Gönderen Konu: Din ve Eğitim  (Okunma sayısı 73 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı KOYLU

  • *****
  • İleti: 2126
Din ve Eğitim
« : Aralık 28, 2023, 08:33:31 ÖÖ »


Din ve Eğitim

İlk çağlardan beri eğitimde üç unsur esas olarak ele alınır; insanın tabiatı, öğretim ve alışkanlık. Öğretimsiz bir tabiat kör, tabiatsız bir öğretim ise eksiktir. İnsanı yeteneklerini dikkate alarak mükemmele ulaştırmak eğitimin başlıca hedefi olmuştur. Rönesanstan sonra her alanda olduğu gibi, eğitim ve öğretimde de çok yönlü gelişmeler görülmüştür.

18. ve 20. yüzyıllar ise bütün ilimlerdeki arayış ve gelişme psikoloji ve sosyoloji alanlarında da görülmüş ve araştırmalar eğitim alanında yapılan çalışmalarla teorik ve pratik planda oldukça gelişmiştir. Çocuk ve insan bütün özellikleriyle yakından tanınmaya çalışılmış ruh ve beden gelişmesi, duygu, irade, zeka, heyecan ve hayal gelişmeleri göz önünde tutularak eğitim yapılmasına girilmiştir. Bu anlayışa göre insan aklını ve bütün kaabiliyetlerini başkalarının rehberliğinde, fakat onların yardımına muhtaç olmadan kullanmasını öğretmek esas olmuştur. Fransız bilimadamı Jean J. Rousseau ve birçok eğitimci tarafından ileri sürülen çocuğun tabii gelişmesine göre, onu tanıyarak eğitmek anlayışı her geçen gün önem kazanmaktadır. Rousseau, zamansız, çocuk gelişmesine aykırı din öğretiminin yanlışlığını belirttikten sonra, “... Bize doğru olmamızı, birbirimizi sevmemizi, daima iyi ve merhametli davranmamızı, herkese, akrabamıza, hatta düşmanlarımıza bile vaatlerimizi tutmamızı emreden, insan mukadderatına hükmeden bir hakimi mutlak bulunduğunu çocukların bilmesi icab eder” diyor. (J. Rousseau, Emil s. 229) Din olmadan, Allah sevgisi, Allah korkusu ve her şeyi yaratan, sevk ve idare eden Allah’ın, bütün davranışlarımızı bildiği ve karşılığını vereceği inancı olmadan insanlar arası ilişkileri, hakkaniyet ve adalet ölçüsülerine göre tanzim etmek imkansızdır. Gelişim psikolojisi ve eğitim üzerinde yapılan çalışmalar gösteriyor ki; bir genci harekete geçiren ve hareketini, istikametini tayin eden başlıca kuvvetler, ferdi anlayışı, zekası ve bilgi seviyesi kadar belki ondan da öncelikli olarak gencin kendinin de farkına varmadığı hisleri ve heyecanı olmaktadır. Özellikle yetişmekte olan insanlarda his ve heyecan gelişmesi yanında içinde yaşadığı muhitin tesirlerine, sosyal ve kültürel çevresiyle bütünleşmek arayışı ve çabasına girdiği de görülür. Onun yaşadığı ortam fiziki bir ortam olmaktan çok sosyal bir dünyadır. Bütün bu şartlar sonucu ideallere, değer hükümlerine, inanca veya başarısızlıklara, bunalımlara, çelişkilere düşer. Onun için bu yaşlardan itibaren kemiyet ve keyfiyet planında yeterince din eğitimi yapılması çok önemlidir. Günümüzde çocukların içinde bulunduğu sosyal, kültürel ve ekonomik şartların tesiriyle ruh ve beden sağlığını geliştirdiği dikkate alınarak rehberlik yapılması gerekir.

Eğitime konu olan insanın içinde bulunduğu ortam ne kadar iyi bilinirse, ona göre başarılı rehberlikler yapılabilir. Bu günün din eğitimcisine düşen en önemli görev budur. Din eğitimiyle bazı hedeflere ulaşılmak isteniyorsa, gençlere iyi bir vatandaş, iyi bir insan, iyi bir meslek sahibi ve iyi bir Müslüman olmasının yolları öğretilecekse herşeyden önce çocuğu ve genci tanımak, onun içinde bulunduğu şartları bilerek yardım edilen kimsenin kendi imkan ve kaynaklarının en etkin şekilde gelişmesine yardım etmeli, karşılaştığı problemlrini tek başına çözebilme gücüne ulaştırmalıdır. İçinde bulunduğumuz şartlar ne olursa olsun, işin çözümü eğitimden geçmektedir. Özellikle günümüzde birçok sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan olumsuz şartlar vardır. Ancak epeyce imkan ve vasıtalar da mevcuttur. Yapılan araştırmalarla insan tabiatı, ihtiyaçları ve arzuları da yakından takip edilmektedir. Bütün karmaşık ve zor şartları huzurlu ve başarılı bir ortam haline getirmek mümkündür. Bu iş eğitime düşmektedir. Bilindiği gibi çocuklar esnek ve dinamik bir özelliğe sahiptir. Onun için rehberliğe açıktıklar. Büyüklerin zamanında ve yeterince yapacağı eğitici ve öğretici rehberliklerde başarılı olurlar. Buna göre günümüzün din eğitimcisinin karşısında çok zor, fakat oldukça cazip bir iş durmaktadır. Bu eğitimci doğru bir İslâm bilgisi yanında, insan tabiatına ait derin bir bilgi ve anlayışa, eğitim metod ve vasıtalarına ait yeterli bilgiye, dünya olayları hakkında geniş ve doğru bir kültüre sahip olmak zorundadır. İşte bu bilgilerle yeterince anlayış, sabır ve meslek tecrübe birikimine de sahip olursa, dinin bitmez, tükenmez deryasından bütün öğrencilerini faydalandırabilir. Eğitimin amacı, insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerini sıra ile değil, birlikte ele almak, tatmin etmek ve yönlendirmek, hangi kabiliyete ne zaman yönlendirici ve geliştirici rehberlikler yapmak gerektiğini bilmek ve bunun metodlarını bulmaktır. Din eğitiminde, çoğu zaman birtakım bilgiler verilmekte, emirler ve yasaklar öğretilmekte, bazı dualar ezberletilmektedir. Bunların şahsiyet gelişiminde beklenen sonucu vermesi için gerekli ortamı hazırlayıcı çareler düşünülmeli, güzel örneklerle ve çocukların kendi yaşayışlarından örneklerle bilgiler teyid edilmeli, mümkün olduğu kadar davranışa yansıtılmalıdır. Dinin sadece bilgi veren cephesi dikkate alındığında akla hitap edilmekte, insanın diğer cepheleri dikkatten kaçmaktadır. Halbuki din, Muhammed İkbal’in dediği gibi ne mahza tefekkür, ne sırf his, ne de sadece amel... Belki bütün insanın zat-ı küllün ifadesidir. (M. İkbal, İslâm’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc. Safi Hıri, İstanbul 1964, s. 18). Onun için İslâm anlayışında iman tecrübesi insanın bütünlüğüne hitap eder. Başka iddia ve kanaatler için doğru olabilecek görüşler yani dinin yalnız his ya da yalnız amel işi olduğu iddia ve kanaati İslamiyet için sözkonusu değildir. Dinî tecrübe insanın bütün yetenekleriyle (his, akıl, vicdan, irade) ulaştığı bir tecrübe işidir. Eğitimci İ. Hakkı Baltacıoğlu, “Din eğitimi vermek isteyince bu dini yalnız inançları, ibadetleri ile değil bütün edebiyatı, mimarlığı, hattatlığı, menkıbeleri ahlâkı ile yaşatma şeklinde öğretmeliyiz” demektedir. Aynı eğitimci yaygın din eğitiminde ulaşılması gerekli amacı şöyle özetliyor: “Şimdi öyle bir din dersi, din kitabı, din konferansı, cami vaazı düşünün ki İslâm dinini hem akıl, hem gönül dini olduğunu bildiren Kur’an ayetleriyle göstermiş olsun. Böyle bir din anlayışının din kişiliği randımanı, böyle olmayanla bir midir? Verdiğimiz eğitim sonunda çocuklarımız din kişiliği edinebiliyor mu? Kur’an’ın en büyük, en yeni bir din kitabı olduğuna inanıyorlar mı? Doğruluk, iyilik ve güzelliği istemekle yetinmeyip, bunları hayatlarında yaşıyorlar mı? Bütün bunlara müsbet cevaplar verecek, din eğitimi ve öğretimi yapmanın çarelerini aramalıyız.” (İ. Hakkı Baltacıoğlu, Pedagojide İhtilal, İstanbul 1964, s. 122-123). Temel ve orta öğretimdeki din eğitimiyle çocuklarımıza ve gençlerimize kendini ve dışındaki eşya ve olayları doğru tanıyıp, onlarla ahenkli ilişkiler kurarak başarılı ve mesut olmasına yardımcı olmalıyız. Aslında insanın en büyük ihtiyacı budur. Bunun için gerekli imkan ve güce sahiptir. Yeter ki insana eğitim ve öğretimle zamanında rehberlikler yapılabilsin. Şurası unutulmamalıdır ki, eğitimde esas olan da, kişinin dini inancını ve yaşayışını kendi gayretleriyle geliştirmesi ve yürütmesidir. Okullarımızda çocukların kabiliyetlerini ve gelişmelerini dikkate alarak dini anlamalarına ve sevmelerine yardımcı olabilirsek, kendileri için gerekli olan bilgileri almaya devam ederler. Müslüman olmanın ne demek olduğunun temel biligileri ve anlayışını öğretibilirsek, bilgi noksanlıklarını zamanla tamamlayabilirler. Bilindiği gibi eğitim ve öğretim faaliyetlerinin bir yönü ile insanın kendisine, bir yönüile de topluma yönelik olmak üzere iki yönü vardır. İnsana sahip olduğu bütün kabiliyetleriyle birlikte gelişebileceği bir ortam hazırlarken, diğer yandan da içinde bulunduğu toplumun değer hükümlerine uyum sağlamasını öğretmek esastır.

“Değerlerde meydana gelecek sarsıntı ve dağılma sonucu, neye inanacaklarını ve ne için mücadele edeceklerini tayin edemeyecek terüddüde düşen fertler, birlikte düşünme ve hareket etme güçlerini kaybedebilirler.” (H. Ziya Ülken, Değerler ve İnanma Problemi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1960) Okullarda ise, şu iki hedef birlikte gerçekleştirilmelidir:

1- Her okul, milletin millî ve manevî değerlerini toplumun kabul ettiği ve benimsediği gibi çocukların anlayacakları şekilde ruh ve beden gelişmelerine göre öğretmek, benimsetmek, iradesini ve idealini o istikamette terbiye etmek.

2- Öğretim seviyesini, doğru bilgilerle yükseltmek, bütün müsbet ilimlerdeki gelişmeleri zamanında aktarmak, geleceğe bilgili ve becerikli olarak hazırlamak. (R. Livingtone, Eğitimde Geleceğe Bakış, Trc. T. Oğuzkan, Ankara, 1969, s. 14, 18). Millî ve manevî değerlerin eğitim ve öğretimi büyük ölçüde din öğretimine bağlıdır. Çünkü din eğitimi ve öğretimiyle çocuklara ve gençlere kazandırılacak eğitim esaslarını şöyle sıralayabiliriz:

1- Din eğitimi insana Allah inancını öğreterek, hayatın değerini ve üstünlüğünü anlatıyor.

İnsanın sıradan bir canlı olmadığını, yemek, içmek ve çoğalmak suretiyle yaşayan ve zamanı gelince ölen, yok olan bir canlı olmadığını öğreterek, hayatına dünyada ve ebedi âlemde bir anlam kazandırmak istiyor. Böylece insana, bedeni zevklerini ve ihtiyaçları gidermesi yanında ruhunun isteklerini de dikkate almasını öğretiyor. İman fikri geliştikçe, gerçek iyilik ve güzellik kavramlarına da ileri hedefler gösterilmiş olur. İnsanın yeryüzünde yükselebileceği kadar yükselmesi gerektiği anlatılarak, bu hedefe ulaşılabilmesi için bütün ruhî ve bedenî gücünü kullanması tavsiye edilir.

2- Din eğitimi, ferde hayatını düzene koymak için bazı ilkeler kazandırır. Eşya ve olayları Allah’ın iradesine bağlı olarak yorumlama biçimi, kendi davranışlarına yol gösterici olur.

3- Din sosyal gruba, iyi ve doğru olan hedefler gösterir. Grubun moral desteğini sağlayarak uyumlu, ahenkli ve nazik bir cemaat oluşmasında yardımcı olur.

4- Zamanında ve usulüne uygun olarak yapılan din eğitimi iyilikleri, sosyal adalet ve dayanışmayı desteklediği gibi her türlü kötülüklerin, fuhuş, içki ve kumar alışkanlıklarının azalmasına da yardımcı olur.

5- İnsan hayatının hem psikolojik hem de din bakımından en önemli kavramı sevgidir.

Ana baba ile çocuklar daha geniş olarak dünyadaki fertler arasındaki ilişkilerde sevginin pratik bakımdan çok mânâ ve değeri vardır. Sosyal ilişkilerin uyumlu ve ahenkli olması korku, tasa, güvensizlik duygularından uzak olarak yaşayabilmesi için, sevgi duygusunun geliştirilmesi çok önemlidir. Çünkü sevgi, kişinin davranışlarını tahlile yarayan bir araç olduğu gibi, karakter oluşumunda eğitimciye yardım edebilecek temel dinamiklerdendir.

6- Her şeyden önce müstakbel eğitimin ana gayesinin ruh sağlını geliştirmek olacağı söylenebilir. Eğitimin çocuğun saadetini geliştirmeyi, hissi olmayan ve imkansız görülmeyen pratik ve erişilebilir zengin bir heyecan, hayatın asıl gayesi olarak bilmelidir. Okullar intibaksızlığı önlemek için diğer sosyal müesseselerle işbirliği yapmalıdır.

Özellikle dini yaşayışla çocukları karşılaştırmak, ruh sağlığını teminde çok büyük imkan verecektir.
7- Din dersi, sosyalleşme aracı olarak değerlendirilebilir. Öğrencinin kendini tanımasında rehberlik de yapılabilir. Yıpranmış modern insanın yeniden hayata kazandırılmasında dinin tedavi edici özelliklerinden faydalanılabilir. Günümüzde batı ülkeleri; insanın içinde bulunduğu ruhî ve sosyal problemlerin çözümünde dinin moral gücüne sığınmanın gerektiğini çoktan görmüşler, onun için eğitim çalışmalarında din eğitimine büyük bir değer vermişlerdir. (Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi Ankara, 1985, s. 66-68). Ailede Çocuk Eğitimi Gülnur KOCAMAN İnsanlık tarihinde eğitim kadar eski ikinci bir faaliyet biçimi gösterilemez. O, insanla ilgili temel bir dokudur. Onun içerisinde tabii unsurlarla beraber zihni ürünler de yer alır. Eğitim, toplumun sahip olduğu maşeri vicdanın çağdaş değerlerle gözden geçirilmesini ve şekillenmesini temin etmeye yarayan bütün düşünce ve çabaların bir organizasyon halidir. Gerçekten de eğitim aracılığıyla toplum yapısı ve sahip olduğu değerler, ferdin dikkatine sistemli bir şekilde sunulur. Bununla ilgili olarak toplumun dünü, bugünü ve yarını en kristalleşmiş şekilleriyle eğitim programlarının temel motiflerini teşkil ederler. Bu motiflerde, ferdin ve toplumun sahip olduğu ilmî, kültürel, ekonomik ve tarihi değerleri işlenmiş bir şekilde yer alır. Kısaca eğitim, bir toplumun üzerine kurulduğu zemini teşkil eden çeşitli müesseselerin birbirlerine karşı tavırlarını şekillendiren ezelî ve zarurî bir müeyyidedir.(1) Başka bir ifadeyle eğitim, fert ve cemiyet için çok önemli olan ve çok geniş bir alanı içine alan eğitim, bir plan ve hedefe göre insanın yetiştirilmesi, ruh ve beden sağlığını koruyarak geliştirilmesi için yapılan bütün çalışmalardır.

Eğitim, ruhu ve karakteri şekillendirir. Bir milletin yaşayış ve düşünüşe ait bütün değerlerini tarihi seyri içerisinde nesillerden nesillere aktararak ve geliştirerek sürdürdüğü en büyük çalışmalar, eğitim çalışmalarıdır.

Eğitim, nesiller arasındaki anlayış yakınlığını ve ahengini koruyarak, tarih boyunca millî şuurun devamını ve gelişmesini sağlamayı hedef alır. Fertlerin içinde yaşadığı cemiyete ahenkle intibak etmesini, cemiyetlerin de refah içerisinde bekasını sağlayan çalışmalara eğitim çalışmaları denir.

Eğitim, yaygın ve halk psikolojisindeki manasıyla, hayırlı evlât yetiştirme çabasıdır. Çocukların ve gençlerin kendilerine, ailelerine, çevrelerine, milletine ve devletine daha da ötesi insanlığa faydalı olacak şekilde yetiştirilmeleri eğitimin yaygın manasını teşkil eder.

Eğitim hakkında çok çeşitli tarifler ve görüşler vardır. Her ilmin kendi görüş seviyesi açısından eğitime bakması, bu çeşitliliği artıran bir sebeptir. Eğitim hakkında yapılan çok çeşitli tarifler ve görüşler, birbirini nakzetmek yerine birbirini tamamlamaktadır. Zira bu çeşitliliğin bir sebebi de insanın çok girift bir yapıya sahip olmasıdır. Dolayısıyla yapılan her tarif, insanın bir yönünü ele alıyor. Bu demektir ki, eğitim hakkındaki yapılan tarifler birleştirilip tek bir tarif getirilebilse, ortaya aynı zamanda güzel bir insan tarifi de çıkacaktır.(2)

Ailenin Eğitici Özelliğe Sahip Olması

Ailenin sahip olduğu birçok fonksiyon yanında en önemlilerinden birisi, belki de birincisi eğitici bir özelliğe sahip olmasıdır. Ailenin bu fonksiyonunu çocuk doğurma ve onun bakımı, beslenmesi ve korunmasıyla birlikte düşünmek gerekir. Aslında ailenin eğiticilik fonksiyonu onun yapısıyla ilgilidir. Eğer aile uyumlu, iç ve dış organizasyonu normal, toplumdaki çeşitli gelişmeler onun yapısını bozacak bir mahiyette değilse, çocuk için mükemmel bir eğitim yuvasıdır. Dengesi bozulmamış, düzenli, ahenkli ve huzurlu bir aile ortamı çocukların bakımı ve yetiştirilmeleri için benzeri bulunmaz bir yuvadır. Böyle bir aile ortamında çocukların yetiştirilmesinde göz önünde tutulması gereken bazı özellikler bulunmaktadır. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

a) 0-3 yaş devresi; hem çocuğun bakımı ve hem de eğitimi için en değerli bir devredir. İnsanın en hızlı geliştiği dönem budur. Çocuk bu devrede yürümeye başlar, oyun oynar, düşünür, düşündüğünü ifade eder, çeşitli isteklerini bildirir, sosyal olmaya başlar. Onun için ailenin bu durumu dikkate alması gerekir.

b) Aile ocağı, sosyal değer ve alışkanlıkların kazanıldığı önemli bir yerdir. Burada, toplum kültürünün çeşitli unsur ve şekilleri işlenerek muhafaza edilir ve çeşitli usullerle çocuklara aşılanır. Genellikle topluluk değerleri, öğüt, telkin ve örnekler yoluyla çocuklara verilmeye çalışılır. Kültürün bu unsurları canlı örneklerle bezemiş bir halde bulunduğu için sosyalleştirmeye yarayacak motifleri de ihtiva eder. Kültürün bir içtenleştirilmesi olarak değerlendirilen sosyalleşme olayında, ailenin sahip olduğu inanç ve alışkanlıkların değer ve etkisi inkâr edilemez.

c) Aile hayatı, belli kurallar çerçevesinde yürütülen bir düzene sahiptir. Aile içerisinde yaşayan her fert, yüklenmiş olduğu çeşitli rol ve kapladığı statüler aracılığıyla bu düzenin bir unsuru durumundadır. Her ailede statü ve rollerin meydana getirdiği bir hiyerarşi, bir düzen olmalıdır. Zaten fertleri birbirine bağlayan çeşitli unsurlar belli bir düzen içerisinde cereyan etmezse aile birliği bozulur. Ailenin bütün fertleri, toplum tarafından verilen statü ve rollerin gereğine uygun davranmakla yükümlüdürler. Aile böyle bir düzene sahip olabilirse çocuklar için müspet bir örnek teşkil edebilir. Buradan topluma katılmak durumunda olan çocuk, toplumun çeşitli emir ve yasaklarını öğrenmeye başlar. Kural ve kanun fikrini örnekler aracılığıyla öğrenir. Sonunda kendiliğinden bir toplumsal uyum seviyesine ulaşır.

d) Aile, aynı zamanda okul öncesi bir öğretim kurumudur. Ailenin önemli görevlerinden birisi de çocuğu okula hazırlamaktır. Bir çocuğun okula hazırlanması demek, bedenî, zihnî ve duygusal bakımdan belli bir olgunluğa erişmesi demektir. Genellikle aile eğitici, okul ise öğretici bir karaktere sahiptir. Öğretimde gösterilen başarı, bir dereceye kadar da ailenin eğitici etkisine bağlıdır. Okuldaki öğretim faaliyeti içerisinde yer alan karakter formasyonu ve vatandaşlık eğitimi, aile eğitiminin bir tamamlayıcısı veya devamı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca okul, aileden gelen çeşitli yanlışlıkları da düzeltmekle yükümlüdür. Okula eğiticilik fonksiyonu bakımından çok fazla bir iş düşmemesi için, aile eğitiminin çocuğun gelişim kademelerine uygun bir uygulama içerisinde olması gerekir.

e) Çocuk birçok iyi ve kötü alışkanlığı ailede kazanır. Anne ve babalar, çocuğunu tertipli ve düzenli olabilmesi için onda düzen fikrinin uyanmasına yardımcı olmalıdır. Yeme, içme, giyim ve tuvalet alışkanlıklarının kazandırılmasında telkin ve teşvikler önemlidir. Sağlıklı bir bedenî ve zihnî gelişim için de çok yönlü beslenme gereklidir.

f) Aile büyükleri verdikleri karar ve gösterdikleri davranışlarında tutarlı ve birbiriyle uyumlu olmalıdırlar. Birinin verdiği kararı diğeri değiştirmemeli, davranışlarında çelişkiye düşmemelidir. Çocukların sürekli olark onları izledikleri hatırdan çıkarılmamalıdır. Kötü örnek olmamaya azami dikkat gösterilmelidir.

g) Anne ve babalar, çocuğa karşı gösterdikleri sevginin dozunu çok iyi ayarlamalıdırlar. Aile büyükleri, çocuk tarafından istismar edilebileceğini düşünmelidirler. Bunun için çocuğun her istediği yapılmamalıdır. Bu konuda hiçbir zaman ölçü kaçırılmamalıdır. Duygu ile mantık arasında bir denge aranmalıdır. Çocuğun dengeli bir şahsiyet gelişimi için bu gereklidir.

h) Çocuğa bazı küçük işler yaptırılmalı ve onlara sorumluluk verilmelidir. Ailede çocukların da yapabileceği işler ve paylaşacakları sorumluluklar vardır. Anne ve babaya yardım, aileye bazı küçük katkılar, çocukların duygu ve irade eğitimi için faydalıdır.
ı) Aile eğitiminde oyunun da önemli bir rolü vardır. Çünkü oyun, çocukların bedenî ve ruhî gelişimlerini sağlama yanında, kural ve düzen fikrinin gelişmesinde de etkili bir eğitim metodudur. Oyun içerisinde, tıpkı işte olduğu gibi, çeşitli eğitici motifler bulunmaktadır.

i) Okul öncesi çocuklarının duygusal bakımdan gelişmelerini etkileyen faktörlerden birisi de telkin, öğüt ve ikazlardır. Özellikle çocuklara belli davranışları yaptırmak için çeşitli telkinlerde bulunmak, onları ikaz etmek etkili bir metot olabilir. Bunlar normal ölçüler içerisinde yapılırsa faydalı olur. Büyükler tarafından anlatılan peri, hortlak ve dev masalları hangi ahlâkî temelden hareket ederse etsin, çocukların saf dünyalarının ölçülerine uymadığı için ürkütücüdür. Tabiat üstü güçler ve onların insanlarla ilişkisine dayanan masallar gerçekten korkutucudur. Korku insan hayatı için çok önemli bir psikolojik olaydır. Birçok anormal davranışın temelinde korku olayı yatmaktadır. Korku içerisinde büyüyen çocukların yetişkin hayatta çekingen, içine kapalı, kendine ve başkalarına güven duymayan tipler oldukları bilinmektedir.(3) Bunun için, çocuğun eğitimi ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya ve ahiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar: "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun"(4) mealindeki ayeti yorumlayan müfessirler, çocukların ve diğer aile fertlerinin gözetiminden ve terbiyesinden aile reisi olan babanın sorumlu olduğu konusunda ortak görüş belirtirler. Hz. Peygamber de: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz"(5) mealindeki hadisinde aynı şekilde babanın büyük sorumluluğuna dikkat çeker. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir. Çocuğun en mükemmel şekilde yetiştirilmesi, dinî inanç ve değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli olabilmesi için ana babanın bütün imkanlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de ahiret mutlululuğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamber tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir.(6)

Ahlâk kitaplarında çocukların çevreleriyle sağlıklı ilişkiler kurmaya hazırlayıcı tedbirlere geniş yer verilmiştir. Bunların başlıcaları, çocuğun sahip olduğu imkânlar sebebiyle başkalarına üstünlük taslamasını önlemek; alçak gönüllü, arkadaşlarıyla hoş geçinen ve imkânlarını onlarla paylaşmasını bilen uyumlu bir insan olarak yetişmesini sağlamak; kıskanç, bencil, para ve mal düşkünü olmasını önlemektir. Ayrıca çocuklar ana babaya, öğretmene ve büyüklere itaat, küçüklere karşı sevgi ve şefkatle davranmaya alıştırılmalı, kaba ve hoyrat davranışları düzeltilmelidir. Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği üzere(7)

çocuklara aile mahremiyeti konusu da öğretilmelidir. Ev içinde ve dışında çocuklara selâm verilmeli, güler yüzle hal ve hatırları sorulmalıdır. Çocuğun iyi davranışları takdir edilerek ödüllendirilmeli, hatalı davranışları konusunda yapıcı ve yönlendirici bir şekilde uyarılmalı; insanlık gururunu incitecek eleştirilerden sakınmalıdır. Eğer yanlış davranışlarda ısrar ederse bunun doğuracağı zararlar kendisine anlatılmalıdır. Çocuğun yanlış tutumu engellenirken mutlaka doğrusu da gösterilmelidir. Hataların düzeltilmesinde kötü söz, azarlama, bağırıp çağırma, aleyhte kıyaslamalar yapma ve kıskandırma gibi yaklaşımlar faydadan çok zarar getirir. Çünkü bu hareketler çocuğu arsızlığa ve inat ederek aynı yanlış işi tekrarlamaya sevkeder. Netice olarak; çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun dini eğitim ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.(8)
 
----------------------------------------------------------------------

1- Akyüz, Dr. Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, 13, MEB Yay., İstanbul, 1992.

2- Sezgin, Dr. Osman, Üçüncü Neslin Eğitimi, 5, TDV Yay., Ankara, 1991.

3- Akyüz, a.g.e., 238-245.

4- Tahrim, 6.

5- Buhari, Cum'a, 11; Müslim, İmare, 20.

6- Tirmizi, Birr, 33.

7- Nur, 58.

8- DİA, 8/356-358.

Yüzelli Yıl Öncesi Çocuklarımız NELER OKUYORLARDI

Çocuklarını iyi yetiştiren toplumlar, istikbale güvenle bakabilirler. Çünkü bugünün çocukları, yarının büyükleri olacaklardır ve vatanlarının, milletlerinin geleceği onların ellerinde şekillenecektir. Bu gerçek atalarımız tarafından iyi kavranmış ve çocukların geleceğe hazırlanmasında kaynağını yüce dinimizden alan prensipler uygulanmıştır. Hiç şüphesiz çocukların tahsil ve terbiyelerinde en önemli hususlardan biri dinî eğitimdir. Bu eğitim geçmiş yüzyıllardan günümüze, büyük ölçüde aile ve okulda gerçekleştirilmiştir. Özellikle küçüklerin okula başlamaları ve burada alacakları eğitim-öğretim padişahtan vezire, şeyhülislâmdan mahalle camiindeki müezzine, büyük toprak sahibinden küçük esnafa kadar istisnasız bütün velileri yakından ilgilendirmiştir. Hatta sırf okula başlamakla ilgili, başlı başına bir kültür oluşmuştur denilebilir. İsmail Kara ve Ali Birinci’nin çalışmaları (Mahalle Mektebi Hatıraları, Âmin Alayı Mektep İlâhileri, İstanbul 1997) bu açıdan son derece dikkat çekicidir. Şehzadelerin bed’-i besmele törenleri ise geçmişte padişah çocuklarının hangi şartlarda, nasıl öğretime başladıklarını öğrenmek açısından enteresandır. Çocukların eğitim ve öğretiminde, temel hedeflerde müştereklik olmakla birlikte; müfredatta, araçlarda ve metodlarda zaman içerisinde değişikliklerin, gelişmelerin olması kaçınılmazdır. Osmanlı toplumunda, aile ocağından sonra, çocukların eğitildikleri ilk kurum Mahalle mektepleri veya Sıbyan Mektepleri (sonraları ibtidâîler)’dir. Bu okullar diğer bir kısım geçerli bilgiler yanında, özellikle de dinî eğitim açısından önemlidirler. Zira Osmanlılar, diğer birçok İslâm toplumlarında da olduğu gibi çocukların dinî eğitim ve öğretimlerinin küçük yaşlardan itibaren başlaması gerektiğini düşünmüşler ve bunu uygulamışlardır. Tarihimizde Gülhane Hatt-ı Hümayûnu’nun ilanıyla (3 Kasım 1839) başlayan dönem, değişik açılardan değerlendirileceği gibi, çocuk eğitim yönünden de ele alınabilir. Fakat bizim burada hedefimiz böyle geniş bir değerlendirmeye girmek değil, bununla birlikte Tanzimat döneminde, çocukların dinî eğitim ve öğretimleri alanında önemli bir merhale sayılan “Bu def’a emru irâre-i hayriyet-ifâde-i hazret-i şahane mucibince verilen nizamına tatbikan etfâlin tâlim ve tedrîsi ve terbiyelerini ne vechile icra eylemeleri lâzım geleceğine dair sıbyan mekâtibi hocaları efendilere itâ olunacak talimattır.” başlıklı talimat/yönergeye göre çocukların eğitim-öğretimi, özellikle de ibtidâîlerde dinlerini ne şekilde, hangi program çerçevesinde öğrenecekleri, sorusuna cevap vermektir. Meclis-i Maârif Umumî’de etraflıca görüşülerek olgunlaştırılan bu talimatın içerdiği hususlar, dönemin padişahı Sultan Abdülmecid (1839-1861)’in onayı ile 21 R. âhir 1263/8 Nisan 1847 tarihli bir irade olarak yayınlanmış ve İstanbul mekteplerinde uygulanmak üzere yürürlüğe konulmuştur. Bu durumda başkentin örnek uygulama için seçildiği, buradan elde edilecek sonuçların daha sonra ülke geneline yaygınlaştırılmasının hedeflendiği düşünülebilir. Talimata göre mecburî ilköğretime başlama yaşı, ailelerin isteğiyle beş ve hatta dört de olabilecekse de, en uygunu altı yaşanı bitirmiş olmak şeklinde belirlenmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi, yani İstanbul’da oturan ve altı yaşını tamamlamış bütün çocukların ilköğretime kayıtları yapılarak devamlarının sağlanabilmesi için özel görevliler tayin edileceği gibi, mekteb hocaları, muhtarlar ve mahelle imamları da bu hususun takip ve temininden sorumlu olacaklardır.

Okulda kız ve erkek öğrenciler aynı sınıfta ve fakat ayrı oturacaklardır. Nisan 1847 tarihli Talimata göre ilköğretimin hedefi, çocuklarımıza ilim, sanat, yazı, matematik gibi insanı olgunlaştıran bilgi ve becerileri kazandırmaktır. Bu arada dinlerini öğretmektir. Bu hedefe ulaşmak için dördü İbtidaî, ikisi Rüştiye olmak üzere altı yıllık bir süre yeterli görülmüştür. Öğretim yılı içerisinde okullar cuma günleri hafta tatili yapacaklar, ayrıca Ramazan başlangıcından önce ve bayramlarda beşer gün kapalı olacaklardır. Veliler, kendi hallerine göre, önceden beri olduğu gibi ayda bir kuruştan yılda oniki kuruşu haftalıklar halinde hocaya ödeyeceklerdir. Fakat bu kadarlık bir ödemeyi bile yapmaya gücü yetmeyenlerden hiç bir ücret talep edilmeyecek, bu yoldan hocaların gelirlerinde ortaya çıkacak eksilme ise devlet tarafından karşılanacaktır. Ebeveynlere düşen “hemen velâdının ellerinden tutup ve mektebe götürüp evlâdını dinini ve şerâit-i İslâmiyyeyi bilip ve yazı yazıp hesabını öğrenip adam olsun” demeleridir. Devlet hoca ücretine katkı haricinde, fakir öğrencilerin diğer okul giderlerine ve bir kısım masraflarına da katkı da bulunacaktır. Talimatın dikkat çeken konularından birisi, ceza ve mükafaatla ilgili olanıdır. Buna göre gerek okulda ve gerekse okulla ev arasında veya evinde uygunsuz davranışlarda bulunan, derslerine çalışmayan “çocukları hoca efendiler ayaklarını ve kız ise ellerini falakaya koyup değnek ile darp ederek te’dip edegelmişler ise de böyle falaka, değnek ile darp şer’-i şerîfte olmadığından terk olunmuştur”. Bundan böyle çocuklara yumuşaklıkla ve tatlılıkla davranılacak, okul sevdirilmeye çalışılacaktır. Bunun için hoca efendiler, başarılı ve terbiyeli çocuğu oturduğu yerden kaldırıp, kendi yanlarına oturtabilir, onlara sözlü olarak takdirlerini bildirebilir, anne-babalarına da bu durumu intikal ettirirler. Böylece diğer çocuklara da teşvik oluştururlar. Tenbellik eden veya bir kabahati olan öğrenci de yeri değiştirilerek veya diğer bazı hafif cezalarla tecziye edilebilir. Hocalar çocukları dövüp sövemezler. Şüphesiz bir eğitim tarihçisinin daha değişik yönleriyle değerlendireceği bu talimatta bizim dikkatimizi çeken ve üzerinde bilhassa durmak istediğimiz kısım, çocukların neyi nasıl okuyacakları ile ilgili bölümdür. Burada öncelikle gözümüze çarpan, çocukların yetiştirilmesinde dinin eğitim- öğretimine öncelik verildiği, hatta ilköğretimin bu safhasının hemen tamamıyla dinî öğretime ayrıldığıdır. Nitekim Talimatın hemen başında hoca efendilerin çocuklara, eskiden beri olduğu gibi öncelikle Elifba Cüzü kitapçığını ögretecekleri ifade edilmektedir. Bunu bitiren çocuğa, sade müslümanların ve onların hatalarını düzeltmeleri hedefine yönelik olarak imamların namazlarda sıklıkla okudukları Amme Cüzü ve Kur’an’ın sırasıyla diğer kısımları okutulacak, bunun sonucunda hatim etmeleri sağlanacaktır. Hocalar Kur’an’ın okunmasının öğrenilmesine yönelik bu çalışmaları ile parelel olarak Mekke ve Medine ile değir bazı İslâm ülkelerinde de olduğu gibi, çocukların yazıyı öğrenmeleri yönünde de çaba göstereceklerdir. Fakat bu yazı çalışmaları sırasında hürmeten Kur’an âyetleri değil, Türkçe bazı kelimeler ve Ahlâk Risalesi’nden ve okullara gönderilecek Lugat’ten kısımlar yazdırılmasına özen gösterilecektir. Bununla birlikte öncelik Kur’an’ın okunmasında olacaktır. Talimat’ta Kur’an ve yazı öğretimi yanında, çocukların dinî öğretimleri de dikkate alınmakta ve Elifbâ Cüzü bitip Amme Cüzü’ne başladığında, “kendilerine mucib-i tehzib-i (ıslah, düzeltme) ahlâk olmak için şer’an ve aklen güzel huylar nedir” bu konularda Meclis-i Maârif-i Umumîye tarafından hazırlanacak “ehlâk-ı memdûhe (övülmüş ahlâk)” risaleleri okutulup, yazdırılması öngörülmektedir. Geçmiş eğitim sistemimizde “meşk”, güzel yazı çalışmaları daima özel bir yer tutmuştur. Nitekim İbtidâîlerde Kur’an’ın ilk hatmi bitip ikinciye başlanıldığında, meşk hocaları tarafından, bütün yazıların anası durumundaki Sülüs ve Nesih yazılarının öğretilmesine başlanılması gerekiyordu. İbtidâîlerde öğrencilerin ayrıca inanç (akâid) konularını (Türkçe) İlmihal risalesinden, usulüne uygun Kur’an okuyabilmek için tecvid konularını Türkî Tecvid’den okumaları kararlaştırılmıştır. Bilindiği gibi yüce kitabımızı ezberlemek farzı kifayedir ve bu vecibeye yani Hafız-ı Kur’an olmaya Müslüman Türk muhitlerinde büyük itina gösterilmiştir. 1847 tarihli Talimat’ta bu husus da ihmal edilmemiştir. Konuyla ilgili esaslar şu şekildedir: Kur’an-ı Kerim’in ezberlenmesi her yaşta mümkün olmakla birlikte; “küçüklükte olunan hıfz da hal başka olacağı” herkes tarafından kabul edilir. Bu nedenle Sıbyan Mektebi’nde bulunan çocuklardan, Kur’an’ın manasını anlamaya yardımcı olacak olan Arapça öğrenimlerini ihmal etmemek kaydıyla, sözkonusu dört sene içerisinde hıfzını tamamlayabileceği belirlenenler, isterlerse hafız olabileceklerdir. Bu süreyi geçirecekler ise, Meclis-i Maârif’in kararıyla hafızlıklarını tamamlayabileceklerdir. Bunlardan Rüştiye’ye devam edenler bu sırada vücuh (Kur’an’ın muhtelif okunuş tarzları) öğrenebileceklerdir. Rüştiyelerde ayrıca akâidden Birgivî risalesi, Arapça sarf ve nahiv ve yazı türlerinden Rik’a, Tâlik ve Divânî öğretilecektir. Tabiî bu devrede diğer bir kısım dersler de bulunmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) çocukların yedi yaşından itibaren namaza alıştırılmalarını ister. Talimat’ta bu hususa da yer verilmekte. Yedi ve daha büyük yaştakilerin velilerinin evlerinde çocuklarına abdest almak ve namaz kılmayı hatırlatmaları gerektiği, hoca efendilerin de okulda iken namaz vakti geldiğinde, çocukların abdest alıp, namazlarını kılmalarına dikkat ve ihtimam gösterecekleri ifade edilmektedir. Çocuklardan on yaşını dolduranların ise, herhangi bir hatırlatmaya gerek kalmadan namazlarını kılmalarının temini, tenbellik veya gevşeklik göstermemelerinin sağlanması, Ramazan Ayı’nda da oruca alıştırılmaları istenmektedir. Talimat yürürlüğe girdiği sırada yedi ile onbir, nihayet onüç yaşındaki çocuklardan, ailelerinin ihtiyaçları dolayısıyla bir iş veya zanaata girmiş olanlara da bazı mükellefiyetler getiriyor. Bu durumdaki çocukların çalışmalarına mani olunmayacaksa da Mart 1864’te kuruluşu gerçekleşen Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye’nin İstanbul’da Kapalı Çarşı’daki çıraklar için gerçekleştirdiği faaliyetin bir benzeri ortaya konacaktı. Buna göre bu çocukların İslâm akâidini okulda öğrenmeye yaşları müsait olduğundan hergün sabahları mektebe gelerek, birer saat ders alacak, bundan sonra da işlerine gideceklerdir. Bu durum İbtidâî programı tamamladıktan sonra, iki yıl da Rüştiye için devam edecektir. Çünkü din derslerinde arzulanan seviyeye ancak Rüştiye okunarak ulaşılabilecektir. Talimat çocukluk yaşını aşmış kabul edilen 11-16 yaş arasındaki dinî bilgiden yoksun esnafı da her gün birer saatlik Sıbyan ve Rüştiye öğrenimine devama çağırıyor. Bu yaşlarda olup da ailesinin durumu iyi olan ve bir işte çalışmayanları ise, altı senelik (Sıbyan ve Rüştiye) devamlı eğitime mecbur ediyor. Acaba bu talimat ne oranda ve nasıl uygulandı? Hangi sonuçlar alındı? Sonra hangi tarihte, hangi Talimat, yönetmelik veya kanun çıkarıldı? Bunlar eğitim tarihçilerinin konuları. Belki bir fırsat düşerse bir kenarından biz de birşeyler yazarız. Fakat şimdiki yazımızı bir cümle ile bağlamak gerekirse, çocukların eğitiminin toplumumuzu daima ilgilendirdiğini, bizim en önemli hedeflerimiz arasında da ciğerparelerimizi geleceğe en güzel biçimde hazırlanmalarının bulunduğu, onların din, vatan, millet sevgisi ile dopdolu olmalarını arzu ettiğimizi söyleyebiliriz. -------- (Bu Talimat ve değerlendirilmesi için bkz. Yahya Akyüz, “ İlköğretimin Yenileşme Tarihinde Bir Adım, Nisan 1847 Talimatı, OTAM, S. 5 (Ankara 1994), s. 1-48. Harun Reşid’in İLMÎ ve FİKRÎ ALAN DAKİ ETKİNLİKLERİ Abbasi halifelerinin beşincisi olan Harun Reşid, Hz. Abbas’ın yedinci göbekten torunudur. Küçük yaştan itibaren sarayda iyi bir öğrenim görerek büyüdü. Çeşitli hocalardan Kur'an-ı Kerim, nahiv, edebiyat, İmam Malik’den hadis ve fıkıh okudu. Hocalarından on dört yaşına kadar düzenli bir şekilde ders alan Harun Reşid, daha sonra da ilimden kopmadı. Harun Reşid, Abbasi hanedanının İslâm dünyası dışında en fazla tanınan simasıdır. Kaynaklar tarafından hakkında “Çok hacca gider ve çok cihat ederdi” şeklinde bilgi verilen Harun Reşid'in dindar bir insan olduğu anlaşılmaktadır. Hacca giderken yüz kadar fakihi aileleriyle birlikte götürür, haccedemediği seneler ise üç yüz kişiyi gönderirdi. Cömert bir insandı; her gün kendi malından bin dirhem sadaka verirdi. Halkın durumunu araştırır, onlara yardım eder ve işlerini halletmek için gayret gösterirdi. Mütevazi bir insandı, özellikle alimlere büyük hürmeti vardı. Derslerine katıldığı gözlerini kaybetmiş bir alim olan Ebu Muaviye b. Hâzim'in ellerine su dökmüştür. Eğitime büyük bir değer verirdi. Oğlu Muhammed Emin'in hocası Halef b. Ahmer görevine başlayacağı zaman ondan oğluna; hocaya itaati, Kur'an ve Sünneti, tarihi, şiiri, konuşma adabını, münasebetsiz gülmemeyi öğretmesini istemiş, öğretirken de orta bir yol izlemesini tavsiye etmiştir.(1) Harun Reşid, ilme yatkın biri olduğu için, ilim adamlarına sahip çıkar; onlara saygı gösterir ve sarayında sık sık ilmi ve fikri tartışmalar, sohbetler düzenletirdi. Onun bu yakın ilgisi, halkın da ilme ve ilim adamlarına yakınlık duymasına sebep olmuştur. Yine bu dönemde, özellikle tıp alanında başarılı gelişmeler kaydedilmiş ve Me'mun zamanında zirveye ulaşan fikri uyanışların temeli atılmıştır. Abbasiler'in birinci döneminde ortaya konulan yüzlerce ilmi esere baktığımızda, Harun Reşid'in bu dönem halifeleri içerisinde ilmi teşvik edişi açısından en önde olduğunu görüyoruz. İslâmî ilimlerden bazılarının bir ilim dalı haline gelmesi de bu döneme rastlamaktadır. Meselâ; Kelâm, İslâmî ilimler arasında bağımsız bir bilim dalı olarak teşekkül etmiştir. Devletin istikrarlı bir hayata kavuşmasından sonra, Harun Reşid döneminde edebi toplantıların büyük bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. Onun meclisinde şairler, fakihler, edipler, dilciler ve sanatkârlar arasında tartışma ve yarışmalar düzenlenmiştir. Bu itibarla, Bağdat'ta Harun Reşid'in çevresini, kültürün her dalındaki otorite ünlü isimler oluşturmuştur. Bu tür toplantıların yapıldığı edebi salonlar, birtakım protokol kurallarına tabiydi. Toplantıya katılanlar, toplantıya gelme ya da oradan ayrılma zamanının seçiminde hür olmayıp, belli zamanlarda gelirler ve halifenin yaptığı özel bir işaretle dağılırlardı. Her halifenin bilinen bir dağılma parolası vardı. Harun Reşid “Sübhaneke Allahümme ve Bihamdik” deyince, dostları kalkıp dağılırlardı. Öte yandan ilmi teşvik etmek sadece halifelere mahsus birşey olmayıp, vezirler ve büyük devlet adamları da bu işi yaparlardı. Vezir Yahya Bermeki, ilmi tartışmayı sevdiği(2), filozof ve ilâhiyatçılar için serbest konuşmalar düzenlediği ve böylece dönemin kültür hayatına canlılık kazandırdığı bilinmektedir.(3) Mes’ûdî, Yahya’nın özellikle Kelâm'a ilgi duyduğunu ve onun Kelâmcılar’ın bir araya geldiği bir meclisi olduğunu söylemektedir.(4) Ünlü İslâm düşünürü Fazlurrahman’ın da belirttiği gibi; Abbasiler devrinde bazı halifeler, özellikle Me’mun ve babası Harun Reşid, sarayında; mantıka, fıkha ve dil bilgisine ait her türlü sorunlar üzerinde tartışmaların yapılmasını teşvik etmişlerdir.(5) Reşid, Arap dilinin ince meseleleri üzerinde ilmi müzakereler yapmaktan hoşlanır ve devrin ünlü dil bilgini Kisâi’yi bu sahanın uzmanı olarak yanında hazır bulundururdu. Tarihe de meraklı olan Reşid, bir defasında, Hz. Osman’a karşı çıkanlar hakkında Medine valilerinden Abdullah b. Mus’ab’a sormuş ve aldığı cevaptan memnun kalarak “Bugünden sonra bu konuda soru sormaya ihtiyaç duymayacağım” demiştir.(6) Bütün kaynaklar Harun Reşid’in ilme destek olduğu konusunda hemfikirdirler. Hiçbir halifenin etrafında bu kadar alim bir araya gelmemiştir.(7) İlmî sohbetlerden hoşlanır, hilafeti boyunca daima ilim ve sanat adamlarını korurdu. Bu dönemde birçok ilim dalında eserler verilmeye başlanmış ve ilim adamlarının sayısı artmıştır.(8) Bunda Harun Reşid'in teşvik ve himayesinin tabiiki büyük rolü vardır. Şiirde Ebu’l-Atâiye, Nahiv’de Sîbeveyh, Tıp'ta Curcis b. Bahtiyeşu, Yuhanna b. Maseveyh, Tarih'te Vâkıdî ve daha pek çok ilim adamı bu devre değer katmışlardır. Harun Reşid, çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmek için onları en değerli alimlerin eğitim ve öğretimine havale etmiştir.(9) Bazı bilginler veliahtlara özel ders vermeyi de reddetmiştir. Meselâ Harun Reşid, tanınmış hadisçi Abdullah b. İdris’e, Me’mun’a özel olarak hadis dersi vermesini rica etmiş, o ise “eğer Me’mun, diğer talebeler arasına katılırsa benim dersimi pekâlâ dinleyebilir” cevabını vermiştir. İlme bütün gücüyle sahip çıkan Reşid, zamanın büyük alimlerinden Fudayl b. Iyaz’ın bu yoldaki isteğini dikkate alarak bütün valilerine bir emirnâme göndermiş ve Kur’an’ı ezberleyip ilim öğrenmeye teşebbüs edenlere, ilmî ve edebî meclisleri ihyaya çalışanlara iki bin dinar verilmesini emretmiştir.(10) Harun Reşid’in bilinen en değerli meziyetlerinden biri de, hadis dinlemekten çok hoşlanmasıdır. Tarih ve edebiyat kitapları bunun birçok örnekleriyle doludur. Hatta, İmam Mâlik'ten, ünlü eseri olan Muvatta’yı dinlemek üzere oğulları ile birlikte sefere çıktığı bilinmektedir.(11) Reşid, Medine’ye geldiğinde İmam Mâlik’in halka Muvatta'ını okuduğunu öğrenir. Hemen Bermekiler’den birini, selâmını söylemesi ve kitabını getirerek kendisine okuması için Mâlik’e gönderir. Mâlik'in verdiği cevap fevkalâdedir. Mâlik, “Ona selâm söyle! Şüphesiz ilme gelinir, ilim (kimsenin ayağına) gitmez” der. Bermekî dönüp durumu haber verir. Bu sırada Kadı Ebu Yusuf da Reşid’in yanındadır. Halife’ye: “Ey mü'minlerin Emiri!... Senin bir iş için Mâlik'e adam gönderdiğini, fakat onun sana karşı geldiğini Iraklılar öğreneceklerdir” denir. Bu sırada Mâlik ansızın çıkagelir, selâm verip oturur. Harun Reşid karşı gelmesinin sebebini sorar, o da evinde ilim için toplanmış başka kimselerin de bulunduğunu söyler ve “Sakın ilmin şerefini yok edenlerin ilki olmayasın, yoksa Allah da senin şerefini yok eder” der. Bunun üzerine Reşid, kalkar ve Muvatta’yı dinlemek üzere beraberce yürüyerek Mâlik'in evine gider. Yüksekçe bir yerde oturmakta iken, ilim için tevazuda bulunarak buradan iner ve Mâlik'in önüne oturarak onu dinler.(12) Sohbet ettiği hadis bilginlerine bolca harçlık verir, uğurlarken de “Bizi duadan unutma!” derdi. Hanefi mezhebi imamlarından İmam Muhammed ile, zamanın ünlü Arap dilcisi Kisâi aynı günde Reyy’de vefat edince Harun Reşid bu iki büyük bilgini kastederek “Bugün lügat ile fıkıh gitti” demiş ve kayıplarından duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir.(13) Reşid’in ilim adamlarını sevmesinin yanı sıra, kendisi de ilim sahibi olmaya imrenmiştir. Nitekim fukahadan Muhammed b. Seleme'nin söylediğine göre; Harun Reşid ile Başkadısı Ebu Yusuf hacca giderler. Arafat’ta Ebu Yusuf cemaate imam olur. Seferde olduklarından iki rekat kıldıktan sonra selam verip, “Ey Mekkeliler! Siz namazınızı tamamlayın, zira biz seferiyiz” diye onları uyarır. Bunun üzerine Mekkelilerden biri: “Biz bu gibi fıkıh meselelerini senden ve sana öğreten (Ebu Hanife)'den daha iyi biliriz” diye seslenir. Ebu Yusuf ise; “Eğer sen fıkıh bilseydin, namazda konuşmanın namazı bozacağını bilirdin de böyle yaparak namazını bozmazdın” der. Bu söz Harun Reşid’in çok hoşuna gider ve “Böyle cevap verebilecek ilim sahibi olmaya, servetimin yarısını bağışlardım”(14) diyerek Ebu Yusuf'un ilmini takdir eder. Hakikaten bu dönemde bilginler, Harun Reşid’den maddî-manevî destek almışlardır. Bu dönemde gelişme gösteren müspet ilimlerin başında tıp gelmektedir. İlk hastanenin kuruluşu ve ünlü hekimlerin yetişmesi de bu döneme rastlar. Yunanca tıp kitaplarının önce Süryani diline, sonra da Arapça’ya tercüme edilerek bunlardan faydalanıldığını görmekteyiz. Fikir ve Düşünce Alanındaki Uyanışlar Harun Reşid dönemi, fikir ve düşünce sahasında uyanışların başladığı bir dönem olarak önem taşımaktadır. Bu çağın, dünyadaki tarih kitaplarının şaşaalı bir şekilde gösterilmesine sebep olan şey, İslâm tarihinde fikir ve düşünce alanında en önemli bir uyanış hareketine sahne olmasıdır ki, bu uyanış (rönesans) olayları zinciri, bütün düşünce ve kültür tarihinde en çok dikkat çeken olaylardan birisidir.(15) Müslümanların Yunan kültürüyle teması, çeşitli askeri seferler vasıtasıyla da olmuştur. Bizans’a yapılan seferler sonunda, birtakım yazma eserlerin toplandığı görülmektedir. İşin ilginç tarafı, bütün bu olaylar, Avrupa’nın henüz tamamen bu eski Yunan düşünce ve ilminden habersiz bulunduğu bir çağda olmuştur. Zira Harun Reşid ve Me’mun, eski Yunan ve İran felsefesi ile meşgul olup bu konuda yazılmış eserleri incelemeye aldıkları bir sırada, Batı'daki çağdaşları, Şarlman ve etrafındaki asilzadeler, ancak kendi adlarını yazabilme hususunu, birbirleri arasında eğlence ve alay konusu ediniyorlardı.(16) Gerçekten, tanınmış dünya dillerinden çevrilen kitaplar Harun Reşid zamanında yayılmıştır. Tıp, astronomi, felsefe, edebiyat ve benzeri ilimlerden yapılan bu çeviriler, zamanın Arap bilginlerinin telif ettiği gramer ve tarih gibi yeni Arapça eserlere ancak birer ilaveden ibarettir.(17) Beytü'l-Hikme'nin Kuruluşu ve İlk Tercümeler Harun Reşid devrinin kültür ve düşünce alanındaki en tanınmış etkinliklerinden biri, hiç şüphesiz Beytü’l-Hikme'nin kurulmuş olmasıdır. Gerçekten de Harun Reşid’in ilme sahip çıkması ve Beytü'l-Hikme'yi kurmuş olması, onun şöhret kazandığı en önemli konulardandır. “Enstitü” de diyebileceğimiz bu müessese, kültür ve fikir alanlarında dünyayı aydınlatmış ve daha sonraları Avrupa'nın kalkınma yolunu aydınlatan ışık da kaynağını buradan almıştır. (18) Tercih olunan görüşe göre, temelini Reşid'in attığı Beytü’l-Hikme, Abbasiler devrinin en büyük kütüphanelerindendi ve Bağdat'taki Huld Sarayı’nda kurulmuştu. Harun Reşid’in hilafeti, daha sonra oğlu Me’mun’un devrinde en üst noktasına ulaşacak olan ilmî faaliyetlerin gelişmesine büyük bir katkıda bulunmuştur. Özellikle papirüs yanında kâğıdın yazı malzemesi olarak kullanılmaya başlamasının ve Reşid tarafından 794(178) yılında Bağdat'ta bir kâğıt fabrikası kurdurulmasının, telif faaliyetlerine müspet tesirleri olmuştur. Bu müessese Abbasiler devrinde bir süre ilmi faaliyetlerin merkezi haline gelmiştir. Çeşitli dillerden tercüme faaliyetlerinin yürütüldüğü bu araştırma merkezinde, zengin bir kolleksiyondan oluşan bir de kütüphane bulunmaktadır. Bu yüzden bazı kaynaklarda bu müesseseden “Hızânetü’l-Hikme” şeklinde bahsedildiği görülmektedir.
 
---------------------------------------------------------------

1- TDVİA, 16/260.

2- H. İ. Hasan, Tarih, II, s. 348.

3- Yurdaydın, İslâm Tarihi, 69.

4- Mes'ûdi, Mürûc, III, s. 379 vdd.

5- Fazlu’r-Rahman, İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, 254, Ankara-1992.

6- Taberi, Tarih, VIII, s.353.

7- İbnü’t-Tıktaka, el-Fahrî, 196.

8- E. Fandık-K. Filibîdis, Tarihu’l-Arab, 102.

9- Zeydan, İslâm Medeniyeti, V/268.

10- İbn Kuteybe, el-İmame, II/167.

11- Süyûtî, Tarihu’l-Hulefa, 319.

12- İbnü’l-Imâd, Şezerat, 1/290 vd. Ayr. Nicholson, A Literary History Of The Arabs, p. 366.

13- Süyûtî, a.g.e., 309, Ayr. İbnü’t-Tıktaka, el- Fahrî, 194; İbnü Kesir, el-Bidâye, X/215.

14- Taşköprüzâde Ahmed Efendi, Mevzuâtü'l-Ulûm, Müt: Kemaleddin Muhammed Efendi, Dersaadet, 1313 (h.), 1/696.

15- Hitti, İslâm Tarihi, II/471.

16- Hitti, a.g.e., II/485.

17- Cûmerd, Harunurreşid, II/327.

18- Şelebî, Mevsûat, III/146.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Asıl Derdimiz Dertsiz İnsanlar Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:27:42 ÖÖ]


Hayatını Düzene Koymak İsteyen Müslüman Gençlere Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:49 ÖÖ]


Bizi Aldatan Bizden Değildir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:53:08 ÖÖ]


BenimKkim Olduğumu Biliyor musun Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:42:56 ÖÖ]


Çocuklarımıza Sahip Çıkmalıyız Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:35:33 ÖÖ]


Zulmün Zararları Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:22:59 ÖÖ]


Kutsal Yolculuğun Heyecanı Başlarken Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 11:22:37 ÖÖ]


Hac Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 11:14:26 ÖÖ]


Yetim ve Kimsesiz Çocuklara Sahip Çıkalım Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 10:49:10 ÖÖ]


Yalşayan Hurafeler Karşışında Müslümanların Tavırları Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 10:40:06 ÖÖ]


Yalanın Zararları Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 10:02:40 ÖÖ]


Ahiretin kapısı ölümü Hatırlamak ve Ona Hazırlanmak Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:49:11 ÖÖ]


Hicr Süresi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:32:26 ÖÖ]


Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:22:28 ÖÖ]


Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:09:23 ÖÖ]


Süleyman Aleyhisselam Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:00:28 ÖÖ]


Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır Gönderen: fanidunya NET
[Nisan 26, 2024, 09:45:16 ÖS]


Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi Gönderen: KOYLU
[Nisan 26, 2024, 08:47:12 ÖS]


Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu Gönderen: KOYLU
[Nisan 26, 2024, 08:42:28 ÖS]


Kaza ve Kadere İmanın Keyfiyeti Üzerine Notlar Gönderen: KOYLU
[Nisan 26, 2024, 08:36:50 ÖS]

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41