Afetleri Günaha Bağlamak
Zaman zaman çeşitli afetler yaşıyoruz.
Bakıyorum herkes bu tür afetleri bir yerlere bağlıyor.
Kimi günaha ve isyana, kimi Allah’a, kimi yeryüzünün derinliklerine. Maşallah herkesin bir fikri var! Ama kimse üstüne almıyor?
Ne demişler, suç samur kürk olsa kimse üstüne almaz. Herkes ya Allah’a bağlar ya şeytana.
Üzerinden atar sorumluluğu. Zaten bizim kaybedişimiz de bu noktadan. Görevini yapmadan hak aramak, hatta başkasına görev hatırlatmak.
Bugünün insanına mahsus diyeceğim ama eskiden de varmış. Demek ki insanoğlunun her dönemdeki hastalığı bu.
Hocam şu afete gelsen.
Geleceğiz de. Efendim bizim oralarda buna afat derler, en genelgeçer tabiriyle sel ve deprem gibi olaylar için kullanılır. Afet, bela ve musibetin en büyüğü, insanın altından kalkamayacağı veya önleyemeyeceği olay.
Bunların insanla ilgili yanı merak konusu.
Bunu eskiler de düşünmüş. İslam bilginleri kötülüğü temelde ikiye ayırmışlar: Birincisi doğal olan, ikincisi iradeye bağlı olan. Doğal olan, doğada bulunan ve var olması hususunda insanın bir etkisi veya katkısı olmayan. Dolayısıyla bunların varlığından insan sorumlu değil. Ancak insan, bunları bilmek ve ona göre davranmaktan sorumlu. Söz gelimi yılan zehirlidir. Yılanın zehirli olmasına insanın herhangi bir katkısı yok.
Ancak zehirli olan yılanla ilişkisini belirleme farklı. İşte sorumluluk burada başlıyor.
Eğer insan zehirli olan yılana tedbirsizce yaklaşır ve zarar görürse sorumlu kendisi, yılan değil. İşte böyle sorumsuz ve tedbirsiz davranış sonucu meydana gelen kötülüklere, iradeye bağlı şer anlamını veriyor İslam düşünürleri.
Bunu afetlere bağlarsak...
Mesela deprem de benzer şekilde doğal bir yer hareketi. İnsanın bu yer hareketini meydana getirmesi de durdurması da söz konusu değil.
Dolayısıyla bu hareketten sorumlu da değil.
Sorumluluğu, bu harekete yaklaşımında. Birinci olarak, bunu bilmek ve ona göre tedbir almak.
Tedbir almak, deprem fay hatlarından uzak durmak, sağlam zemine yerleşmek, sağlam bina yapmak gibi. Bu gibi sorumluluklarını yerine getirmeyen insan, suçu depreme veya başka şeylere atıp geçemez. Zaten kişiye, “Niye deprem meydana getirdin?” diye sorulmaz. Çünkü insanın buna gücü yetmez.
Depremler, Allah’ın yeryüzüne koyduğu kanun ve nizamın bir parçası. Bu tür olaylara, İslam âlimleri adetullah adını vermiş, bugünün bilginleri de doğa olayı diyorlar. Adına ne derseniz deyin, bu ve benzeri afetler, insanı aşan ve sorumluluk gerektirmeyen olaylardır. İnsanın burada sorumlu tutulacağı nokta tedbirdir. Yukarıda zikredilen yılanın zehirlemesinde de aynı durum söz konusudur. İnsan, yılanın zehirli olmasından değil, ona karşı tedbirsiz davranmasından sorumlu.
İnsan bütün tedbirlerini almasına rağmen yine de musibet olursa...
Bu durumda insan sorumluluktan kurtulmuş olur.
Ancak sorumluluktan kurtulmak, musibetten kurtulmak anlamına gelmez. Bu noktada başka bir husus devreye girer: İmtihan. İnsan bu olaylarla sınanmakta. Bu sınama sadece musibete maruz kalanlar için değil, çevredekiler için de geçerli. Hayat bir yarış: kaçma ve kovalama. Bu yüzden hep bir yerlere yetişmeye ve hep bir şeylerden kaçmaya çalışırız. Bazen yetişemez, bazen kaçamayız. Yetişemeyince kaybeder, kaçamayınca maruz kalırız.
Bu hayatın gidişatını değiştirmek bizim elimizde değil. Böyle kurulmuş ve böyle devam etmekte dünya. Bazen yetişememek ve kaçamamak, hayal kırıklığı meydana getirirken; bazen de tam tersine sevince dönüşebilir. Yetişemediğimiz bir uçağın düşmesi, maruz kaldığımız bir hastalığın düşen uçağa yetişmemize engel olması gibi. Zaten Yüce Yaratıcı da kitabında “.Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz.” (Bakara, 2/216.) der.
Ama neyin hayır, neyin şer olduğunu tam da bilemeyiz. Bunu sonuçlar gösterir ve biz sonuçları ancak olduktan sonra görürüz.
Neden böyle?
Çünkü bizim doğal birtakım engellerimiz var. Bunların başında zaman ve mekân gelir. Gelecek zamanı ve bulunmadığımız mekânı bilme imkânımız yok. Bunlara dönük hesap ve planlarımız tahminden öteye geçmez. Kesin olan, gerçekle- şendir.
Gelecekteki her şey bir ihtimaldir. Bu ihtimalleri hesap eder, en uygun ve doğru olanı tercih ederiz.
Artık gerisi bizim sorumluğumuzdan çıkar. Beklemekten ve kesin olana boyun eğmekten başka çaremiz yok. Her gerçekleşen olay, yeni sorumluluklar getirir ve yeni kararlar almaya zorlar.
İşte hayat böyle bir yarıştır.
Bunun afetle alakası ne?
Ne demiştik, afetten değil, tedbirden sorumluyuz. “Deprem değil, binalar öldürür.” diyenler bu yüzden haklı. Ama afet olduktan sonra yeni sorumluluklar doğar.
Afetten en az zararla nasıl kurtuluruz ya da kurtarırız. Bu sorumluluk, sadece afete maruz kalanlar için değil, kalmayanlar için de söz konusu.
Kalmayan neden sorumlu olsun ki?
Onların sorumluluğu afete maruz kalanlara yardım ve destek. Afete maruz kalanlar, afet ile sınav verirken kalmayanlar onlara karşı tutumları noktasında sınav vermekteler. Maruz kalmayan “Bana ne?” deyip işin içinden sıyrılamaz. Bu dünyada olmasa bile öte dünyada Allah bunu ondan sorar.
Çünkü hayat yarışı içinde insanın başına ne zaman, nerede ve ne geleceği belli olmaz. Onun için eskiler bugün ona yarın sana demişler. Çünkü gelecek, hiç kimse için garantili değil. Allah sistemi böyle kurmuş.
Bizim sorumluğumuz buna göre davranmak. Bu kaçma kovalamacada, bazen kaçan bazen kovalayan oluruz; bazen düşen, bazen düşeni kaldıran. Her halükârda bir sınav içindeyiz.
Sözü bağlarsak hocam...
Allah evreni yaratmış ve bir sistem kurmuş. Evren içinde dünya denilen bir gezegendeyiz. Bu gezegenin de Allah tarafından kurulmuş bir işleyiş sistemi var.
Dört mevsim, aylar, günler, saatler; soğuk, sıcak, ıslak, kuru; seller, depremler, yangınlar... Bütün bu gerçekliklerin varlığından sorumlu değiliz. Bunlara yönelik tutum ve davranışlarımızdan sorumluyuz. Bu yüzden doğal afetleri bir günaha bağlamak hiç de doğru değil. Buradaki günah, tedbir almamak, zaman ve zemine uygun karar vermemek, ihmal etmek; afete maruz kalana kayıtsız kalmak, yardımdan kaçmak, hatta bunu fırsata çevirmek, gözü açıklık veya açgözlülük yapmaktır. Eski büyük bilginlerimizden İmam Matüridî şöyle der:
“Geçmişte helak olmuş milletler, sadece küfür işledikleri için değil yeryüzünde bozgunculuk çıkardıkları ve Allah’ın kanunlarına karşı inatlaşma içine girdikleri için helak olmuşlardır.” (Matüridî, Te’vilât Ehli’s-Sunne, III, 135,141; İsra 17/4,15 ayetleri tefsiri.) Demek ki afetler karşısında büyük zararlara uğramamız, Allah’ın doğaya koyduğu kanunlara karşı inatlaşmamız yüzünden. Bugün yaşadığımız çevre sorunlarının çoğunun sebebi, bozguncu tavırlar ve doğa olaylarına karşı inadına kayıtsız ve aykırı davranışlar değil mi?
Vallahi haklısın! Doğru söze ne denir?
Keşke herkes tedbirini alsa da kimseye kıl kadar zarar gelmese. Ya da zarar geldiğinde herkes gönülden ve gönüllü olarak birlik ve beraberlik içinde yardıma koşsa. Dileğimiz bu!