Gönderen Konu: İLAHİ KAMERA KAYITTA İKEN  (Okunma sayısı 579 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
İLAHİ KAMERA KAYITTA İKEN
« : Kasım 07, 2017, 10:06:14 ÖS »
İLAHİ KAMERA KAYITTA İKEN

Bütün peygamberler, bu dünyadan ahirete doğru bir yolculuk olduğunu bildirdiler, biliyoruz.

Yaratılış var, ölüm var biliyoruz.

Yaratılış da elimizde değil, ölüm de biliyoruz.

Hayatı ve ölümü yaratan kudret, bu dünyanın bir imtihan alanı olduğunu bildirdi, biliyoruz.

İlahi bir kameranın her an en dakik, en ileri çözünürlükte kayıtlar yaptığını biliyoruz.

Allah yaptıklarımızı görüyor, söylediklerimizi işitiyor, biliyoruz.

Hemen yanıbaşımızda iki meleğin sürekli kayıt halinde, artılarımızı eksilerimizi kaydettiğini biliyoruz.

Allah’ın son elçisi (sallallahü aleyhi ve sellem)’nin, insana, Allah’ın seni hangi halde görmesini istemiyorsan onu yapmaktan kaçın anlamına “Allah’ı görüyormuş gibi yaşama” telkininde bulunduğunu biliyoruz.

Allah’ın kitabında “İnsan yarına ne gönderdiğine baksın” ihtarında bulunduğunu, çünkü “Yarın neyi yapıp neyi yapmadığının onun önüne konacağını” bildirdiğini biliyoruz.

Yani ölümden sonra bir diriliş olacağını, bir büyük muhakeme yapılacağını, orada, dünyada yapıp ettiklerimizin hesabının verileceğini biliyoruz.

Allah’a ve Ahirete iman etmenin, Kur’an’ın defalarca insanın gündemine sunduğu bir “Amentü çerçevesi” olduğunu biliyoruz. Kur’an’da buna ısrarla işaret edilmesinin, insanın yeryüzü macerasının tamamen “Allah’ın varlığı ve Ahiret planı” ile anlamlı hale geldiğini gösterdiğini biliyoruz.

Allah’a ve Ahirete imanı devreden çıkardığınızda, insanın yeryüzü varlığını izah etmenin imkansızlaşacağını biliyoruz.

Öyleyse yine biliyoruz ki insan, Allah ile ilişkisini ve Ahiret’te nasıl bir hayatla karşılaşacağını dikkate almadan bir dünya hayatı yaşayamaz.

Öyleyse yine biliyoruz ki, bizim Allah’ın gönderdiği elçiler ve ölçülerle ilişkimiz, Allah’a iman ve dünya hayatının hesabının sorulacağı hakikati ile içiçedir.

Elçiler ve Son Elçi... Yani Hazreti Muhammed sallahü aleyhi ve sellem.

İlahi Vahiyler ve Son vahiy. Yani Kur’an-ı Kerim.

Diyelim kelime-i şehadeti getirdik ve İslam dairesine girdik. Bu insanın, yaratılış hikmetini anlaması ve Yaratan’ın ondan istediği “insan kıvamı”nı kendi şahsında inşa etme sözünü vermesi demektir. Bir irade beyanıdır.

Kelime-i şehadet bir irade beyanıdır.

Amentü ise, yeni kişiliğin gergefinde şekilleneceği bir zihin ve kalb dokusudur.

Bir gün gelecek ve her birimize “Oku kitabını” denecek.

Kitap, bizim yeryüzü dosyamızdan ibaret. Görüntüler, yazılar, her türden kayıtlar, ne derseniz...

Kırmızı ışıkta geçerken mobese kayıtlarına girdik mi? Yola çıktığımızda böyle bir kaygıyı taşıyor muyuz? “Girilmez” olan Emniyet şeridinde seyahat ettik mi? Durulmaz yerde durduk mu? Ah şu mobese kayıtları?

Yüzlerin ak çıkması, kapkara çıkması... O da var Ahiret dosyası içinde...

Cennet var, alevli ateş var...

Allah’ın huzurunda durmak var, mahcubiyetten terlere boğulup erimek var.

Ana babamızdan, evladımızdan, eşimizden, kardeşlerimizden kaçmak var?

“Kaçacak yer var mı?” diye delik dersik aramak var.

Sırat’tan geçebilme sancısı var.

Cennete kavuşabilme heyecanı var.

Allah korusun, orada dünya - ahiret gerçeğini görememek gibi bir küfran içinde yakalanıp, “keşke toprak olsaydım” demek var.

Şimdi, durup bir kere daha kendimize bakma ve Ahiret hesabı dahil her şeyi yeniden düşünme zamanı.

Bildiklerimizle hayatımızı yeniden hesaba çekme zamanı.

Hasibû kable en tuhasebû – Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin.

Acaba yaptıklarımızı yarın Allah’ın huzurunda savunabilecek miyiz?

Esas soru bu.

Meşrulaştırdık, meşrulaştırdık, meşrulaştırdık.

Kişisel planda meşrulaştırdık, sözümona “hizmet grupları” planında meşrulaştırdık.

Savunabilecek miyiz Kalblere Hükmeden’in huzurunda?

Bin türlü gerekçe ürettik kendi içimizde. Ama ya kalbleri okuyan Rabbimiz, tüm bu gerekçelerin “boş, anlamsız, sahte, kendi kendimizi aldatma, şeytanın oyununa gelme” olduğuna hükmederse... “Nefsinize yonttunuz, grup nefsi için çalıştırdınız zihin mekanizmanızı” derse.

Orası mutlak şeffaflıklar dünyası.

Sapmalar yaşıyoruz hem ferdi hayatımızda hem gruplar planında.

Ölçüleri biliyoruz ama, nefsi hesaplar adına sündürüyoruz, çarpıtıyoruz, kanırtıyoruz, ve “bizim için uygun olan”ı Müslümanlığımızın hanesine yazmayı başarıyoruz.

Peki ya Ahiret planı?

Peki ya ilahi kriterlerden süzülme zamanı?

Likaullah’ı unutma!

Allah’ın huzuruna çıkacaksın.

Ama bugün Allah’ın zaten huzurunda olduğunu bilerek yaşarsan, yarın Allah’ın huzuruna çıktığında yüzün ak olur.

Bugün, likaullah’ı unutursan, hiç ölmeyecekmiş, yani hiç hesabı verilmeyecekmiş gibi bir hayat yaşarsan, bir gün hesap günü gelir, ve “amel defter”in eline verilir:

-Oku kitabını.

Allah Teala Kitabında defalarca, “Size elçiler gönderdik, uyardık” diye sesleniyor.

Duyabilene aşkolsun. Duyup da hayatını ona göre düzenleyene aşkolsun.

Muhmamed İkbal, bizim Mehmet Akif gibi bir İslam şairi, mütefekkiri... “Kaç bu müslümanlardan sığın Müslümanlığına” diyor. Yüreği yanıyor.

Mehmet Akif, “Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir, bilmem amma Müslümanlık galibe göklerdedir” diyor. Yürek yangını ile.

Biz de “Dünyaya İslam lazım, İslam’a da Müslümanlar lazım” diyoruz.

Var elhamdülillah Müslümanlar. Yok değil. Ama bir yandan da dünya Müslümanlığının İslam’ın temiz nasiyesini ortaya koyup koyamadığını sorgular vaziyetteyiz.

Dünya gündeminde “Terör”le, islami oluşumların içiçe geçtiği gibi korkunç bir gündem var.

Kendi ülkemiz dahil her İslam ülkesinde İslam’la bağlantılı olarak gündeme gelip, İslam’ın ölçülerinin günah diye tanımladığı işlerin içinde debelenen bir yığın yapı var.

Soruyorsunuz:

Allah’a ve Ahiret gününe inanan insanlar bunları nasıl yaparlar?

“İslam’ı istismar” gibi, “Allah’ın dini üzerinden rant sağlamak” gibi bir işin içinde olmanın, yarın Allah’ın huzurunda nasıl savunulacağı düşünülür?

O gün hiç gelmeyecek diye mi düşünülür? İman onun neresinde?

Allah görmez bunu, diye mi düşünülür? İman onun neresinde?

Yaptıklarımız yanımıza kar kalacak, diye mi düşünülür? “Göz kaş işaretlerinin bile yazıldığı” bilgisi nerede?

En başta, “biliyoruz, biliyoruz” diye sıraladığımız şeyler gerçekse, o bilginin imana ve o imanın hayata dönüşmesi diye bir hadise değil mi, bir dine mensup olmak?

Allah ile ilişkimiz... Ahirete olan imanımız. Müslümanlığımız...

Bir kısım insana, “İslam sizin hayatınızda ne kadarlık bir alanı kapsıyor?” diye sormak mümkün. Hani, bilgisi sınırlıdır, şudur budur... Mazeret olmasa da, anlamak mümkün ve “bilenler”in “bilmeyenler”e öğretme sorumluluğu içinde değerlendirmek mümkün.

Ya bildiği farzedilenlerin hayatında bin türlü teseyyüb varsa?

Sahabi gibi, bu ümmetin Peygamber aleyhissalatü vesselam’ın dizi dibinde, rahlesinde yetişmiş insanları bile, zaman zaman birbirlerine “Gelin bir saat iman edelim- Yani şu iman salabetimize bir bakalım” demişler. Kendilerinde münafıklık alameti bulunup bulunmadığından kaygılanmışlar... Çünkü hayatlarına bakmışlar ve onun Allah’ın huzurunda ak-pak çıkıp çıkmayacağından endişelenmişler.

Geri dönüşü yok oranın. Yeniden arınma ameliyesine girmek yok.Ahireti yaşamışlar.



Ahmet Taşgetiren.

fanidunya

  • Ziyaretçi
RABBİM KALPLERİMİZİ KAYDIRMA
« Yanıtla #1 : Kasım 07, 2017, 10:13:22 ÖS »
RABBİM KALPLERİMİZİ KAYDIRMA!

“Eğrilik, kayma, sapma” manasına “Zeyğ” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçiyor. Allah Teala bizi “Kalb kayması”na karşı uyarıyor ve bir dua öğretiyor: Al-i İmran Suresi 8’inci ayet şöyle:

“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, saptırma, kaydırma. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”

Ayetten anlıyoruz ki “kalblerin kaymaması” da “Allah’ın rahmeti” ile mümkün olabilecek bir şey. Yani insan duyarlı olmalı, evet, ama yine de “Allah’ın rahmeti”ne sığınmalı. Tıpkı Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz’in duasında sığındığı gibi:

“Ey kalpleri halden hale değiştiren (Allahım), benim kalbimi dinin üzere sabit kıl” (Tirmizi, deavat, 89, 124)

Aslında Rabbimizin her namazda okuduğumuz Fatiha ile bize öğrettiği dua da yine bir kalb hassasiyeti ile alakalıdır; Rabbimiz orada hem “Sırat-ı müstekıym”i işaret buyurur hem de sapma alanlarını:

“Bizi doğru yola, sırat-ı müstekıyme, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (Fatiha, 6-7)

Bu ayetin hemen öncesinde (5’inci ayet) “Ancak Sana kulluk ederiz, ancak Sen’den yardım dileriz” buyurularak da kalblerin kayma alanlarına karşı sürekli bir zırhlanma hassasiyeti kuşanılır.

“Zeyğ – kalb kayması”na karşı duayı öğreten Rabbimiz, onun gerçekleşeceği alana ilişkin bilgiyi de lutfediyor. Bu duanın hemen öncesindeki ayette yer alıyor:

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar. (Al-i İmran, 7)

Ayette geçen “Muhkem” ve “Müteşabih” Tefsir Usulü ilminin önemli başlıklarındandır. Genelde “Muhkem”, “hükmü net, kesin” ayetler için, “Müteşabih” de, “farklı anlamlar çıkarılabilecek” ayetler için kullanılmıştır. Ancak Kur’an’daki ayetlerin hangisinin muhkem, yani hükmü açık – kesin, hangisinin müteşabih, yani hükmünün net olmadığı konusunda da farklı görüşler vardır.

Buradan çıkarılacak sonuç şu olmalı ki, “kalb kayması” gibi çok hayati bir riskten kaçınmak için çok derin bir “kalbi hassasiyet” yüklenmeye ihtiyaç bulunmaktadır.

Ayeti hem çok dikkatli hem de ibret almak ve kendi hattu hareketimizi bu hassasiyet içinde değerlendirmek için okumak lazımdır.

Rabbimiz “Müteşabih ayetlerin peşine düşme”yi, hem “fitne çıkarmak” hem de “olmadık yorumlar üretmek” amacına hamletmektedir. “Ayetlerin gerçek manasını Allah’ın bildiği”ne işaret edildikten sonra bir rivayete göre ayetteki “Vav” “Atıf vavı” sayılarak “İlimde derinleşmiş olanlar”a da bir kapı açılmakta, bir başka rivayete göre de “ilimde derinleşmiş olanlar”ın “O’na inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyeceklerine işaret edilmektedir.

Müteşabih ayetler konusundaki hassasiyet bir hadisi şerifte Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) tarafından da hatırlatılmaktadır.

Numan b. Beşir’in (r.a.) rivayet ettiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, çok kimse bunları bilemez. Şüpheli şeylerden sakınan, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan kişi ise, harama düşer. Nitekim (içine girmek yasak olan) koru etrafında (davarlarını) otlatan çobanın hayvanları da her an bu yasak sahaya girebilir. Haberiniz olsun, her hükümdarın (kendisine mahsus) bir korusu olur. Dikkat edin, Allah’ın korusu da haram kıldığı şeylerdir. Uyanık olunuz! Bedenin içinde bir lokmacık et vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa da bütün vücut bozulur. Dikkat edin! İşte o kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39, Müslim, Müsakat, 2996)

Bu hadis-i şerifi sondan başa doğru okumaya ve anlamaya çalışırsak, Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) “Uyanık olunuz” diyerek kalbi diriliğe dikkat çekiyor ve “Kalbiniz sağlam olsun” buyuruyor. Çünkü “Kalbiniz sağlam olmazsa tüm varlık alanınız harab olabilir.”

Kalbiniz sağlam olursa “Allah’ın koruluğu” demek olan “Haramlara dikkat edersiniz” onu didiklemeye, oradan bir helal çıkarmaya, haramlar etrafında nefis otlatmaya ya da otlanmaya yönelmezsiniz. Belli ki orada gözünüzle, kulağınızla, diliniz - damağınızla, eliniz ayağınızla nefsinizi otlatırsanız, kalbiniz puslu alanlara kayar ve diriliği - hassasiyeti - duyarlılığı kaybolmaya başlar. Haramı haram görmemeye, helaller üzerinde titiz davranmamaya yönelir. Dinin hayatınızdaki insicamı bozulur.

Rabbimizin böyle bir alan bırakması, insanı sürekli müteyakkız bulundurmak içindir. İmanın odaklaştığı mahal olan kalb evrilip çevrilebilen bir şahsiyet merkezidir ve iman, gel-giti kabul etmeyen, her an müteyakkız olunması gereken bir bağlılıktır. Bir kere kayma başladığında onun nerede duracağı bilinmeyebilir.

Dikkat edilirse ayette, “Bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma” buyuruluyor. Demek kalb kayması, mü’min için bir risktir. İman, bir kalbi istikamet işidir. Kalbin koordinatları tam netleşecek demektir imanda. Onun için “La ilahe – İlah yoktur” diye, yani bir “külli nefiy” ile başlanır kelime-i tevhide. Yani kalb “İllallah – Ancak Allah vardır” noktasına gelmeden önce, kendisine ilah gibi sunulacak her şeyi bertaraf eder. Yok, yok, yok... “Sadece Allah var!” Aslında belki “Yoklar”ın da şuurlu olarak görülmesi gerekir. Onun için İslam içinde “kalbin masivadan arındırılması” dersini veren ayrı bir mektep oluşmuştur.

Belki bu babda, yine Fatiha’da bize her gün onlarca kere tekrar ettirilen “Yol istikameti” konusundaki hassasiyeti de hatırlamak gerekiyor. “Bizi doğru yola, sırat-ı müstekıyme, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”

Mü’minin önünde “sırat-ı müstekıym” diye bir yürüyüş yolu var. O “muhkem” yol. “Gazaba uğrayanlar”ın ve “sapkınlar”ın yollarından farklı bir yol o. Acaba hangi yola gidilirse gazaba uğranılır, hangi yol sapkınlıktır? Müfessirlerimiz, bunları da “Ehl-i kitabın yolu” olarak okumuş.

Bu yoruma da dikkat etmekte yarar var.

Çünkü “Ehl-i kitab” dediğimizde, Kur’an’dan önce insanoğluna gelen ilahi kitapları kastediyoruz, ve bu ayete göre onlara yönelişi “müstekıym yoldan ayrılma” olarak telakki ediyoruz. Neden? Çünkü onlar evet “Allah’ın rasulleri”ne “Allah’ın ayetleri” olarak indirilmişler, ancak az bir baha karşılığında üzerlerinde oynanmış ve Allah Teala Kur’an-ı Kerim ile ayetlerinin asli ölçülerini yeniden bildirmiş. Öyleyse mü’minin kalbi, böyle muharref alanlarda dolaşmayacak, vahyin Kur’an’la gelen berrak ikliminde nefes alıp verecek.

Tıpkı bunun gibi, istikamet hassasiyeti söz konusu olunca sadece “Ehl-i kitabın inhirafları - yoldan çıkışları” değil, vahye aykırı tüm inhiraflar – yoldan çıkışlar, mü’minin hassasiyet alanına girecek.

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin “Beni Hud suresi ihtiyarlattı” dediği ve Hud Suresi 112’inci ayette yer alan “Festekım kema ümirt – Emrolunduğun gibi istikamet üzere bulun” ifadesine işaret ettiği rivayet edilir.

O ayetlerin mealini yeniden okuyalım:

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.

“Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah’dan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.” (Hud Suresi, 112-113)

Buradaki “İstikamet üzere bulun – dosdoğru ol” ifadesi ve ayetlerin diğer mesajları ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili’nde şunları kaydeder:

“Demek ki, Hakk’a vasıl olmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir yoktur.

“Herhangi iş olursa olsun, herhangi hedef olursa olsun ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur.

“Böyle olmakla beraber her şeyden önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek çok zordur; ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan ilişkisini kesip, sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur.

“Ve yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere, hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur.

“Bununla beraber şu kadarını hatırlatmalıyız ki, bu âyette Resulullah’a “beni ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen nokta, istikamet emrinin asıl kendisiyle ilgili olan kısmından ziyade, ümmetiyle ilgili olan kısmı olsa gerektir. Zira buyuruluyor ki: “Seninle beraber tevbe edenler de.” Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan, Müslüman olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani Allah’ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan ayrılıp da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey Müslümanlar Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabb’in) bütün yapacağınızı görür. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Görür ve ona göre karşılığını verir; ceza veya mükafat, karşılıksız bırakmaz.”

Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) de yine iman ve istikametin birbirini tamamlaması babında Abdullah bin Amr isimli sahabinin “Ey Allah’ın Rasulü, İslam’a dair bana öyle bir söz söyle ki, bu hususta senden başka kimseye soru sormayayım.” şeklindeki sözü üzerine şöyle buyuruyor: “Allah’a iman ettim, de, sonra da dosdoğru ol!”

Burada İsmail Lutfi Çakan Hocamızın Altınoluk’un 1991 Nisan, 62’inci sayısında “Kalb kayması” başlığı ile yazdığı çok kıymetli makalesinde (Kurtubi, Cami, IV, 120)’den naklen yer alan şu bilgiyi de paylaşmak gerekiyor:

“Ümmet-i Muhammed arasında ilk kez ortaya çıkan, dinden yan çizme olayı (“ridde”) günlerinde Hz. Ebû Bekr’in özellikle akşam namazlarında “rabbimiz, hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma” mealindeki ayeti okuduğuna dair rivayet de halifenin o günki olaylara hangi noktadan baktığının ve nasıl değerlendirdiğinin işaretidir.”

Yine Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) ‘in “Fiten hadisleri” içinde yer alan şu ikazını da dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor: Ebu Hureyre radıyallahu anh’den Müslim ve Tirmizî’nin rivayet ettiği hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:

 “Karanlık gecenin zifiri karanlığına benzeyen fitnelere karşı hayatınızı salih amellerle donatınız. Çünkü o vakit insan, güne mü’min olarak girecek, akşama kafir olarak çıkacak. Veya geceye mü’min olarak girip, sabaha kafir olarak çıkacak. Dinini bir dünya metaı karşılığında satacak.” (Ebu Davud, Fiten 2, Tirmizî, Fiten 33)

Hadisin farklı versiyonları var. Mesela bir başka rivayet şöyle:

“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse, Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).”

Böyle zamanlarda mıyız?

Böyle zamanlarda kalb kaymasının insan davranışlarındaki yansıması nasıl olur?

Şunu diyebiliriz:

Kalblerimize mukayyet olmalıyız. Ayette “kalblerimiz” deniyor. Demek kalbi korumak için bile ümmetin kalbleri ile buluşma zarureti var.

Ümmet olarak dilimize, elimize, kalemimize, duruşumuza mukayyet olmalıyız, insan ilişkilerimizi, dostlarımızı, düşmanlarımızı, üstümüze veli edindiklerimizi belirlerken Allah’ın ölçülerini gözetmeye itina etmeliyiz.

Kalb kayar, yollar eğrilmeye başlar. Allah’a sığınmak lazım. Allah’a sığınmak lazım.

Ahmet Taşgetiren

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42