Hikmet Müminin Yitiği
Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır demiş hikmet ehli. Kula düşen arayışta olmak, peşine düşmek hakikatin. Onu nasip etmek ve buldurmak ise Hakk’ın yedindedir. Sen yolda ol, yolu bulduracak olan ancak O’dur.
Hz. Musa’nın genç arkadaşıyla çıktığı yolculuk hikmet arayışının en güzel temsillerinden biridir. Onlar yola revan olduklarında yolculuğun ne kadar süreceğini, nerede nihayet bulacağını kendileri de bilmiyorlardı. Çünkü Allah Teâlâ’nın lütfu kereminden ihsan buyurduğu hikmet çalışarak, tahsil edilerek elde edilecek bir ilim değildi. O, müminin yitiğiydi ve nerede bulursa oradan alması (Tirmizi, İlim 19.) buyrulmuştu.
Bulması için eksikliğini hissetmesi ve aramaya koyulması lazımdı. Hz. Musa, genç arkadaşıyla o yitik hikmetin peşinde uzun bir yolculuğa çıkmayı göze aldı. O, kararlılığını göstermek üzere şöyle dedi arkadaşına: “Ta iki denizin birleştiği yere varmadıkça yahut (bu yolda) senelerce yürümedikçe durup dinlenmeyeceğim.” (Kehf, 18/60.)
Varacakları menzil iki denizin birleştiği yerdi. Ancak buluşmanın gerçekleşeceği yer tam olarak bildirilmemişti. Yanlarına azık olarak aldıkları balık, buluşma yerini işaret edecekti. Nerede ve ne zaman gerçekleşeceği meçhul olan bir buluşmaydı bu. Bildikleri tek şey iki denizin birleşme yerinde aradıkları kişiyi bulacaklarıydı. Hz. Musa ve arkadaşı iki denizin birleşme yerine ulaşma umuduyla yol almaya devam ediyorlardı. Zahir ile batının, ilim ile hikmetin birleşeceği o yerde öğrenecekleri her faniye nasip olmayacak kadar kıymetli bir ilimdi. Yürümekten yorgun düşüp bir kayanın dibinde istirahate çekildiler. Yanlarında getirdikleri kurumuş balık burada dirilip denizde yolunu tutup gitmişti. Burası aradıkları buluşma yeriydi. Ancak genç arkadaşı balığın dirildiğini ona hatırlatmayı unuttu. Uzun bir süre gittikten sonra Hz. Musa ondan azıkları olan balığı getirmesini istediğinde hatırladı kayanın dibinde balığın kaybolduğunu. (Kehf, 18/63.) Bazen insan aradığını bulur da bulduğunu anlayamaz.
Bakar ama göremez. Görür ama unutur, unutturulur. Çünkü tüm hayırlar O’nun katındadır. O dilerse oluruz, O, dilerse buluruz. Balık kimin kısmetiyse ona buldurur Hak Teâlâ.
Musa ve arkadaşı nasiplerinde olanı almak için balığı kaybettikleri yere doğru geldikleri yolun izleri üzere geri döndüler.
Buluşacakları kişi Cenab-ı Hakk’ın kendi katından bir ilim öğrettiği ve rahmet verdiği kullarından bir kuldu. Oturduğu yerden yeşil otların bittiği bu kişi (Buhari, Enbiya 29.), Hak Teâlâ’nın lütuf ve ikramlarına nail olmuş bir kuldu. Zira Rabbimizin katındaki ilim ve hikmet hazineleri sonsuzdur ve dilediğine hesapsız verir, dileğinden de çeker alır. Kimin ilahi lütfa mahzar olacağı sadece O’nun tasarrufundadır. Bizim dünyevi kıstaslarımızla, ölçülerimizle bileceğimiz bir husus değildir. Hz. Musa, Allah’ın katından bir ilim verdiği ancak ona verilmeyen bu ledünnî ilmi (Buhari, Tefsir 18.) kendisine öğretmesi için bu kula: “Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?” (Kehf, 18/66.) diye sordu. Böylece Hz. Musa’nın öğrenmek için uzun yollar kat ettiği ilmin dersini almak için bu Allah kuluna tabi oldu.
Yüce Allah hikmeti dilediği kuluna verir ki kime hikmet verilmişse o çok büyük hayırlara mazhar olmuştur. (Bakara, 2/269.) Hikmet, Allah’ın bildirdiği kadarıyla eşyanın mahiyet ve hakikatine dair bilgidir. Bu bilgiyi elde eden hâkim, her işinde ve sözünde isabetli davranır. İlmiyle hali birbirine muvafık olur. Kim ilmi ile amil olursa Allah ona bilmediklerinin bilgisini de verir ki bu hikmettir. Hikmet verilen, hakkı söyler, hakkı görür, hakkı yaşar.
Hz. Musa bu yolculuğa Rabbinin emri ile çıktı. Çünkü dünyada kendisinden daha bilgili bir kimsenin olmadığını iddia etmişti. Hâlbuki her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır. (Yusuf, 12/76.) İlmin gerçek sahibi tüm mevcudatı ilmiyle ihata eden Hak Teâlâ’dır. Hz. Musa, Yüce Allah’ın kelamıyla müşerref kıldığı, ilahi vahyini bildirdiği ve nice büyük mucizeler bahşettiği büyük bir peygamberdi. Ancak onun da bildikleri Rabbinin bildirdiklerinden ibaretti. “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.” (Bakara, 2/32.)
O dilediği kuluna nezdinden ilim öğretmeye kadirdir. O kul ki Allah’ın iki eliyle yarattığı ve ruh-i ilahisiyle desteklediği eşref-i mahlûkat değil midir?
Her insan O’nun “Ben hikmeti dilediğime veririm.” buyruğuyla hikmet bahşedeceği bir cevher değil midir? Öyleyse her Allah kuluna bu nazarla bakmak gerekmez mi? Bazen hazineler harabelerde bulunur. Mücevherin toza toprağa bulanması değerini kaybettirmez ki! Şairin dediği gibi:
“Harabat ehlini hor görme zakir/Defineye malik viraneler var.” Öyle değil midir, kapımıza gelen alelade bir dilenci gözüyle bakarsak ondaki Hak tecellisini göremeyiz. Ama kim olursa olsun Allah’ın kullarından bir kul olarak karşılayıp gönlümüzle ağırlarsak hikmet nazarıyla bakmışız demektir. Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilenler bulurlar hakikati.
Hz. Musa Ulu’l-azm peygamberlerdendi. Zahir ilmine sahipti ancak Rabbi ona ledün ilmini de öğretmeyi murat etti. O da sonsuz ilme sahip olan Rabbinin emriyle ilim yolculuğuna devam etti. İlim ummanına dalarak oradan pek çok hikmet incisi çıkardı. Görünenin ardındaki görünmeyeni tefekkür etmeyi, hayatın da ölümün de yalnızca O’nun yedinde olduğunu, her şeyi takdir edip Yaratan’ın O olduğunu, şer gibi görünen şeylerde hayır, hayır gibi görünen şeylerde şer olabileceğini öğrendik onun bu hikmet yolculuğunda. Hz. Musa ile kılavuzu olan Allah kulunun kıssasında devşirecek daha ne manalar var! Sonsuz ummanında sonsuz manalar gizli olan Rabbimizden duamız hakikate ermektir: “Allah’ım hakkı hak olarak görüp ona uymayı, batılı batıl olarak görüp ondan sakınmayı nasip eyle ve bana eşyanın hakikatini göster!”