözlerini duyar duymaz ruhları irkilir, o günlerin metafizik koridorlarında adeta kaybolur, dipsiz zamanlara doğru dalıp giderler...

   Bütün bunların yanında, Türk Edebiyatı'nı da yakından etkilemiş olan Çanakkale Savaşı; çok sayıda şiire, makaleye ve hatıra türü esere konu olmuştur.

   Hiç şüphe yokki bunların başında, Çanakkale Savaşı'nın başladığı günlerde Berlin'de bulunan, zafer müjdesini de Medine-i Münevvere'de alan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy gelir. O, Çanakkale Savaşı'nın sonlarına doğru Hicaz'da görevlidir.

   Şam üzerinden yapılan uzun bir yolculuktan sonra, Teyma yakınlarında, II. Abdülhamit Han'ın yaptırdığı Hicaz Demiryolu'nun çöldeki son istasyonu El-Muazzama'ya varır.

   Bu istasyonda, Şam ve İstanbul bağlantılı bir telgraf vardır. O gün makine başında bulunan Eşref bey, güç bela İstanbul'da Enver Paşa ile irtibat kurunca, sanki herkes kendini İstanbul'da zannetmiştir. Çünkü

Enver Paşa:
   - Çanakkale'de muzaffer olduk. Harp bizim zaferimizle sonuçlandı. İstanbul şu anda şenlik içerisinde, yer yerinden oynuyor, müjdesini vermişti.

   Bütün bu gelişmeleri Eşref beyden duyan Akif, adeta yerinde donup kalmıştı. Sanki işittiklerini anlamıyormuş gibi, dalgın dalgın Eşref beyin yüzüne bakarak güçlükle nefes alıyordu. Gözleri yaşarıyor, konuşmuyordu. O gece hiç uyumadı. O ıssız kum deryasının bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve insanlık tarihinin en büyük destanlarından birisinin beyitlerini yazıyordu:

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

  "Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
  En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
  Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya -
  Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
  Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
  Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
  Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
  Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
  Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.
  Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.
  Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
  O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
  Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak
  Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
  Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
  Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
  Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
  Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
  Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
  Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
  Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
  “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
  Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
  Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

  “Bu, taşındır” diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
  Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
  Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
  Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
  Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
  Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
  Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
  Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
  Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
  Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
  Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
  Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
  Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
  Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
  Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
  Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
  O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
  Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
  Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
  Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
  Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
  Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”13

   Çanakkale Zaferi, bir vatanın, bir milletin kurtuluşudur. Kurtuluş Savaşının ateşleyicisidir. Vatansız, topraksız kalan milletlerin ne hâle geldiklerini bugün Filistin örneğinde olduğu gibi çok iyi görmekteyiz.

   Çevremizde çeşitli plânların yapıldığı, oyunların oynandığı günümüzde, Çanakkale Zaferinin önemi daha da iyi anlaşılmaktadır. Çanakkale savaşını ve zaferini çok iyi anlamalıyız. Bugün üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanın, milletimizin, devletimizin, bayrağımızın varlığını, istiklâl ve hürriyetimizi; milletçe namus ve şerefimizle yaşıyor olmamızı, doğusundan batısına ülkemizin hemen her bölgesinden gelerek, Çanakkale’de canlarını feda eden şehitlerimize borçlu olduğumuzu unutmayalım, gelecek nesillere de unutturmamalıyız.

   Arkadaşlarının öldüğünü görerek ve öleceğini, şehit olacağını bilerek siperden mermilerin üzerine kendini düşünmeden atan ecdadımızı unutmak mümkün müdür? Cepheye mermi taşırken yolda donarak şehit olan Şerife Bacıları...

   Kundaktaki bebeği ile cepheye sırtında, omuzunda cephane taşıyan, elinde bulunan bez parçasını bebeğinin yerine top mermisine saran ve soğuktan bebeğini kaybeden Elif anayı, o yiğit Anadolu kadınını, yoktan var edilen bir zaferin mimarları olan dedelerimizi, ninelerimizi, hayatının baharında cepheye koşan delikanlıları... Yavrusunu vatana kurban olsun diye kınalayıp cepheye gönderen anaları nasıl unuturuz nasıl unutabiliriz.

   Şu husus çok iyi bilinmelidir ki, milletimizin bekâsı şehitlik ve gazilik ruhu kazanmış bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Bunun için çocuklarımıza Çanakkale destânını ve ardındaki ruhu anlatmalı aziz vatanımızın kıymetini öğretmeliyiz. Kanının rengini bayrağımıza vermiş, aziz canını vatanımız uğruna feda etmiş olan şehitlerimiz; bu yüce değerlerimizin korunmasını, savunulmasını ve ilelebet yaşatılmasını bizlere emanet etmişlerdir. Bu itibarla onları gönüllerimizde yaşatarak, emanetlerine ne pahasına olursa olsun sadık kalmalıyız.

   Bu kutlu zaferin yıl dönümünde, bu büyük zafere imza atan, vatanı ve bayrağı için şehit olan kahraman MEHMETÇİK’leri ve diğer bütün şehit ve gazilerimizi rahmet, şükran ve minnetle anıyoruz.  Aziz ruhları şad olsun. Yüce ALLAH’ın iltifatına mazhar olan bu aziz şehit ve gazilerimize fatihalar gönderelim. Sözü Merhum şairimiz Akif’in şu beytiyle bitiriyoruz:

 “Sahipsiz olan vatanın batması haktır.

 Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”

--------------------------------------------------------------------------------------------

1)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 305-306, TDV baskısı

2)Bakara sûresi:190

3)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 385, TDV baskısı

4)Tevbe sûresi:52

5)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 163-164, TDV baskısı

6)Bakara Sûresi: 154

7)Al-i İmran Sûresi: 169-171

8)Buharî, Cihâd:5, 21; Müslim, İmâret:108, 109, No:1877; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd:13, No:1643; Nesâî, Cihâd:30, 6/32

9)Tevbe sûresi:25

10)Tevbe sûresi:26

11)Ahzab sûresi:9

12)İbn-i Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye, 8/131-133; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 2/3; Ebu Nuaym, Delâil, 210-211

13)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 385, TDV baskısı

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41