Evlilikte Aşk Gereklimi
Aile hayatında erkeğin ve kadının karşılıklı vazifeleri şöyle;
Erkekten hanımına samimi muhabbet ve ‘merhamet’.
Kadından kocasına ise ciddi ‘hürmet’ ve muhabbet.
Erkek bu nazarla işe yaklaşır, manevi güzelliğe sevgisini bina ederse hürmet görür. Kadın bu nazarla -yani hürmetle- kendi huyuna dikkat ederse muhabbet görür.
Yani kadının yaratılış vazifeleri icabı, hissî davranması sebebiyle zahiri bazı hallerine karşı veya az-çok kusurlarına şefkatle bakmak erkeğin vazifesi. Kendisine daima sahip çıkan ve gerekirse ailesi, namusu için canını feda etmeye hazır olan erkeğe hürmet etmek de kadının vazifesi. -En kötü koca bile bu fedakarlığa sahiptir-. Zaten erkek ailenin bütün sorumluluğunu ister istemez üstlenmekte. Zahiren haketmese bile hürmet edilmesi gerekiyor. Ve hayat üç günlük bi pembe hayalden ibaret olmadığından iki taraf da zamanla olgunlaşacak, şimdiki güzel muameleler aradaki sevgiyi artıracaktır.
Yani sinemacı, romancı edebiyatına ve şimdiki medeniyete göre değil, sınırları Allah Rasulü’nün sünneti ve şeriatla tayin edilmiş; dünyayı hayat gayesi yapmadan, ciddi meseleleri unutmadan, kâmil, nezih bir hayat planı yapılmalı.
Erkek; erkek fıtratıyla yaratılmışken, onun fıtrî yapısına ve hayattaki vazifelerine uymayan davranışları romantiklik namıyla ondan beklemek yanlış oluyor. Bunlar bu konularda hassas olan kadına düşebilir. Fakat bayan bu tür romantik şeyler yapmayı kendine eziklik olarak algılarken, kocasından bunları bekliyor. Koca yapmazsa da fatura kocaya kesiliyor: ‘Kötü ve odun koca.’
Tabi bu, erkek ailede odun gibi olsun demek değil. Erkeğin ön planda ciddiyeti, arka planda romantizmi olabilir. Kadın ise ön planda nezaketi arka planda ciddiyeti olabilir. Bunlar temin edilmedikten sonra, saygı ve hürmet kırılınca söylenen aşk lafızlarının içi boşalıyor. Hakiki sorumluluklar ve vazifeler üstlenilmeyince neticede tatlı muameleler de son bulabiliyor.
Herkes kendi vazifesini kendisine bi sesli olarak söylemesi gerek. Malum ya kendi yapmadığı ameli başkasından beklemek bi tesir oluşturmaz. Fakat dediğim gibi erkekler ister istemez fıtri, zaruri vazifelerini üstleniyor. Ailevi ilişkilerde iş daha çok, kocasıyla iyi geçinmesi kendisine cihad sevabı kazandıran kadınlara düşüyor.
Kadının; erkeğin muhabbetini celbeden şeyi; kadının şefkati, letafeti, ünsiyeti (yani geçimi). Kısaca hüsn-ü sîreti. Erkeğin; kadının muhabbetini celbeden şeyi ise onun manevi kemalatı.
İlk nazarda erkeği celbeden kadının güzelliği ise gayet geçici ve üç günde, hatta daha evlenmeden insanın gözünün alışmasıyla kıymeti kalmayan bi durum. Dolayısıyla güzelliğine, gençliğine güvenmekle kocanın güvenini, sevgisini gizli endişelere maruz bırakmak, hususan açık saçıklık (veya kapalı açıklık)la kendini başkalara göstermek, karşılıklı emniyet ve güveni kırar. İşin “ilk günkü gibi.” kalacak tadını kaçırır. Ömür boyu devam edebilecek, karşılıklı ziyade ilgi-alakayı ve muhabbeti de zedeler. Ufacık meselelerden çıkan çoğu tartışmaların alt planında bu güven eksikliği yatmakta.
Kadınlar fıtrat itibariyle dünya zevklerine değil, manevi zevklere uygun yaratılmış. Mesela bi erkek bi bayanı yemeğe götürse kadın yemekten değil, göreceği ilgi-alakadan lezzet alır. Kendi yemesinden değil, çocuğunun yemesinden lezzet alır. Kendisinin değil, kocasının memnuniyetiyle memnun olur.. Yani kadınların fıtratı maneviyata göre ayarlanmış.
“Demek oluyor ki kadınlar mesut bir aile hayatı geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar.”
Erkek ise nafakadan sorumlu olması, daima dış hayatta bi mücadele içinde olması, ailesinin rahatını temin etmeyi düşünmesi.. gibi sebeplerle dünyevi keyifleri, lezzetleri arzuluyor. Dışarıdaki tahriklere karşı kendini meşru yollarla tatmin etmek istiyor. En önemlisi evinde bi huzur istiyor. Fakat orada da her meselede hassasiyet, romantizm veya manasız şeylerin erkekten beklenmesi ve kendisine karşı gelinmesi.. bi de üstüne ‘eksik adam’ muamelesi yapılması biraz haksızlık oluyor.
Gelelim meselemize. Allah kalbin batınını, yani içyüzünü kendi iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmış. Kalbin zahirini, yani dış yüzünü dünyevi şeylere bırakmış. İşte o kalbin batınına aşk namı altında, dünyevi sanemleri alınca:
“Allah darılır, maksudunun aksiyle ceza verir.”
Görülmüyor mu ki dünyevi aşklarda yüzde doksanı maşukundan şikayet eder. Fıtri olmayan o tür muhabbetler o mahbublarca da reddedilir. Buna medeniler “kaçan kovalanır” demiş. Halbuki “kovalanan kaçar” dense daha doğruydu.
Yani Allah, aşk duygusunu, kalbi harekete getirip canlandırmak ve kendi muhabbetine kabiliyet kazandırmak için yaratmış. Bu maksat hasıl olduktan sonra daha o duyguya şiddetli bi mertebede ihtiyaç yok. Hele dünyevi mahbublara karşı bu duygu kullanılıp kalbin batınını da buna verince muhakkak onunla imtihan oluyoruz. Allah kalbimize yerleşmiş o putu kasten! kırıyor ki kalb Allah’a geri dönsün. Demek kalbin baş köşesinde Allah ve rızası olacak, Kadın değil! Erkek değil! Tabi bu put başka şeyler de olabilir; para, mal, makam-mevki.. Yoksa insanların kalbleri dünyalıkla doysa, tam anlamıyla dünyada muratlarına erseler, ahireti düşünmezlerdi.
Demek ki eşinle imtihan olmak kötü bi durum değilmiş! Küçük kıyametlerin kopmasına gerek yokmuş! Dünya zindan değilmiş! Dünya, ahiret yurduna namzed bizlere, oraya layık olmak için bi terbiye ve imtihan yeriymiş.
Demek aşk hisleriyle evlendikten, o nimeti tattıktan sonra, daha da aşka, derece-i şiddette ihtiyaç yok. Karşılıklı hürmet ve saygı çerçevesinde bir muhabbet olacak. Bu muhabbetin ziyade olmasına aşk ismi de verilebilir. Ancak bu ziyadelik güzel ahlakla, yani hüsn-ü sîretle hasıl olur. İslami terbiye onu besler.